Başını eğmeden önce, babanı bana anlatır mısın demesi, parmağını kaldırması, gözlerinden iki fenerin fitilini yakarak gözlerimin bebeğine değdirip bırakması bir oldu çocuğun. Yerde bir şey arar gibi yapınca ben de başımı onun gibi öne eğdim ve baktığı yere baktım. Dalından yeni koparılmış taze bir nar gibi yere düşüp döküldü, dağıldı aklım.
Sana bir öykü anlatacağım dedim, sesim metal kırığı, beyaz ile gri arasında gitti geldi. Bir kaç kere yutkundum:
-Bilmem anneni bulabilecek misin?
Ben babamı hiç görmedim. Altı yaşlarındayken sıcak bir yaz gecesi dama uyumak için çıktığımızda ilk kez anneme sordum babam nerde diye. Bana dedi ki; o seni hep görüyor, hep izliyor.
– Geceleyin başını yastığa koyduğunda göğe dikkatlice bakarsan sen de onu görürsün.
O gece başımı yastığa koyar koymaz göğe diktim gözlerimi. Sadece yıldızlar vardı asılı duruyorlardı göğün tavanında, kimi gülümsüyordu, kimi keyifsizdi, kimi ağlıyordu. Yalnız onlar vardı o kocaman yerde. Tek-tek baktım onlara ama bitmiyorlardı, ne kadar çok yıldız vardı sayamıyordum. Birine gözüm değer değmez küt dedi kalbim, bir kaya düştü üzerime ve gözlerimdeki mısırlar patladı göğe doğru saçıldı, o kadar parladı o kadar parladı ki her taraf zift gibi karardı, bir isim bulamadığım bir renk oldu birden her şey. Gri desem değil siyah desem, beyaz desem, kırmızı desem sarı desem, hayır- hayır bildiğim bütün renklerden herhangi bir renk değildi.
O geceden sonra her gece onu seyrettim uzun-uzun. Çok yakışıklıydı babam, yüzünü ta oralardan bile görebiliyordum. Kâh gülümsüyor, kâh konuşuyor, kâh şarkı söylüyordu bana. Ellerini uzatıp saçlarıma dokunuyordu ışıklarıyla, göz kapaklarımın üstünde parmaklarının sıcaklığını hissederek dalıyordum uykuya. Keşke ellerim oraya kadar uzasa boynuna dolasam, onu oradan çekip alsam ve yorganımın altına koyup sarılarak uyusam, uyuduktan sonra da kaçmasın diye bir bacağını bacaklarımın arasında kilitlesem diyordum. Yarım metreyi geçmeyen kollarımı yukarıya her iki yanına kaldırırdım o yıldızın.
Bir gün annem bu gün babanı görmeye gideceğiz dediğinde çok şaşırmıştım. Oraya nasıl gidebilirdik ki? Kafamda bir sürü cevapsız soru kümelendi. Annemin bazı zamanlar beni ninemle bırakıp bindiği otobüse mi binecektim ve sonra nineme el mi sallayacaktım camın diğer tarafından? Acaba ninem yine yüzünü saklayarak sessiz-sessiz ağlayacak mıydı otobüs hareket edip biz gittikten sonra. Yine tülbendi ıpıslak olacak mıydı sildiğinde yüzünü?
Sonra düşündüğüm gibi oldu. Demek ki annem o zamanlarda bizi bırakıp babamın yanına gidiyormuş. Annemin yanına oturup nineme el salladıktan sonra anneme sorduydum neden ninem de gelmiyor diye. O da oğlunu görmek istemiyor muydu? Annem susup yutkundu gözlerini kaçırdı benden. İçim içime sığmadı otobüs hareket ettiğinde. Sonra kafamdaki tüm soruları unutup yol kenarında pencerenin önünde kayıp giden ağaçları, evleri, başka-başka arabaları seyre daldım.
Uyumak istemiyordum, otobüs ne zaman havalanacak görmek istiyordum. Sonra uykunun pençelerinden kaçıp gözlerimi açtığımda hala yerde olduğumuzu ve günün ağardığını gördüm pencereden. Demek ki gece boyunca yol gitmişiz. Gündüz babam uyur dedim, bir sonraki gece göreceğiz diye düşündüm. Geç kalacağız diye mırıldanıyordu kendi kendine annem, telaşlıydı, ikide bir saate bakıyordu.
