Kapıdan girince, içeriyi her zamanki gibi ağır bir koku kapladı. Doğruca geçip koltuğa oturdu ve son zamanlarda edindiği bir alışkanlıkla ağzından çıkan ilk cümle:
_ Ölcem ben ölcem
oldu. Nedense bu cümleyi her tekrar edişinde aklımdan “hepimiz öleceğiz” demek geçiyor. Yine dilimin ucuna kadar geldi ama sustum. Onun yakınmaya hepimizden çok hakkı var aslında.
Henüz ellisini geçmemiş olmasına rağmen ağzında hiç diş yok. Abartı falan değil, kelimenin gerçek anlamıyla sıfırdan bahsediyorum. Bir de Bulgar şivesiyle konuştuğundan söylediklerini anlamak için biraz idmanlı olmanız gerekiyor.
Bulgaristan’dan Arnavut asıllı kocasıyla göçmüş gelmiş. Ancak bu onların ilk göç denemesi değil. İlkinde daha çocukmuş. Akın akın Bulgar Türkleri Türkiye’ye göçüyorlarmış. Bizimkiler de karar vermişler gelmeye. Başlarında en büyük olarak babaanne var o zamanlar. Yola çıkmadan börek yapmaya koyulmuş. Yol uzun ya yolluk yapılacak. İşte bu börek yapma süresi kadar zaman farkla girememişler Türkiye’ye. Neden mi? Bulgar sınırı kapatmış da ondan. Gerisin geriye dönmek zorunda kalmışlar tabii.
_Kader, der, işte böyle zamanlarda oyununu oynuyor. Biz o zaman geçebilseydik sınırı belki de annem bizi terk etmezdi..
Güya hiç sevmiyor annesini. Küsmüş, konuşmuyor onunla. Küçük çocukken babasıyla bırakmış ve karnında kardeşi olduğu halde bir başka adama kaçıvermiş. Onu ve melek babasını… bütün bunları anlatırken yine de hiç kötü söz çıkmaz ağzından annesi hakkında.
_ Boyu benden yüksektir. Gök gözlü, hem teni de bembeyazdır. Ben babama benzemişim. Ama kardeşim aynı anneme benziyor, çok güzel.
Böyle diyor ama gençliğinde köyün en güzel kızı olduğunu söylemekten de geri durmuyor.
_Köyün en güzel delikanlısını ben aldım, diyor. Bütün kızlar ona hayranmış ama o Cemile’yi sevmiş.
Karşımda oturan kadına şöyle bir daha baktım. Güneş altında çalışmaktan kapkara olmuş ve kalınlaşmış derisine, dişsiz ağzına ve dişsizliği yüzünden çökmüş yanaklarına…
_ Ah ben ne güzel kadındım eskiden
Bu sözü duyunca yanaklarımı ateş bastı. Nasıl anladı ki ne düşündüğümü şimdi?
Aslında onun yaşadığı hayatı hangimiz yaşasak bizde de ne güzellik kalırdı ne de sağlık. Tam ikiyüz köpekle bir arada, boş bir arazide, bir karavanın içinde yaşamanın imkansızlığını sanırım herkes kabul eder. Hayal etmenizi kolaylaştırmak için anlatayım. Hani filmlerde savaş sonrası sahneleri vardır, bomba düşmüş ve terk edilmiş arazi görünümü. Öyle etrafta birkaç varil vardır, her yer toz içindedir, rüzgarla beraber yuvarlanan çalı ve toz topakları olur. İşte aynen öyle bir yer. Kuru toprak bir arazinin merkezine eski bir karavan yerleştirin. Etrafına limon kasasından derme çatma yapılmış sözde köpek kulübelerini koyun. Sonra bu sahnenin başrol oyuncuları olan yüzlerce köpek. Kimi o
kulübelerin önüne bağlanmış, kiminin zinciri öylece yere çakılmış ve kimi serbest halde yüzlerce köpek. Bir de “onlar süs köpeği sokakta yaşayamaz” dediği kırk elli tanesi var ki, onlar da o karavanın içinde kendisiyle beraber yaşıyor. Bilmem bunları belirtmeye gerek var mı ama; yaşadığı yerde tuvalet yok, banyo yok, akan su yok, elektrik yok ve yok, yok, yok.
