Varoluş Hakkı

Varoluş bir suç olabilir mi? Bir insanın bedeni ve düşünceleri varoluşunun temellerini  oluşturur. İnsan doğum anında ete ve kemiğe bürünürken, bir cinsiyet ile dünyaya gelir.  Bazen de biyolojik olarak çift cinsiyetli doğanlar vardır. Sonrasını içinde yaşadığımız toplumun belirlediği roller şekillendirir. Yani, toplumsal cinsiyet rolleri. Bunu en iyi açıklayan, Fransız yazar ve feminist filozof Simone de Beauvoir’dır. Simone de Beauvoir toplumsal  cinsiyet rollerini sorgular ve şöyle ifade eder : “Kadın doğulmaz kadın olunur.” İçinde  bulunduğunuz toplumsal yapıya göre cinsiyet rolleri belirlenir ve giyiminizden,  davranışlarınıza kadar her şeyi bu roller belirler. Psikolojik olarak duygu ve düşünce  dünyanız bu roller etrafında şekillenir. Mesela, bu rollere göre erkek güçlü olmalıdır, kadın ise  fedakar ve cefakar.  

Özel mülkiyet dünyasında, erkek egemen zihniyetin üst yapısında şekillenir  yaşadığımız bu dünya. İşte böyle bir toplumsal yapıda, cinsel yönelimi farklı olanlar için hayat  oldukça zor hale gelir. Aynı zamanda, bu toplumsal cinsiyet rollerini sorgulayanlar için de  hayat zordur. Ve içinde yaşadığınız coğrafyaya göre kültürel yapı her şeyi daha karmaşık  hale getirebilir. 

Sözü daha fazla uzatmadan asıl meseleye geleyim. Türkiye’de LGBTIQ+ yurttaşların  yaşamı her zaman çetrefilli olmuştur. Öyle ki, görünmezlik zırhına bürünerek hayatta  kalmaya çalışmışlardır. Ülkenin meşhur sanatçısı Bülent Ersoy, bu görünmezlik perdesini  sahnede yırtmış ve toplumun karşısına alenen çıkarak “ben varım, biz varız” demiştir. Bülent  Ersoy’un görünmezlik perdesini yırtması, dönemin darbeci paşası Kenan Evren’i rahatsız  etmiş ve cuntacılar Bülent Ersoy’a hapishane yolunu göstererek susturmak istemişti.  Ardından, toplumun önüne daha kalın bir görünmezlik perdesi çekmek istemişlerdi. 1980  Amerikancı askeri faşist darbe ile tüm ülke zapt-u rapt altına alınırken, en temel insan hakları  askıya alınmıştı. Amerikancı askeri cunta rejiminin toplum mühendisliği, yaşamın her alanını  tek tipleştiriyordu. Bu tek tipçi politikalarda ise LGBTI’lere hiç yer yoktu.  

LGBTI’lerin yaşam hakkı ancak görünmezlik perdesinin ardında mümkündü. O perde  sınırları belirliyordu. O sınırları aşanlar ise bir şekilde cezalandırılıyordu. Baskılar ne kadar  yoğun olursa olsun, o görünmezlik perdesinin ardında hayatlar vardı. Yaşamdı ve canlıydı  perdenin ardı. Bundan olsa gerek, görünmezlik perdesi dikiş tutmuyordu. Bazen, Zeki Müren  olup çıkıyordu sahnenin önüne, hem görünür hem görünmez oluyordu! Leonardo da Vinci, 

Zeki Müren’in bir tablosunu çizseydi, bir yanı görünür bir yanı görünmez olurdu muhtemelen.  Mona Lisa tablosunda bir türlü anlayamadığımız o ifadesizlik gibi… Lakin, görünmezliğin  ardı canlıysa eğer bir şekilde kendini gösteriyordu. “Dertli gönüllere giren işte benim Zeki  Müren” diyerek milyonlarca insana varoluşunu haykırıyordu. 

1980’li yıllar 1990’lı yıllara ve oradan da milenyum çağına vardı. Görünmezlik perdesi  artık tel tel dökülmeye başlamıştı. LGBTI’ler dernekleşmeye ve toplumsal yaşamda varlık  haklarını yüksek sesle dile getirmeye başlamışlardı. Zaman değişirken toplumda değişmeye  başlamış, bağrında sakladığı evlatlarının bir utanç olmadığını kavramaya başlamıştı.

Toplumsal yapı yahut devletsel yapı, sindiremediği gerçekleri kusmak ister. Gerçeğin  o kusmukta boğulacağını sanır. Fakat, yanılgının derinliklerine kulaç atmaktadırlar. Öyle ki, gerçek yanılgının tüm salınımlarına rağmen kendini usulca gösterir. Çözüm ise o gerçeğin  içerisindedir. Parmağını boğazına sokup, gırtlağını parçalayarak kusmaya çalışsan bile  gerçeklik boğazında düğüm olacaktır. O düğüm bazen insanı ölüme bile götürür. Demek ki, gerçekliği kavramamak bazen ölümcül olabiliyor. Buradan yola çıkarsak, önce gerçekliği  kavramamız, bize çözüm yollarını gösterecek en önemli etken olacaktır. 

