Yıl1978, Suadiye Vapuru Kaçırıldı (I)

Ölümün sıradanlaştığı ve tıpkı bugünlerde olduğu gibi, rakamlara indirgendiği, zamanlardı.
Ä°ki gün önce, Bahçelievler’de saatler süren bir toplantıdan beraber çıktığım ve bazen Güngörene, çoÄŸu zaman da evinin bulunduÄŸu GaziosmanpaÅŸa’ya kadar, sohbet ederek yol yürüdüğüm,
Metin Yıldırımtürk’le ilgili, son haberi, onunla beraberce, oturup çay içtiÄŸimiz
Arkadaş kıraathanesinde, adaşı olan Metin ağabeyden öğrendim.
Onun, çok üzgün bir halde, Zeynel ÅŸu habere bir bakar mısın diyerek, getirip masaya bıraktığı, Milliyet gazetesinin manÅŸetinde, Metin Yıldırımtürk’ün fotoÄŸrafını gördüm ve ÅŸoke oldum.
Elimdeki gazete, yalnız yaÅŸayan THKO kurucularından, Metin Yıldırımtürk’ün, evinde ölü bulunduÄŸunu ve intihar ettiÄŸini belirtiyordu.
Donup kaldım, orada.
Çünkü o hafta, yine randevumuz vardı, onunla.
Yaklaşık 6 aydır birlikte çalışıyorduk, Bakırköy bölgesinde.
Aradan 40 yıl geçse de, o günden bugüne, benim için, hiç birşey değişmedi.
Onun intihar ettiğine, asla inanmadım ve intihar lafını edenlerden de, nefret düzeyinde tiksindim.
Çünkü, bilerek ya da bilmeyerek, büyük bir yalana, bir çarpıtmaya ortak oluyorlar.
Metin Yıldırımtürk, Denizlerin arkadaşı ve THKO davasından idam cezası almış, bir devrimciydi.
Uzun yürüyüşlerimizde, bazen kekeme olan dili bir kelimeye takılır ve o kelimeyi söyleyene kadar da, yeniden yürümeye başlamazdı.
Ben onu, kullandığı kod ismiyle tanıyordum tabii ki. Öldüğünde öğrendim, gerçek ismini.
Olağanüstü fedakâr, sessiz sakin, gerekmedikçe konuşmayan biriydi.
Birlikte, Türkiye genelinde kurulmasını hedeflediÄŸimiz Çırak Der’in, çalışmalarını yürütüyorduk.
Liderimizin yaşı daha 17 diye, gülerek takılırdı bana.
Çünkü yaşım, 18’i doldurmadığı için, resmi olarak, kurulacak derneÄŸin yönetim listesinde, yer alma imkanım yoktu ama bu çalışmanın neredeyse bütün yükü, omuzlarıma konmuÅŸtu.
Boylu boslu ve sert yüzlü biri olduğum için,
hiç kimse bilmezdi, daha çocuk olduğumu.

Toplantılarımızı yaptığımız, Bahçelievler Camlıkahve’de bulunan derneÄŸimizde, bize çay getirip götüren ve sonradan tıp doktoru olan, bir baÅŸka kekeme ile, yıllar sonra Londra’da yolumuz kesiÅŸtiÄŸinde, beni hiç tanımamış gibi davranınca. Öldüğü güne kadar, suratına dahi bakmadım, sahtekârın.
Devrim, yiğitler kadar, sahtekârlar da üretir, yürürken.

Vapur hikayesine geleceÄŸim, merak etmeyin.

Önce, onu anlatmam gerekiyor.
Çünkü bugüne kadar, hiç kimse sormadı
Metin Yıldırımtürk’ün, son günlerini.
Hafta da en az iki gün görüştüğünüz, sayısız meseleyi, tartışıp çözüp, anlamaya çalıştığınız ve yanınızdan ayrıldıktan sonra, ölü bulunan, bir insanın, son günleri hiç mi merak edilmez. Bence, hiç merak edilmedi.
Ya da Metin Yıldırımtürk, bizimle olan bu faaliyetlerini, bilmediğimiz bir nedenden ötürü, örgütten gizli saklı yürüttü ki. Ne o çalışma, ne de görüşmelerimiz hakkında, hiç kimse bana, bizlere, tek bir soru dahi sormadı ve
bizim Çırak Der, Metin Yıldırımtürk ile beraber, daha doğmadan ölmüş oldu.
Düşünüyorum da, belki de ölmeden önce, onu en son gören, benim.