Hal böyle olunca üzerine sinen o ağır kokunun sebebi de kendiliğinden açıklanmış oluyor herhalde. Sakın onu pis bir kadın zannetmeyin. Parası oldukça hamama gider ya da ona sırtını dönmemiş birkaç akrabasına gider ve yıkanır. Yazları işler daha kolay, hiçbir şey olmasa güneşin altında ısıttığı suyu döküveriyor başından aşağı ama kışları ne de olsa insan daha sıcak bir ortam arıyor. Ne kadar yıkanırsa yıkansın sadece temiz oluyor ama üzerine sinen o koku aynı, yaşam devam ettiği sürece asla çıkmıyor. İnsana bir gün suya bassanız yine de çıkmazmış hissi veriyor.
Eski güzel günlerinden bahsederken “hanımlık günlerim” der. Hanımlık günlerinde hayat böyle değil tabii. Hayvanları hep çok sevmiş. Köyde büyüdüğü için ömrü boyunca hep bir hayvanı mutlaka olmuş. Kendisinin iyi olarak nitelendirebileceği tüm huyları gibi, hayvan sevgisini de babasından almış. Rahmetlik de çok merhametliymiş.
İstanbul’a göçtüğü zaman kocasıyla beraber adada yaşıyorlarmış. Cemile, kocası ve bir de güzeller güzeli mavi gözlü köpeği Prenses. Prensesi babası hediye etmiş. Her hanım gibi onun da güzel, temiz bir evi ve bir de köpeği varmış. Vakit gelip de köpek çiftleşince evdeki köpek sayısı üçe çıkmış ama Cemile hamarat kadın, zaten ev de adada dedik ya bahçesi de var, sorun olacak bir şey yok yani ortada. Bir tek sorun var o da kocasının kumara düşkünlüğü. Adam aslında nalbant. Güzel iş yapıyor ve güzel de kazanıyor ama sabah kazandığını akşam kumarda yiyor. Yeri gelmişken söyleyeyim bu koca, Bulgaristan’daki köyün en güzel çocuğu olan koca değil. O çok içki içtiğinden erken yaşta ölmüş. Bu ise Arnavut olan, yani ikinci koca. Bu nasıl bir şans demeyin hayat romansı olacak ya, her şey de ona göre gelişiyor. Ayrıca bana sorarsanız Cemile’nin dediği gibi her şey sadece “kader işte” de değil. O hayatı roman tadına sokan biraz da insanın kendisi. Kaderin karşısına çıkarttığı seçeneklerde verdiği kararlarda sanki kendisinin hiçbir payı yokmuş gibi sakince “kader işte” deyip geçmek…
Neyse konuya geri dönelim. Kumara kendi kazandıkları yetmezse Cemile’nin kazandıklarını da eklemeye başlayınca Cemile de kolay harcanmasın diye kendi kazancını bileziktir, yüzüktür altın yapıp saklamaya başlıyor. Ve bir gün, tam da canına tak dediği gece alıp başını, yok yok sadece kendi başına değil altınlarını ve elbette ki köpeklerini de alarak evden kaçıyor. Cemile, Prenses, Benji ve Boncuk
yeni bir hayata o geceyi adadaki terk edilmiş metruk bir evde sabahlayarak adım atıyorlar. Aslında o geceyle birlikte Cemile’nin hanımlık günlerine de bir nokta konmuş oluyor. Tabii o dakikalarda kendisi de dahil olmak üzere bundan hiç kimsenin haberi yok. Sabah ola hayrola dilekleriyle geçirilen sıra dışı bir gece işte.
Dünyanın, güneşin ve kendi etrafında dönmeye devam ettiği her gün gibi o gecenin de bir sabahı oluyor ama hayır mı oluyor şer mi bellisiz.
Sabahın ilk vapuru ile doğruca şehre gidiyor. Oradan bir an evvel uzaklaşmaya çalışıyor. Kaçıyor yani kocasından. Kaçıyor ama tıpkı annesi gibi onun da hakkını hiç yemiyor. Şu kumar illetine hiç kapılmamış olsa aslında çok iyi bir insan olduğunu hep söyler. Bir keresinde İstanbul’dan adaya dönüyorlarmış. Vapurda tam karşılarında oturan aile alel acele inerken valizlerinden birini unutmuş. Tahmin edeceğiniz gibi bizimkiler alıyorlar valizi, liman şefliğine teslim edecekler ki, adam sorarsa
bulsun diye. Fakat teslim etmeden önce bir adres veya bir telefon numarası bulmak için açınca, valizin ağzına kadar para dolu olduğunu görüyorlar. O zaman valizi liman şefliğine teslim etmekten vazgeçip doğruca eve götürüyorlar. Yok yok sandığınız gibi paraların üstüne konmak için değil, bu kadar çok parayı kimseye vermeye güvenmedikleri için. Şefliğe adreslerini bırakıp valizi soran olursa gönder gelsin diyip çıkıp gidiyorlar.