Bir süre sonra birçok otobüsün olduğu büyük bir alandan içeri girdi otobüsümüz. İner inmez annem elimden çekiştirerek, adeta beni sürükleyerek daha küçük bir otobüse bindiğimizde, yolun bitmediğini düşündüm ve çok sevindim. Demek ki bu küçük otobüs havalanacaktı. Her yerin bembeyaz olduğunu fark ettim camdan dışarıyı seyrettiğimde. Hiç bir şeyi kendi rengiyle görememek ne kötüydü. Ne çok ağaç vardı buralarda, kışın bile yaprakları dökülmeyen ağaçlardan. Bizim oradaki ağaçlar kar yağdığında çırçıplak olurlardı oysa bunlar öyle değil, hâlâ yaprakları vardı kar altında.
Bir an kulağıma o melodinin geldiğini, donmuş bilgisayar ekranı gibi sınıfın içindeki her şeyin kıpırtısız kaldığını fark ettim. Ne olmuştu bu çocuklara? Daha melodinin ilk dörtlüğü bitmeden kapıya hücuma giden çocuklar neden donmuştu. Ne yapıyorsun Nedim dedi içimden kazık kadar sert sese kızarak. Nedim de kim dedi başka bir ses peşinden. Kaç tane iç sesim vardı? Ne çok geldi içimden sesler, biri birini cevapladılar. Biri Nedim kim diye sordu, diğeri he ya sahi Nedim kim diye tekrarladı, biri Nudem o, dili sürttü galiba dedi, bir başkası ne Nudemi? Sen Nurettin değil misin diye göğüs kafesimi yumrukladı durdu. Kafamın içindeki o kocaman kilise çanının ipini çekiştiriyorlardı bir birlerinin ellerinden. Yeter diye bağırınca göğsüm söküldü sandım. Hadi çocuklar teneffüse çıkabilirsiniz deyip, kızarmış yüzümü kapıya yönelttim, hızlı adımlarla dışarı attım kendimi.
Ah be çocuk! Nerden çıktı bu soru? Babalar günü değil, bir şey değil, dersin konusu ile de hiç ilgili değil, birimden bütüne konusunun ne ilgisi var be gözüm babanın? Okul kapısının karşısındaki bakkala varmış sigaramı yakmışım bile. Ulan Nudem, yirmi yıldır sınıfta, derste kendinle ilgili bir şey anlatmamış birisin, ne oldu sana böyle? Hem senin baban cezaevine düşmedi, çocukluğunda böyle bir şey yaşamadın, ne oldu oğlum sana böyle? Olsun diyor içimdeki yumuşak ses kaba sesi yanıtlıyor; kendisi cezaevine girdi ya diyor, oğlu dışarıdaydı ya. Hayır, hayır oğlumun sesi içime girip bunları anlatmış olamaz. Hem senin oğlun o kadar küçük değildi o beşinci sınıfa giden kocaman bir delikanlıydı.
Bizim zamanımızda çıngıraklı zil vardı Yusuf amca çalardı koridor boyu, şimdi bu melodiler teneffüs başlangıcı için ayrı, öğrenci girişi için ayrı, öğretmen girişi için ayrı. Gerçi elektrikler kesildiği zaman burada da nostalji takılıyoruz ama Yusuf amca gibi sallamıyor buradaki güvenlik görevlisi Yusuf. Ne tesadüf değil mi, Yusuf amca ve Yusuf?
Ben 5 yaşlarındayken ölmüş babam, yüzünü hiç hatırlamıyorum, annemin söylediğine bakılırsa çocukluğum hastalıklı dönemine denk gelmiş ve onu kızdırmak için elimden geleni ardıma koymuyor muşum.
Of sınıfa da hiç gidesim yok. Ne diyeceğim şimdi çocuklara, hikâyenin devamı diye?
Çocuklar ben bir hikâye uydurdum mu diyeyim? Merdivenler tırmanırken yine sesini kınından çekip kılıç gibi beynimin merkezine sokuyor o patavatsız iç ses. Sahi Burak’ın babası polis değil miydi diyor içimdeki kadife ses öne atılarak. Burak kim lan diyor patavatsız. Kadife bey; Hani ona babasını soran çocuk vardı ya diye sesleniyor kaya beye.
