“Tanrı beni Marksizmden korusun” diyen Marks’ı çok iyi anlıyorum, Marksizmi 19. yüzyıldaki haliyle dogmalaştıran sekter “solcuları” görünce. Oysa Marks, çağın ekonomik-sosyolojik yapısına göre nesnel koşulları çözümlemeyi öneren bir yöntem koymuştur ortaya temel olarak. Gerek “Komünist Manifesto”yu gerek “Kapital”i yazarken, kendi çağındaki, yani 19. yüzyıldaki İngiliz sanayisini ve Alman felsefe ekolünü baz almıştır. Ne var ki sekter solcular (Ortodoks Marksistler), bugün hâlâ meta üreten proletaryayı, makro ekonominin tek artı değer yaratıcısı olarak kabul ederler. 19. yüzyılda bu öyleydi, ama bugün hizmet sektörü “işçilerinin” makro ekonomiye kattıkları artı değer, meta üreten işçilerinkinden daha fazladır. Sanayi devriminden bu yana –bence- insanlık tarihindeki en büyük sosyolojik değişimlere ve gelişmelere neden olan “internet devrimi” sonrası, emek çeşitliliği daha da artmıştır.
Makro ekonomiye artı değer katar katmaz tartışmaları bir yana, belirli bir ücret karşılığı belirli zaman dilimleri içinde, kol veya kafa emeğiyle çalışan herkesi “işçi” saymamak, “enbiçok” solcu olmak falan değil, geri zekâlılıktır. Böyle yaparak, aslında kendileri de işçi olan ve/ama bunun farkında/bilincinde olmayan, olmak istemeyen, “emeğini her gün tekrar tekrar satan” mühendisleri ve şef/ustabaşı/formen gibi meta üretimi yapan fabrikalardaki birincil “düz işçi” amirlerini, patronun/sermayedarın kucağına itersin.
Kuran’ın yerine Das Kapital’i, Muhammed’in yerine Marks’ı koyan putperest/erkperest “solcular”, öznel algı yollarını kapatmıştır. Bunlar ile şeyhine kulluk eden İslamcı müritler arasında, bu bağlamda, hiçbir fark yoktur aslında. “Kutsal değerlerine” hakaret sayarlar lider kültlerine veya kendi fraksiyonlarına dair herhangi bir eleştiri getirirsen; sanki analarına küfretmişsin gibi bir refleksle hemen saldırıya geçer, “Ajan-provokatör! Karşı devrimci! Revizyonist! Oportünist!” gibi sol jargonun klişe ithamlarını sayıp dökmeye başlarlar. Bu Ortodoks Marksistlere göre Kapital’in “bir harfi bile değişmez” ki aslında bu Marksizm’e ihanet, Marks’a hakarettir. Çünkü adamcağız ortaya bir dogma değil, çağa göre dünyayı algılayıp çözümlemeye ve yorumlamaya dayalı bir yöntem koymuştur.
Sosyolojik evrim, özellikle 1968 sonrasında, hele ki 80’li yıllarda, tüm dünyada etnik/cinsel/dinsel faşizme karşı duyarlılığın artmasına, bu bağlamda bireylerin ve toplumların bilinç düzeylerinin yükselmesine neden oldu (19. yüzyıldaki, yani Marks’ın zamanındaki durumdan çok daha ötelere geçti).
Etnik faşizme karşı bilinç ve duyarlılık babında geçmişe bakarsak, Marks’ın yüz yıllardır İngilizlerin işgali altında olan -tıpkı Kürdistan’ın işgal altında olması gibi- İrlandalıları desteklemesi örneği mevcuttur. Lenin’in “ukkth” tezini de anmak gerekir bu bağlamda, her ne kadar sonradan kendi ilkesini çiğneyip Azerbaycan’ı, zengin petrol kaynaklarını kapitalist ülkelere kaptırmamak gayesiyle işgal etmiş olsa da.
Bugün ise etnik faşizme karşı bilinç ve duyarlılık, özellikle Katalanların, Kürtlerin, Basklıların ve Kuzey İrlandalıların işgal karşıtı mücadeleleri nedeniyle geçen yüzyıla ve öncesine göre epey artmış durumdadır.