Uzun zaman geçmeden bir adam kapılarını çalıyor tabii. Otuz küsür yıldır Almanya’da çalışıp biriktirdiği tüm parayla ülkeye kesin dönüş yapan bir gurbetçiymiş meğerse. Yıllarca biriktirdiğini bir dakikada kaybettiğini sanan adam karşısında bu kadar iyi niyetli insanları görünce hüngür hüngür ağlıyor. Sarılıp ellerini öpmeye kalkışıyor. Çiftimiz insanlık görevini yapmanın huzuru içerisinde adamın teklif ettiği bir miktar parayı da kabul etmiyorlar. Hiçbir şekilde kocasının o paradan –kendi deyimiyle- bir santim bile almayı düşünmemiş olması Cemile’yi çok gururlandırıyor mesela.
Gel gelelim sadece insanlıkla hayat geçmiyor, evlilik yürümüyor. Elbette o evi terk ederken her şeyin daha iyi olacağına dair umutları vardı, ancak şu perişan halinde bile yaptığına pişman değil. Evet, beklediği yaşam tarzı bu değildi ama orda da daha fazla yaşayamazdı. Yapması gerekeni yaptı ancak şansı yaver gitmeyince aldığı tüm riskler gerçekleşti.
Nasıl mı? İstanbul’da doğruca bir akrabasının evine gitti. Kendine bir düzen kurana kadar orada idare edecekti. Fakat fazla zaman geçmeden üç köpekle hiç kimsenin evine sığamadığını anladı. İşleri bir an evvel hızlandırıp kendi hayatına çeki düzen vermeye karar verdi: “Altınlarımı çıkın yapmıştım” dediğine göre hatırı sayılır miktarda altını da vardı. Gazete ilanıyla varoş bir semtte satılık müstakil bir ev buldu. Bir an evvel taşınma telaşıyla altınlarını bozdurup evi almaya gitti. Ancak iş, parayı ödemeye gelince çantasının açık olduğunu fark etti. Anlaşılan Salı Pazarı’nın oradan geçerken kalabalıkta kapkaççılara kaptırmıştı tüm paralarını ve geleceğini. Karakoldur, tutanaktır her ne yapılması gerekiyorsa yapıldı ama elde edilen, zehir gibi bir günün yorgunluğu ve üzüntüsünden başka hiçbir şey olmadı. Karşısına çıkan, kendisi gibi ahlakını paranın üstünde tutacak kadar erdemli bir insan değildi.
İyilik yap iyilik bul diye öğretiliyor ama düşenin de dostu olmuyor ne yazık ki. Paralar da çalınınca Cemile daha da bir sığamaz oluyor akraba evlerine, belki de sadece kendisi öyle hissediyor. Üç köpekle kiralık ev de bulunamadığını kısa zamanda öğreniyor.
Bugün yaşadığı hayatın temellerini aslında o günlerde atmış oluyor. Nasıl mı? Bir köpek barınağında iş bularak. Orada çalışırken kalabileceği bir oda da vermiş olmaları o günler için hayatının şansı olarak görünüyor gözüne. Barınakta kalan hayvanların beslenmesi temizliği ile ilgilenmek o kadar da zor gelmiyor ona. Bu sayede kendi köpekleri de kimsenin gözüne batmadan beraberce yaşayıp gidecek. Ancak bu huzurlu günler onun tahmin ettiği gibi ömür boyu sürmüyor. Daha önce Cemile’nin inadından ve dik başlılığından hiç bahsetmiş miydim? Etmediysem bile şimdiye kadar anlattıklarım herhalde size bir ipucu vermiştir.
_ Yapılan haksızlıklara dayanamadım. Hayvanların rızkını yemelerine göz yumamazdım.
İşte böyle diyor ya, onlar da Cemile’nin orada daha fazla kalmasına göz yumamazlardı. Kavga kıyamet derken Cemile’ye yine sokak yolları gözüküyor. Hem de bu sefer bir daha hiç evi olmamacasına.
Bu bir kısır döngü mü desem, yoksa bataklık misali çırpındıkça daha da dibe saplandığın bir durum mu desem bilmiyorum.