Doğru, doğru Burak sordu soruyu. Daha çocukları tanımıyorsun hocam kaç hafta oldu ki okul açılalı diyor içimde dev kütleli kaya. Tanıyorum diyorum ona. İlk derste çocukları tanısın diye ritim nedir diye sordu ya sınıfa, sonra sırayla tek-tek cevaplarını dinlemişti ya. Ah kadife ses ah! Samime Sanay!ın sesi kadar kadife ses, sen olmazsan ne diyecektim bu Allah’ın ova görmemiş dinazoruna?
Kapıyı açmamla uğultunun kesilmesi bir oluyor. Allah’ım ne oldu ya bu çocuklara? Sınıfa girdiğimde beş dakika oğlum sus, kızım önüne dön, Ali sırana geç demeden susmazdı bunlar. Bilsem böyle hep susacaklar daha çok öykü uydururum.
– Burak gelsene oğlum yanıma.
Sınıfa ritim deyince aklımıza ne geliyor diye sorduğumda, en farklı cevabı verdi diye sormuştum adını. Yıllardır ilk dersine girdiğim sınıfta çocukları bu şekilde tanımaya çalışmıştım, bir klasiğim idi. Hiç unutmam bir keresinde Can diye bir çocuk vardı. Mimar Sinan’da çalışırken, bu resimde ne görüyorsun sorusuna en ilginç cevabı verip ağzımı açık bırakmıştı. Can değildi hocam o çocuk Ahmet Can’dı lütfen adını doğru söyle diyor kazmases.
Alıştım artık, yıllardır içimde yaşıyor. Ben de hatırladım diyor kadife bey. Sınıftaki tüm öğrencilere okyanusta yüzen yunus balığı görünümlü beyaz tatil gemisi resmi göstermişti değil mi? Evet deyip hemen devreye giriyorum. Sınıftaki çocukların hemen-hemen hepsi özgürlük, keyif, tatil, mutluluk gibi abuk-sabuk cevaplar verirken, Can; öğretmenim bu fotoğraf insanlar arasındaki sınıf ayrılığını anlatıyor bana demişti. Yüzündeki şaşkın ifadesiyle nasıl yani demiştin hocam. Evet demiştim kaya bey, sormayaydım nerden bilebilirdim çocuğun neyi kastettiğini?
– Öğretmenim o gemi lüks bir seyahat gemisi değil mi?
– Evet, Yunus balığından esinlenip yapılmış bir seyahat gemisi
– O gemiye insanlar eğlenmek, dinlenmek ve gezmek için bir ton para vermiyorlar mı?
– Tamam da bunların sınıf, ayrılık gibi terimlerle ne ilgisi var?
– Öğretmenim o gemiye para vererek binenler odalarını temizliyor, bulaşıklarını kendilerimi yıkıyorlar?
– Ne yani bir de bulaşık mı yıkasınlar?
– İşte bende onu dedim öğretmenim. O gemide bazıları para harcamak için biner, bazıları da para kazanmak için onlara hizmet ederler.
Gene daldın bak! Çocuğu yanına çağırdın ve onu unuttun. Bu defa kızmıyorum tenekeses’e. Haklı, tahtada sınıfa dönük başı eğik öylece bekliyor garibim.
– Yaklaş oğlum.
Yanıma geldiğinde sandalyenden doğrulup ona sınıfın duymayacağı şekilde;
– Senin annen baban ayrıydılar değil mi?
– Evet Öğretmenim
– Baban ile yaşıyorsun.
– Evet öğretmenim
– Annen ile niye yaşamıyorsun?
– Onun ekonomik durumu yoktu o yüzden babamla kalıyordum.
– Dum?
– Babaannemle kalıyorum şimdi.
– Baban polisti değil mi?
– Evet öğretmenim ama üç aydır polis değil.
– Nasıl yani?
– Babam üç aydır cezaevinde öğretmenim.
- Devrilen Çınarlar Sessiz Gitmez - 28 Temmuz 2017
- Bir Market Büroşürüne Yazılan Öykü - 29 Haziran 2017
- Tırtıl… - 14 Haziran 2017