Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler, çoğu zaman adım adım ilerleyen bir dönüşümün işaretlerini gözler önüne seriyor. Suriye iç savaşı sonrası bölge, eski dengelerin çöktüğü, yeni aktörlerin sahneye çıktığı ve bazı gerçeklerin artık inkâr edilemeyecek kadar görünür olduğu bir döneme girdi. Bu gerçeklerden belki de en önemlisi, Suriye’nin kuzeyinde fiilen kurulan Kürt siyasi ve askeri varlığın kalıcılığıdır.
2011’den sonraki çatışmalar belli bir doygunluk noktasına ulaştığında, kuzey Suriye’de kurulan yapı, bugün uluslararası siyaset açısından tartışmasız bir veri haline geldi. Bu tabloyu ortaya çıkaran güçler—ABD, İngiltere ve genel anlamıyla Batı—artık sahadaki gerçekliği kendi jeopolitik hesaplarının merkezine oturtmuş durumda. Ancak bu denklemdeki en hassas nokta, Türkiye ile bu yapı arasındaki gerilim hattını besleyen PKK faktörüdür.
ABD ve İngiltere’nin izlediği yol, yüksek sesle dillendirilmeyen ama sahada net biçimde hissedilen bir stratejiyi gösteriyor. Batı, Suriye’de kurumsallaşan Kürt varlığının sürdürülebilir olabilmesi için Türkiye’nin bu tabloyu kademeli olarak kabullenmesini bekliyor. Ankara’nın sıkça tekrarladığı “PYD = PKK” söyleminin etkisini kırmanın yolu, PKK’yi bölgesel denklemden uzaklaştırmaktan geçiyor.
Washington’ın verdiği mesaj, açık bir ültimatom olmasa da stratejik olarak açıktı: PKK artık Batı’nın Suriye’deki yeni düzeninde ihtiyaç duyulan bir aktör değil; aksine bu düzenin sürdürülebilirliğini tehdit eden bir yük haline gelmişti. Dolaylı ama kararlı biçimde iletilen bu mesaj, örgütün konumunu yeniden tanımlaması gerektiğini ve sahadaki rolünün geçici bir işlevin ötesine geçemeyeceğini ortaya koyuyordu. Bu durum, PKK’nin yalnızca Türkiye için bir güvenlik sorunu olmadığını, aynı zamanda Irak Kürtleri ve Barzani yönetimi açısından da maliyet oluşturduğunu gösteriyor. Artık örgüt, stratejik bir avantajdan çok, uzun vadeli riskler doğuran bir yük hâline gelmişti.
Tam da bu noktada Türkiye, ortaya çıkan boşlukları ve yeni güç dağılımını kendi iç politikasında kullanma yoluna gitti. Ankara, Batı başkentlerinin Suriye’deki Kürt yapılanmasını kabullenme eğilimini, PKK üzerindeki baskıyı ve örgütün daralan manevra alanını bir fırsata çevirmeye çalıştı. “Terörsüz Türkiye” söylemi, bu bağlamda yalnızca bir güvenlik stratejisi değil, aynı zamanda yeni bir siyasi denge kurma girişimi olarak sahneye sürüldü.
Buradaki amaç, PKK’nin alabileceği olası geri çekilme veya tasfiye kararlarını, Türkiye’deki Kürt seçmenle yeni bir yakınlaşmanın zemini hâline getirmekti. İktidar, bu süreci hem kendi siyasal ömrünü uzatmanın aracı olarak hem de uluslararası arenada “sorun çözen devlet” imajını yeniden inşa etmek için kullanmayı hedefledi. Ancak sürecin arka planına bakıldığında, bunun gerçek bir çözüm iradesinden çok, AKP–MHP koalisyonunun iktidarını tahkim etmeye dönük bir strateji olduğu açıkça görülüyor.
Hükümetin attığı adımların temel motivasyonu, Türkiye’nin demokratikleşmesini derinleştirmek değil; DEM Parti’yi kendi kontrol alanına çekerek muhalefeti parçalamak, siyasal alanı daraltmak ve iktidar bloğunu daha uzun süre ayakta tutmaktır. Bu yaklaşımın Kürt meselesine kalıcı bir çözüm üretme ihtimali son derece düşüktür.
Bu nedenle, Kürt siyasal hareketinin mevcut gelişmeleri “tarihi bir fırsat” olarak görme eğilimi risklidir. Çünkü sürecin eksenini belirleyen güç, Türkiye devlet aklının köklü bir dönüşümü değil; uluslararası dengelerin geçici baskısı ve iç politikada iktidarın devamlılığını sağlama arzusudur. Eğer bu tablo, çözüm sürecinin yeniden başlaması gibi umutlarla yorumlanırsa, muhtemel sonuç hayal kırıklığı olacaktır.
Suriye’deki gerçeklik açıktır: Kürtler, bölgenin yeni siyasal haritasının değişmez bir parçasıdır. Bu gerçeği yok saymak ya da geri çevirmeye çalışmak Türkiye’nin çıkarına değildir. Ancak bu gerçek, bugünkü iktidar tarafından demokratikleşme yönünde değil, siyasal mühendislik faaliyetlerinin bir unsuru olarak kullanılmaktadır.
Türkiye’nin önünde duran soru basittir ama cevabı belirleyicidir: Bu ülke, bölgesel değişimin zorunlu kıldığı yeni gerçeklikle yüzleşip demokratik bir siyasal çözüm üretecek mi, yoksa aynı gerilimi kullanarak otoriter düzeni daha da mı derinleştirecek? Ne yazık ki bugün sergilenen pratik, ikinci seçeneğin giderek ağırlık kazandığını gösteriyor.