Biliyorum lafı biraz uzattım lakin, onun ölümüyle bizim vapur olayı arasında, bir iki gün ara olduğu için, anlatmak zorundaydım.
O mütavazi, fedakâr, örgüte bir kuruş masraf olmasın diye, dünyanın yolunu, yürüyerek kateden, yürürken paltosunun içinde adeta kaybolan, bulduğu her kağıt parçasını, dikkatle okuyan, gazetelerin içine adeta gömülen,
THKO militanı, sevgili Metin Yıldırımtürk’ün ölümü, ağır bir yük gibi kalbimizde dururken, diyorum ki velevki intihar etti.
Onu, intihara sürükleyen koşulları, irdeleyip nedenlerini bulmak yerine, üstünü örterseniz
suçu kabullenmiş, bir sanık olursunuz. Bu sözlerimin gittiği yer belli.

Gelelim, büyüdüğüm mahalleye ve diÄŸer Metin’e. Metin Sarıkaya’ya.

Belki de bir çoğumuz Güngören ismini, Recep İvedik filminden duydu. Çünkü Recep İvedik, filmin bir yerinde, haauyt biz Güngörenliyiz ulan diyordu.

Güngören, 1980 öncesi, kabadayısı, bıçkını, serserisi ve devrimcisi bol. Çok renkli bir mahalleydi. Mesela İzzet Ünver lisesinin biraz üst tarafında, kurduğumuz öğrenci derneğinin tüm kurucuları, bizim yaşımız tutmadığı için, mahallemizin şarapçılarıydı. Hepsi de gönüllü olarak, kurucu üye oldular derneğe.
İşte bu semti bilenler, mutlaka bilirler Arkadaş kıraathanesini.
Bölgedeki ve hatta Ä°stanbul’daki, çoÄŸu devrimcinin, buluÅŸma noktası olmuÅŸ bir yerdi, ArkadaÅŸ kıraathanesi.
Sahibi, Metin Sarıkaya, hem Vatan Partisi ve PÄ°M’den aÄŸabeyimin yoldaşı, hem de köylümüzdü.
Çok gözü kara, çok yiğit bir insandı Metin ağabey. Ben buna bir çok kez, tanıklık ettim.
Özellikle de, Esenler semtinde, sayısız provakasyonun merkezi olan, Ülkü Ocakları binasının basılması eyleminde, onun cesareti ve soğukkanlılığına, hayran oldum. Bir kez de faşistlerin Atatürk anıtına koydukları çelengi, kalabalığın arasından sıyrılarak, tek başına gidip parçaladığını gördüm.
Kahvehanesi, en az üç-dört kez kurşunlandı ve üzerinde baskı oluşturmak için, sayısız kere basıldı ama, onu asla korkutamadılar.
Onunla ilgili, pek çok anım var ama bir tanesini anlatmakla, yetineyim.
Metin ağabeyle olan bu anım, bir yaz tatilinde, onların yanında çalışırken, geçen zamana dair.
Ä°zmit tütünçiftlik’te, Doktorcuların aldığı bir iÅŸten dolayı (Biz onlara, Vatan partili demezdik. Kıvılcımcı ya da Doktorcu derdik) aÄŸabeyim sayesinde, ben de bir çalışan olarak, orada bulunurken gerçekleÅŸti.
6 aydır ücretlerini alamayan, ve perişan olan, İnşaat işçilerini örgütleyerek, Petkim Lojman inşaatlarında, bir grev başlattık.
Grevin başlaması da, çok ilginç oldu. Bir gün mesai sonrası, kaldığımız çok katlı binada, insanın yüreğini kanatan, büyülü bir kaval sesi işittik.
Ben ve arkadaşım Nesimi, o yüksek binada bu kaval sesinin, peşine düştük ve başka bir gerçekle yüzyüze geldik.
Kavalı çalan Van’lı arkadaÅŸla, muhabbet etmeye baÅŸlayınca, tam 6 aydır paralarını alamadıklarını ve bakkalın da veresiyeyi kestiÄŸini öğrendik.
Bakkalın, veresiye alışveriş yapmak isteyen kardeşini aşağılaması, bu Vanlı arkadaşın, o kadar zoruna gitmişti ki, çaldığı kaval ağlıyordu, sanki.
Nesimiyle beraber, hiç vakit kaybetmeden, ağabeylerimizin olduğu yere giderek, onları bu durumdan haberdar ettik ve hummalı bir çalışma başlatıldı, biriken ücretlerini alabilmeleri için.
Yapı işçileri sendikasından, Ä°smet Demir’le baÄŸlantı kurularak, işçilerin sendikaya üyelik iÅŸleri halledildi ve bir hafta gibi kısa bir zaman sonunda, koca bir grev çadırı kuruldu.
Yapı işçileri sendikası baÅŸkanı Ä°smet Demir, Doktor Hikmet’in, hayranlık duyulacak öğrencilerindendi ve çok iyi bir sendikacı ve örgütçüydü. İşçilerden bir kaçının ikircikli davranması nedeniyle, onlarla yaptığı ikna edici konuÅŸmayı, büyülenerek dinlemiÅŸtim.