Türkiye’de en önemli sorunumuz, gerçeği kavrayamamanın getirdiği salınımlarda  yanılgılar içinde kulaç atıyor olmamızdır. Bu yanılgılar, bazen en ilericimizi bile tesiri altına  alıyor. Hal böyleyken, devletin ve rejimin baskıcı politikaları, olayları ve olguları  karmaşıklaştırırken, çözümsüzlük cezai yaptırımlarla çözülmek isteniyor. İşte 11. Yargı  Paketi kapsamında cinsel kimlikle ilgili yasa değişikliği bu zihniyetin ürünüdür. 

11.Yargı Paketi gündeme geldiğinden beri LGBTI’ler topluma yaşam haklarının  güvence altında olmadığını ve cezai yaptırımlarla toplumdan tamamıyla dışlanma  politikalarıyla karşı karşıya olduklarını anlatmaya çalışırken, “biz varız bizi nasıl yok  edeceksiniz” sorusunu dile getiriyorlar. İşte tam bu noktada, varoluş hakkı, yani bir insanın en  temel hakkı olan yaşam hakkının yasalar eliyle gasp edilmeye çalışılması ile karşı karşıyayız.  Oysa yasalar, bütün yurttaşların yaşam hakkını garantiye almakla yükümlü değil midir?  Yasalar, şayet yurttaşların yaşam hakkını gasp ediyorsa, o yasaların meşruluğu var mıdır? 

11.Yargı Paketi taslağına göre “Hayasızca hareketler” başlıklı madde gereğince  doğuştan gelen biyolojik cinsiyete ve genel ahlaka aykırı tutum ve davranışlar ve bunların  özendirilmesi bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasına çarptırılacakmış. Bu tarz muğlak  kavramların, AKP’nin siyasal islam rejiminin ahlak anlayışına göre altını doldurarak LGBTI’  lerin varoluşu suç kapsamına sokulmaya çalışılmaktadır. 

Bu yasa taslağı bana vakti zamanında Konya’lı Hatice teyzenin bile zina suçundan  hapishaneye girmesini hatırlatıyor. Bu zina yasası yüzünden nice kadın ve erkek hapislere  atılarak cezalandırıldı, toplum dışına itilmeye çalışıldı. İnsanları hapishaneye atmak, aldatma  olaylarını bitirdi mi? Ya da halkımız sevmekten ve sevişmekten vazgeçti mi? Biraz  karikatürize ediyorum ama ne yazık ki bu kadar saçma bir durum. Daha fenası bu  saçmalıklar yüzünden insanlar canlarından oluyor. Kadın cinayetleri yahut LGBTI’lere dönük  nefret cinayetlerinin kaynağı bu politikalardır. Evlatlarını timsah gibi yutan bir devlet yapısı,  evlatlarını yok ederken, kendi varlığını da uçuruma doğru sürükler.  

Ne bedensel varlık ne de düşünsel varlık suç değildir. Birçoğumuz düşüncelerimizden  dolayı mahkemelerde yargılanmadık mı? Bedenlerimiz toplumsal yapıya uygundu ama  düşüncelerimiz “yüce devletlüleri” rahatsız ediyordu. Muktedirler, düşüncelerimizi yok etmek  için bedenlerimizi hapishanelere göndermedi mi? Ne alakası var demeyin, bu bir varoluş  sorunudur. Biz düşüncelerimizi özgürce ifade etmek istiyorduk, LGBTI’ler ise bedensel  varlıklarını, cinsel kimliklerini özgürce ifade etmek istiyor. En temel insani hak olan, yaşam  hakkını talep ediyorlar.

Varoluş suç olabilir mi? İster bedensel varlık olsun ister düşünsel varlık olsun, cezai  yaptırımlarla yok edilebilir mi? Görünmezlik perdesinin ardında bir yaşam varsa, o yaşamı  yok edebilir misiniz? Yaşam mutlaka bir yerden bir fide halinde de olsa boy verecektir. Ne  kadar muktedir olursanız olun, yaşamın varoluş enerjisine karşı koyulamaz. Yaşam devam  ettikçe varoluş tomurcuk tomurcuk filizlenecektir. 

Toplumu oluşturan bireyler, birbiriyle görünür ve görünmez bağlarla iç içedir. Bu  bağlar, birbirini besler ve geliştirir. Bu yüzden toplumun bir kesimine uygulanan baskı ve hak  gaspları hepimizin özgürlüğünü etkiler. LGBTI’lere uygulanan baskılara tepkisiz kalmak, yarın  hepimizi esaret altına sürükleyecektir. Yaşam hakkı en temel insani haktır. Bu bir varoluş  hakkıdır. Ve her varoluş, bir şekilde kendini ifade edecek yolu bulur.