“Hani benim kaldığım arazinin orda bir top sahası var ya, işte onlar futbolcular üstünü değişsin diye tutuyorlarmış bu karavanı. Eskiyince dışarı atmışlar. Ben de gittim içine yerleştim” ile başlayan ve yüzelli –ikiyüz köpekle yaşamaya varan bir hayat.
_ Bunu yolda buldu, topallıyordu dayanamadım aldım.
_Bunu köpek sevdiğimi duyunca filanca hanım getirdi, kocası istemiyormuş. Yiyecek parasını o ölene kadar ben veririm demişti ama bir daha yüzünü hiç görmedim.
_Bunu bir hostes kız vardı, o getirdi.
Daha sayılabilecek yüzlerce hikayeyle, ölmemek için köpeklere adanmış bir hayat. Artık buna hayat derseniz. Ben dedim. Hatta bu hayatı o kadar gerçek üstü buldum ki ona romansı hayat dedim.
Bugün sabah haberleri Cemile’nin ölüm haberini verirlerken ellibeş yaşlarında olduğunu söylediler. Demek ki ben bu yazıyı yazalı en azından dört-beş sene olmuş. O günlerde, yıllar sonra bu yazıyı bilgisayarımın mekanik hafızasından çıkartarak bir de ölüm haberini ekleyebileceğimi hiç düşünmemişim doğrusu. Hele ki böyle fecisini…
Şimdi bu kadıncağızın ölümü nasıl olur da haberlere konu olur derseniz ben de size aynı haber kanalının sözleriyle cevap vereyim: “Osmaniye’deki Bakırköy Köpek Barınağının yanındaki barakada bu günün ilk saatlerinde yangın çıktı. Çıkan yangında burada yaşayan hayvan sever bir kadın hayatını yanarak kaybederken altı köpek de telef oldu.” İşte böyle kısacık, duygudan yoksun birkaç cümlelik bir sabah haberi… Aynı haberde Belediyenin onu aslında huzurevine yatırmaya çalıştığından ama kendisinin reddettiğinden de dem vuruluyordu. Nereden bilecekler onun aklını ve yaşamını sadece köpekleriyle birlikteyken koruyabildiğini. O ne hastalıklarla mücadele etmişti oysa ki. En önemlisi çok ağır şeker hastasıydı.
_ Benimkisi asabi şeker, bir iniyor bir biniyor derdi.
Gerçekten de defalarca gerek yüksek şekerden gerekse düşük şekerden komaya girmişti.
Bir defasında da köpeklerin arasında dolaşırken çivi batmıştı ayağına ve şeker hastası olduğunda kangren olmuştu. Kızılay’da kesmek lazım demişlerdi ama o bile iyileşmişti. Bu bakımsız ortamda, böylesine ağır şeker hastasıyken ölümüne bir kıvılcımın sebep olacağı kimsenin aklına gelmezdi.
En son bulunduğu araziye inşaat yapılacağı gerekçesiyle apar topar uzaklaştırıldıktan sonra büyük barınma sorunları yaşamıştı. Bir kez daha boş bir araziye konaklayamamıştı, barınaklar da köpeklerine ancak geçici bir süre için bakıyorlardı. Birkaç barınak gezdikten sonra en son Bakırköy Barınağı, kendi köpeklerinin işini yapması şartıyla almıştı köpeklerini. Ancak kendisi için kalacak bir yer bulamamıştı. Gündüzleri köpekleri ile ilgileniyor geceleri de barınak kapısının önünde yatıyordu. Neyse ki yaz günleriydi ama kışları da düşünmek lazımdı. O da kapının yanına, işte o uyuduğu yere,
derme çatma bir baraka yapmıştı. Demek Belediye göz yummuştu bu duruma ki, geçtiğimiz yazdan beri orada kalıyordu. O küçük barakada kendisi ve hanımlık günlerinden kalma (ve onlardan olma) altı sevgili köpeği ile yaşıyordu. Artık buna yaşamak denirse. Ben dedim. Hatta bu hayatı o kadar gerçek üstü buldum ki ona romansı hayat dedim. Fakat romanlar mutlu sonları severler be Cemile. Seninki çok hüzünlü bitti. Yürek paralayan bir hayat, yürek paralayan bir acıyla son buldu.
Işıklar içinde yat. Seni özleyeceğiz.
- Romansı Hayatlar - 14 Haziran 2022