O günün gecesinde, baÅŸlattığımız grevi duyurmak için, yaklaşık 10 kiÅŸilik bir grupla, Ä°zmit tarihinin ilk duvar yazılamasını, Åžakir aÄŸabey, Metin aÄŸabey ve aÄŸabeyim Mehmet’le, birlikte yaptık.
Kilidini kırdığımız inşaatın deposundan, en kaliteli yağlı boyaları alarak, Tütünçiftliği kasabasını, baştan aşağı sloganlarla donattık.
Yaptığımız iÅŸ, büyük bir olay oldu, o küçük kasabada. Fakat bu yazılama sırasında, birkaç arkadaÅŸla beraber, en dış noktada duran Metin,Celal ve Ali Rıza aÄŸabeyler, polis tarafından yakalandılar ve ertesi gün de, suç delili boya tenekeleri, boyunlarına asılmak suretiyle, Ä°zmit’te savcılığa çıkarıldılar. Günün gazeteleri, onları böyle boyunlarında boya tenekeleriyle, resmedip bastığı için. Kendi aramızda,
Boyacılar örgütü, en baba örgüt diye, epeyce espri konusu yaptık, onların durumlarını.
Dönemin gazetelerine manşet olan ve Tütünçiftlikteki Petkim lojmanları inşaatında, 600 işçiyle başlattığımız inşaat grevi, büyük ses getirmiş ve övüncümüz olmuştu.
Yüzlerce inşaat işçisini, bir anda sendikalı yapma başarısı, ağabeyim Mehmet ve Metin ağabeyin de içinde olduğu, o Doktorcu gruba aittir.
Yine aynı gruptan üç kiÅŸi, mafyacı Abuzer UÄŸurlu’nun, babası Hamal Hüso lakaplı Hüseyin UÄŸurlu’yu kaçırarak, Türkiye çapında ses getiren bir eyleme imza atmışlardı. Hamal Hüso lakaplı, mafyacı Hüseyin UÄŸurlu’yu kaçıranların içinde biri vardı ki, her oturuÅŸta 1,5 ekmek yemeden, sofradan uzaklaÅŸmazdı. Lakin, eleman çöp gibi. Bir gün ÅŸaÅŸkınlıkla, vücudunu da iÅŸaret ederek, ya bu kadar ekmek, nereye gidiyor dedim.
Kas yapıyor Zeynel’im dedi, Gülerek.
Ben de, kas yapıyor ekmek..

