Türkiye’de Ahlaki Düşüncenin Siyasete Gölgesi

Türkiye siyasetinde son yıllarda yaşanan derin kutuplaşmayı yalnızca “muhafazakâr – demokrat” ya da “dindar – seküler” ikiliğiyle açıklamak çoğu zaman yetersiz kalıyor. Çünkü mesele yalnızca siyasi tercihlerde değil, ahlakın doğasına dair iki farklı dünya görüşünde düğümleniyor. Son dönemde Journal of Personality and Social Psychology dergisinde yayımlanan kapsamlı bir araştırma, bu farkı bilimsel düzlemde ortaya koydu: Toplumları ayıran şey, neye “doğru” ya da “yanlış” dediğimiz değil, doğru ve yanlışın ne olduğuna nasıl karar verdiğimiz.

Bu bulgu, Türkiye’ye uyarladığımızda çok daha çarpıcı bir tabloyla karşılaşıyoruz. Çünkü Türkiye’deki siyasi ayrışma, uzun süredir ideolojik sınırların ötesinde ahlaki bir düşünme biçimi savaşına dönüşmüş durumda.

Mutlakçı Zihin: Ahlakı Evrensel, Yasayı İlahi Görenler

Araştırmanın bulgularına göre “moral absolutism” (yani ahlaki mutlakçılık), bir toplumda yasaklara ve otoriter düzenlemelere verilen desteği artıran temel unsur. Bu yaklaşımda birey, ahlakı sabit, evrensel, ilahi ya da değişmez bir gerçeklik olarak algılıyor. “Doğru” bir kez belirlendiğinde, onun sınırlarını sorgulamak sapkınlık olarak görülüyor.

Türkiye’de bu zihniyetin en güçlü temsilcisi, hiç kuşkusuz İslamcı siyaset geleneği. Bu gelenekte ahlak, Tanrı’nın buyruğu olarak belirlenmiş bir “üst yasa”dır. İnsan aklı, bu yasayı değiştirmeye değil, ona uymaya çağrılır. Dolayısıyla, dini temelli politik akımlar —kürtaj, kadın hakları, cinsiyet eşitliği, ifade özgürlüğü gibi konularda— kendi ahlaki ölçülerini evrensel ve tartışılmaz bir hakikat olarak görme eğilimindedir.

Bu yüzden, bir uygulamaya karşı çıkmak, yalnızca kişisel bir tercih değil, “toplumu koruma görevi” halini alır. Bu noktada yasaklar, “düzeni korumanın” değil, “iyiyi savunmanın” aracı olur.
Bu ahlaki mutlakçılık, Türkiye’deki İslamcı siyasetin hem toplumsal meşruiyetini hem de otoriter eğilimlerini anlamak açısından anahtar bir psikolojik çerçeve sunuyor.

Göreceli Zihin: Ahlakı Duruma, İnsana, Zamana Göre Düşünenler

Buna karşılık, Türkiye’nin demokratik kesimlerinde (özellikle kentli, laik ve liberal çevrelerde) ahlaka yaklaşım daha bağlamsal, çoğulcu ve göreceli. Bu bakış açısına göre “iyi” ya da “kötü”, insanın niyetine, koşullara ve toplumsal sonuçlara göre değişebilir. Yani ahlak, Tanrı’dan değil, yaşamın kendisinden türeyen bir deneyimdir.

Bu düşünme biçimi, yasakların ve dayatmaların doğasına şüpheyle yaklaşır. “Bir davranışı ben yanlış buluyorum” demek, “O davranış yasaklanmalı” anlamına gelmez. Dolayısıyla, demokratik zihniyet yasaklama yerine ikna, tartışma ve toplumsal uzlaşı yollarını tercih eder.

Fakat bu yaklaşımın bir handikapı da vardır: Göreceli ahlak anlayışı, net sınırlar çizmeyi zorlaştırır. Bu da otoriter söylemlerin karşısında zayıf bir direnç noktası yaratabilir; çünkü mutlakçılık, her zaman daha gür bir sesle konuşur, daha kolay “haklılık” üretir.

Türkiye’nin Ahlaki Haritası: İki Farklı Gerçeklik

Eğer söz konusu araştırma Türkiye’de tekrarlansaydı, sonuçların benzer ama daha uç bir biçimde çıkması muhtemeldi.
Çünkü Türkiye toplumu, iki farklı ahlak sisteminin çatışma alanı haline gelmiş durumda:

  • İslamcı mutlakçılık, hakikati ilahi bir emir olarak görür ve toplumun tüm kesimlerini bu doğrultuda şekillendirmeyi “ahlaki görev” sayar.
  • Demokratik görecelik ise ahlakı bireysel vicdanın alanına bırakır ve devletin bu alana müdahalesini “otoriterlik” olarak değerlendirir.

Bu iki yaklaşım birbiriyle konuşamaz hale geldiğinde, siyaset değil, toplumun ahlaki zemini çözülür. Bir tarafın “doğruyu korumak” adına yasaklaması, diğer tarafın “özgürlüğü savunmak” adına karşı çıkması, aslında aynı felsefi fay hattında buluşur: Ahlakın kim tarafından tanımlanacağı sorusu.

Ahlakın Siyasete Gölgesi

Bugün Türkiye’de eğitimden medyaya, sanat politikalarından aile yasalarına kadar uzanan her tartışmada bu temel farkın izleri görülüyor.
Bir kesim için “milli ve manevi değerler” dokunulmazken, diğer kesim için bu ifadeler ahlak üzerinden iktidar kurmanın araçları haline geliyor.
Sonuçta yasaklar, yalnızca bir yasa maddesi değil; ahlaki bir üstünlük ilanına dönüşüyor.

İşte bu noktada, araştırmanın asıl önemi ortaya çıkıyor:
Yasakların nedeni çoğu zaman ideolojik değil, psikolojik ve ahlaki.
Bir toplumun yasaklara ne kadar açık olduğu, o toplumun belirsizliğe, farklılığa ve karmaşıklığa ne kadar tahammül edebildiğiyle doğrudan bağlantılı.

Ahlakı Kim Yazıyor?

Türkiye’nin geleceğinde belirleyici olan, kimin iktidarda olduğu değil; ahlakı kimin tanımladığı olacak. Çünkü ahlakın sınırlarını kim çiziyorsa, yasaların ruhunu da o yazıyor.

Eğer ahlak mutlak bir hakikat olarak görülmeye devam ederse, yasaklar kaçınılmaz biçimde artacak; ama eğer ahlak, birlikte yaşamanın çoğulcu bir zemini olarak düşünülürse, o zaman yasakların değil, özgürlüklerin toplumu mümkün olacak.

Belki de mesele, neyin doğru ya da yanlış olduğunda değil; doğruyu kimin adına ve hangi hakla konuştuğumuzda.