Dinsel faşizm ise günümüzde hâlâ büyük bir kangrendir, özellikle de İslamo-faşizm nedeniyle. Bangladeş’te ateist yazarlar İslamcı teröristler tarafından satırla doğranıyor; IŞİD dünyanın gözleri önünde ABD desteğiyle Ezidi kadınları seks kölesi yapıp gayrı müslimlerin kafalarını kesiyor; Aleviler ve ateist aydınlar bir otelin içine tıkılıp ateşe veriliyor; Muhammed’in karikatürünü çizenler bombayla parçalanarak katlediliyor… Gel gör ki dinsel faşizme karşı dünya sosyalistleri maalesef “gaflet, dalâlet, hatta hıyanet içindeler”. Batıdaki, ömründe bir kez bile Kuran mealini kendi dilinde okumamış, sahih hadisler nedir haberi bile olmamış sosyalistler, demokrasi adına koyunlarında besledikleri yılanın kendilerini giderek daha beter sokacağını göremiyorlar, daha kötüsü İran’daki İslam Devrimi sonrası İranlı solcuların başlarına gelenlerden de ders çıkarmıyorlar ve İslam’ı eleştiren herkese “racist, islamophobic” (ırkçı, islamofobik) damgasını vurarak “enbiçok” sosyalist olduklarını sanıyorlar. Bizdekiler ise “İmam hatipten iyi devrimci çıkar” diyerek veya “Ben gençliğimde namaz kılardım” gibi lafları röportajlarının arasına sıkıştırarak yahut “aman halkımızın değerlerine bulaşmayalım” vs. gibi tavırlarla, aptalca, sağdan oy devşirebileceklerini zannetmekteler. Ne yazık ki bu solculara; “Aslı varken suretini kim ne yapsın!” desen de aynı gaflet içinde yüzmeye devam etmekteler.
Gelelim cinsel faşizme karşı sosyolojik evrimin günümüzdeki durumunu irdelemeye… Cinsel faşizm açısından artan bilinç ve duyarlılığa bilimsel gelişmelerin de katkısı olmuştur. 1978’e kadar Dünya Sağlık Örgütü, eşcinselliği bir hastalık olarak tanımlıyordu. Stalin, Che, Castro az mı eşcinseli infaz etti/ettirdi zamanında, “eşcinsellik kapitalizmin defektidir” diyerek. Bugün ise Küba’da eşcinseller “onur” yürüyüşleri yapabiliyor, Castro, zamanında eşcinselleri öldürtmüş olmasından ötürü pişman olup nedamet getirdiği için. Sosyolojik evrim açısından bilimsel gelişmelere göre bilimsel sosyalistlerin alması gereken tavır da zaten budur.
Castro’nun eşcinsel cinayetlerinden ötürü pişmanlık duymuş ve nedamet getirmiş olması babında, görece olumlu eyleminden bahsedince, Castro/Lenin/Stalin/Mao gibi tüm dünya sosyalistlerinin “lider kültü” haline gelmiş kişilerin, sözde işçi sınıfı adına hareket edip tüm erki kendi ellerinde toplamış olmalarını; “proletarya diktatörlüğü” falan da değil, alenen kişisel diktatörlük kurmuş olmalarını; yapıştıkları koltukları ölene kadar bırakmamakta ısrar etmiş yahut Castro gibi ölmeye yakın “saltanatlarını” kardeşlerine devretmiş olmalarını veya Kuzey Kore örneğindeki gibi ölen sosyalist liderin saltanatını, oğlunun devralmasını da eleştirmek gerek.
Geçmişte Fatsa örneğinde, Terzi Fikri modelinde olduğu gibi, mahalleden başkente kadar halkın kendi kendini, örgütledikleri komiteler ile yönetmediği, siyasi erkin periferiden merkeze doğru hareket etmediği, yatay değil dikey hiyerarşinin devlet aygıtında yer aldığı, özcesi “tek adam” iktidarının hüküm sürdüğü tüm sözde sosyalist rejimler apaçık diktatörlüktür. Buradan komünizme falan ulaşılmaz, ulaşılamamıştır da zaten.
Bugün sosyalistler, sadece ezilen sınıfı değil, beraberinde ezilen etnik/cinsel/dinsel kimlikleri de savunmadıkça, ara durak sosyalizmden sonra nihai hedef olarak ulaşılmak istenen komünizm, “ütopya” bile olamaz.
Olsa olsa Pol Potçu barbarlık, Stalinist dikta çıkar bu “teorik-pratik pozisyondan”, sınıfsız-sınırsız-sömürüsüz, insanın insana emretmediği, insanlar arasında hiyerarşik “üstünlüğün” yer almadığı komünist dünya çıkmaz.
- Pedofili ve Muhafazakarlık - 2 Eylül 2019
- Gordion Düğümlerini Çözmek - 24 Ağustos 2019
- Ortodoks Marksizm Garabeti - 19 Ağustos 2019