Metin Yıldırımtürk, idam edilen yakın arkadaşımız Kadir Tandoğan ve daha nice devrimciye ev sahipliği yapan, Arkadaş kıraathanesinin sahibi olarak, Güngören semtinin gayrı resmi tarihinde, önemli bir yer tutan Metin Sarıkaya, çok sert ve sinirli bir mizaca sahip olmasına rağmen, bana karşı bir gün dahi sesini yükseltmemiştir.
Beni, çok severdi. Öyle ki, o yaz tatili bitene kadar çalıştığım Tütünçiflik’te, iÅŸle ilgili bir hata yaptığımda dahi sinirlenmez, gelir kendisi düzeltirdi, yaptığım hatalı iÅŸi.

Ömrüm oldukça, sevgiyle yad edeceğim insanlardan biridir, Metin ağabey ve babası İmam amca. İkisi de gönlümüzde yaşıyor şimdi.
İkisinin de, toprağında güller açsın. Çiçeklere yurt olsun, yattıkları yer.

Tütünçiftlik demişken, benim için bir başka unutulmaz olay daha, yaşandı o kasabada.
3. Kitabımda, şiirini de yazdım bu olayın.

Benimle aynı yaşlarda, incecik parmaklı, kırılgan çiçekler gibi, bahar renkli, can yakacak kadar güzel, sis mavisi bir kıza, aşık oldum.
(Aşk olmadan, yaşanır mı)
Akşam işten çıkıp, sahile indiğimizde. Mutlaka, sevdiğim kıza yakın bir masaya oturur ve üçüncü biradan sonra, elbiselerim ve ayakkabımla, atardım kendimi, körfezin sularına. Öyle güzel gülerdi ki.
Dünya, kederden azade, pür bir gülüşe dönerdi.
AÅŸk ne ola ki o vakitler.
Sevda ne ola, bizim için.
Gizli gizli buluşup, elini tutmak ve fısıltıyla söylenen kuş kanatlı, bir kaç söz.
Uçup gidiyor işte, zaman.

Vapuru kaçıracağız, merak etmeyin..

Bizim, hepsi solcu olan elektrikçilerin, tesisatını yaptığı, Petkim’e ait o büyük site Ä°nÅŸaatının mimarlığını ve inÅŸaat sorumluluÄŸunu, kim yapıyordu dersiniz.
Bir dönem, Deniz GezmiÅŸ’in, çok yakın arkadaÅŸlarından olan, Bozkurt NuhoÄŸlu’nun eÅŸi, Melek NuhoÄŸlu. Patronumuz oydu yani. Taksimde yapılan, modern büyük kütüphanenin de mimarı odur.
Mesleğinde ve ticari alanda, olağanüstü başarılı bir kadındı, Melek hanım. Grev olayından sonra,
Hepimizi, iÅŸten kovdu tabii ki.
Yıllar sonra, Bozkurt ağabeyle rakı içerken, ona da anlattım, bu hikayeyi.

Biz Metin Yıldırımtürk’le çoÄŸu zaman, onunla adaÅŸ olan ve yukarıda hikayesini de anlattığım, memleketlim olan, Metin aÄŸabeyin kahvesinde buluÅŸur, Bahçelievler Camlıkahve’deki derneÄŸimizin alt katındaki salonda, toplantılarımızı yaptıktan sonra dönüp, ArkadaÅŸ kahvesinde, kısa bir mola verip çay içerek, oradan da Esenler ve BayrampaÅŸa üzerinden,
ta Gaziosmanpaşa çiftlikte bulunan, evine kadar, sohbet ederek yürürdük.
Bir gün dahi, minübüse bindiÄŸini görmedim. Metin Yıldırımtürk’ün.
Hep yürüyerek gidip geldi, o uzun yolu.
Şimdiki örgüt ağalarına bakıyorum da, maşallahı var hepsinin. Alayı konformist olmuş, Oblomov kılıklıların.

Metin Yıldırımtürk’ün oturduÄŸu
O bölge, uzunca bir dönem, ilgili örgütlerin üç dünya teorisi ve birlik tartışmalarını yürüttüğü yer oldu aynı zamanda.
Dağın başıydı o zamanlar, Gaziosman paşa denilen semt. İnsan kessen kimsenin ruhu duymaz.
Yol yok, elektrik yok, su yok. Yok ta yok.
Dedim ya, adeta bir dağ başı.
Nurhaklarda ölmedi, Metin Yıldırımtürk ama, Ä°stanbul GaziosmanpaÅŸa’da, baÅŸka bir daÄŸ başında, öldürüldü. Velevki intihar etti. Ä°ntihara zorlanması da cinayettir.

Gün gibi aklımdadır, üç dünya teorisi ve birlik tartışmaların yapıldığı, depo benzeri o büyük yer ve Metin ağabeyin kekeleyerek, bizim adımıza yaptığı, siyasi konuşmalar.
Bazen, sigara dumanından göz gözü görmez. Mola verilirdi, ölmemek için. Devrimciler, yaman sigara içerdi o zaman.

Merak etmeyin, vapura yaklaşıyoruz.

Metin aÄŸabeyin, evinde ölü bulunduÄŸu gün, MaraÅŸ’ta, Alevilerin katliama uÄŸratıldıkları ve Ä°stanbul’da, iki öğrencinin otobüsten indirilip kaçırılarak, öldürüldükleri kara bir gündü.
Kasım 1978.

Cenazelerin, Gülhane parkının karşısında ki morgta olduğu söylenince.
Onları almak ve törenle uğurlamak için, derhal oraya yöneldik.
Yaşanan katliamlar, gözümüzü karartmış, acılı ve öfkeliydik.
Morgtaki yetkililerden gelen, size cenazeleri vermiyoruz, söylemiyle.
O öfke birden patladı ve polislere saldırarak çığırından çıkmış oldu.
Suadiye vapurunda, son bulacak olan, olaylar zinciri böyle başladı.
Adli tıp kurumunun bulunduÄŸu Gülhane’den, göğüs göğüse çatışarak, köprüyü geçtik ve Karaköye doÄŸru adeta sürüklendik. 400-500 kiÅŸiyle baÅŸlayan olaylar, Karaköye ulaÅŸtığımızda,100 kadar insana inmiÅŸti.
Asker, polis, muazzam bir şiddet sağanağı altında, önümüzde Karaköy Tophane yolunu, barikat kurarak kapatan polisler, arkamızda ise, büyük bir şiddet gösterisine girerek, bizi Karaköy iskelesine doğru püskürten, diğer polisler.
Durum ÅŸu.
Ya denize düşeceğiz, ya da o an da iskelede bulunan, bir vapura atacağız kendimizi. Kaçacak, başka bir yer yok.
Biz mecburen ve büyük bir hızla, zaten hareket etmek üzere olan, Suadiye vapuruna doluştuk.
Çok yorulmuş ve bedenen hırpalanmıştık.
Ä°nsanlar bulabildikleri, yerlere çöktü ve vapur Kadıköy’e doÄŸru, yol almaya baÅŸladı. ArkadaÅŸlarla ayaküstü konuÅŸup, bir iki saat Kadıköy’de oyalanır, ortalık sakinleÅŸince Taksim YDGD’ye döneriz diye, söz birliÄŸi yaptık ama vapurdan inmemiz, mümkün olmadı. Çünkü, yanaÅŸmak üzere olduÄŸumuz iskele, polis tarafından, bütünüyle kuÅŸatılmıştı.
Bir umutla, geminin yönünü Harem ve Üsküdara doğru çevirdik, fakat orada da, aynı sahne tekrarlandı.
Gemiden inemeyen, inmesine müsaade edilmeyen bizler Suadiye vapurunu, sözde kaçırmış olduk ve tuhaflıklar tarihine,
vapur kaçıran solcular olarak, kıç kısmından mayna ettik.
Vira bismillah.

Artık, ok yaydan çıkmıştı. Hiçbir iskelede vapuru terketmesine, izin verilmeyen bizler,
Vapurun yönünü, Karadenize doÄŸru çevirerek, “AÄŸanta Burina Burinata”dedik.
Halikarnas Balıkçısı, misali.

İçine düştüğümüz hal ve şeraite dair, hızlı bir durum değerlendirmesi yapıldı ve meselenin halkımıza da anlatılmasına, karar verildi. Vapurdaki her salonda, bir konuşmacı olacaktı.
Konuşmacılardan, biri de bendim.
Dilimiz döndüğünce, memlekette olup biten katliamları, masum insanların, bir bir öldürüldüğünü ve asla vapuru kaçırmadığımızı aksine, vapurdan inemediğimizi anlattık, salonlarda.
Suadiye Vapuru, yaklaşık olarak, 2-2,5 saat kadar, bizim denetimimizde, Karadenize doğru seyrettikten sonra, askeri hücumbotları ve helikopterler, tepemizde dönmeye başladılar. Bir müddet sonra da, vapuru durmaya zorlayarak, bir çıkartma harekatı yaptılar.
Üzerinde silah olanlar, silahları denize attı ve
ne olacağını, beklemeye başladık.
Polisler büyük bir hızla, vapurun alt katını karakol haline getirdiler ve seçtikleri insanlara, sorgusuz sualsiz, ağır bir dayak başladı orada.
Aralarındaki diyalog şöyle idi.
Seçilen genç, bayılana kadar dövülüyor.
Onu bayıltan polis, başındaki amire dönerek. “Halsiz düştü, efendim” diyordu.
Amirinden “Atın pezevengi” komutunu alınca da, üst üste yığılmış, bayılanlar yığınının arasına atılıp duruyordu genç insanlar.
Orada, ben de bayıltıldım.
Korsanlığımız bitmiş, esaretimiz başlamıştı.
Hayat bizlere,
“Bu daha baÅŸlangıç, daha neler var” diyordu adeta.

Bir bağırtı çağırtı, hakaret ve küfür sağanağı altında, yaşları15 ila 30 arasında olan herkesin, suçlu olacağına kanaat getiren, polisler.
Suadiye vapurunu, Eminönü adalar iskelesine yanaştırarak, yaşlıların vapuru terketmesine müsaade ettikten sonra, bizimle ilgilenerek,
Vay bana vaylar bana şeklindeki, inişi başlattılar.
Durum, ÅŸu ÅŸekilde tecelli etti.
Ellerinde joplarla bekleyen, iki üç yüz polis düşünün ve joplar karşılıklı inerken, bunların oluşturduğu kordonun arasından, geçtiğinizi hayal edin.
İşte bizim için, o hayal gerçekleşti.
Öyle bir aşkla iniyordu ki joplar kafamıza, kelimeler kifayetsiz, şiirler yetersiz kalır.
Anlatmak, mümkün değil.
Suadiye vapurundan, yaklaşık olarak yüz metre ileriye park ettikleri ve bizim fruko dediğimiz otobüslere, binebildik sonunda.
Öyle oturmak, filan yok. Koridorda yüz üstü yatıyorsunuz ve üstünüze de bir polis oturuyor.
Araba fren yaptıkça, elindeki thomsonu sırtınıza indiren polis. Frenim nasıl lan, koduğumun anarşisti şeklinde, nazik bir biçimde, sizden bir yanıt bekliyor.
Ben, bu gibi durumlarda, bir paratoner gibi kendime çekerim, sopa denilen o şeyi. Başkalarına da, asla aktarmam.
Öyle talihsizim, yani.
Sırtımızda polislerle, bizleri yere serdikleri otobüsler, yavaş yavaş yol almaya başladı.
Biz, Gayrettepe’deki birinci ÅŸubeye götürüleceÄŸimizi düşünürken, araçlar yönünü ikinci ÅŸubeye, Sansaryan hana çevirdi.

VAY ANAM, VAYLAR BANA..
DÜŞTÜM, SANSARYAN HANA.

Devamı >>>

Zeynel CAN
Latest posts by Zeynel CAN (see all)