Daha önce yazmıştım, çok zor da olsa, yitirdiğim yoldaşlarıma, arkadaşlarıma ilişkin anılarımı yazmayı sürdüreceğim.
Benim yazdıklarımı okuyan bazı arkadaşlar, dönemin eleştirisini, öz-eleştirisini yazmayacak mısın? diye soruyorlar. Ben aradan yarım asır geçtikten sonra yoldaşlarımın hümanizmasını, dostluklarını, kardeşliklerini, paylaşmacılığını…kısaca insanlıklarını yazmak istiyorum. Ben onlara yüreğimin sesi ve gözüyle bakmaya çalışıyorum. Onların insanlığı anlaşılırsa, dönemin devrimciliği de daha iyi anlaşılır, diye düşünüyorum.
Yoldaşlarım kısa ve onurlu yaşamlarında, yiğitliğin, kahramanlığın destanını yaşamları ve eylemleriyle bizzat kendileri yazdılar zaten; onları putlaştırmak, sıradan övgüler düzmek yerine birlikte yaşadıklarımızı anlatırsam, süreci de daha iyi anlayacağınızı düşünüyorum. Nurhak’ta katledilen üç yoldaşıma ilişkin anılarımın tümünü bugün yazabileceğimi sanmıyorum. Yarın devam edeceğim…
Sinan’ın annesi Nazife Cemgil Üniversite yıllarından bu yana hep sosyalist mücadelenin içinde yer almış yiğit bir anaydı. Oğlunun cenazesini almaya gittiğinde çevresine toplanmış köylü kadınlara özet olarak şunları söylemişti:
” BU OĞLUM SİNAN…BUNLAR DA ONUN ARKADAŞLARI (KADİR, ALPARSLAN) KARDEŞLERİ…ONLAR DA OĞULLARIM BENİM…
BU ÇOCUKLAR, BU OĞULLAR;BU ÜLKEYİ, HALKI, SİZLERİ SEVDİLER BAŞKA BİR İSTEKLERİ YOKTU. HER BİRİ BİRER DEHAYDI. HER BİRİ ÜSTÜN ZEKALI BİRER GÜZEL İNSANDI. DİLESELERDİ, DÜZENİN ADAMI OLSALARDI, ŞİMDİ BURADA CANSIZ YATMAZLARDI. BİRER MİLYONER OLURLARDI. SİZİN SORUNLARINIZI OMUZLADILAR.
SİZE YALAN SÖYLÜYORLAR, ONLAR EŞKİYA DEĞİLDİ…”
SİNAN HOCAM’IN CESEDİNİN ÜSTÜNDEKİ KURŞUN YARALARINI SAYMAYA ÇALIŞIYORUM.
İstanbul ekibinin İstanbul, Menekşe de tuttuğu bir evdeki son günümüz. Cihan ve Tayfur motosikletle yola çıktı. Ben de yarın uçakla Erzurum’a oradan Malatya’ya gideceğim ve buluşup onları dağa götüreceğim. Evde iki de kadın yoldaşımız var. Artık dağılma zamanı geldi…Son çaylarımızı içerken radyodan öğle haberlerini dinliyoruz. Duyduklarımız bomba gibi düşüyor aramıza:
GÖLBAŞI’NDA ÇATIŞMA…
SİNAN-ALP-KADİR ÖLDÜRÜLMÜŞ…
YALÇINER YARALI, HACI TONAK SAĞ ELE GEÇİRİLMİŞ.
Kendimizi acılara, ölümlere hazırlayarak yola çıkmıştık sözde…
Korkunç dağlanıyor gencecik yüreklerimiz. Şaşkınız, konuşan yok, ağlayan da…Dağılıyoruz.
Gece döküntü bir otelde kalıyorum. Cihan’lar yolda. Sabah erken Tarlabaşı’ndaki THYolları bürosundayım. Yine de gitmeli, Cihanları dağa götürmeliyim…
Bir simit ve çay alıp beklemeye başlıyorum. Kambur bir gazeteci bağırıp çağırmadan gazete satıyor. tüm gazetelerden birer tane alıyorum…Bir dakita geçmeden yokuştan bağırıp çağırarak, gazete satmaya çalışan çocuklar fırlıyor. Çığlık çığlığa bağırıyorlar:
ÖLDÜRÜLEN ANARŞİKLERİ YAZIYOOOR! EVE SIKIŞTIRILAN ŞEHİR EŞKİYALARINI YAZIYOR… YAKALANAN ANARŞİKLERİ YAZIYOR…
ÖLDÜRÜLENLERİ YAZIYOOR, ÖLÜMLERİ YAZIYOOOR, ÖLDÜRÜLENLER, ÖLÜM, ÖLÜM.
Başka hiç bir sözcük çıkmıyor ağızlarından. Böylesine yoğun haberleri veren gazeteleri okumadın bugüne değin. Tüm gazetelerin birinci sayfalarında koca koca resimler ve ÖLÜLER var. Her biri teker teker ve birlikte benim bir parçam olan ölüler…Daha çok ölüm haberi verebilmek için sayfa adedini çoğaltmış gazeteler. Acının, zulmün, canhıraş fenyatların ticaretini yapmak için birbirleriyle yarışıyorlar….
Yazılanları okuyamıyorum. Sadece resimle bakıyorum. Tümünün vucudu delik deşik…Oysa daha dün, “kırk atlı akınlarda çocuklar gibi şendik.” Türküler söylüyorduk birlikte…Karların üstünde güreşiyor, şakalaşıyor, son kalan yufka ekmeğini lokma lokma paylaşıyorduk.
Sinan hocamın üstünde bir tek külot bırakmışlar. Delik deşik olmuş o güzelim erkek fiziği. Kurşun yaralarını saymaya çalışıyorum. O kadar net gözüküyor ki delikler…
Mahir Çayan’la , Hüseyin Cevahir’in de resimleri var. Mahir öldürülmüş, Cevahir yaralı…(Önce böyle yazmıştı gazeteler ama ölen Hüseyin, yaralı ise Mahir’miş.)
Felaketin resimleri bu kadar da değildi; belleğimden hiç silinmeyecek olan bir resim daha vardı: Cihan ve Tayfur’un resimleri.
Her ikisinin de elleri, ayakları bağlı. Elbiseleri paramparça, yüzleri kan içinde… On
lar da yakalanmış…
Artık gitmeme gerek yok. Dağ ekibinin kalanlarını bulmam olanaksız. Kalabalıklar içinde tek başıma kalıyorum İstanbul’da. Yine de bizim ekipten yakalanmayanlar var. Bir bağlantı kurmaya çalışmalıyım.
Oturup kalktığım her yerde öldürülen yoldaşlarım canlanıyor gözümde.
Cibo Mağarasının önüne çıkmışız. Her bir yan kar. Sinan bağdaş kuruyor, makinalı tüfeğini ayaklarının arasına sıkıştırıp Ahmet Arif’ten şiirler okuyor bize. ” Dağlarının, dağlarının ardı,” diye başlıyor konsere…
Sonra…Sonra çok iyi bildiğimiz, uzun yıllar birlikte yaşadığımız, sokaklarında gazete satıp, piyasa yaptığımız, mütevazi meyhanelerinde kafa çektiğimiz, kol kola girip coşkulu yürüyüşler yaptığımız, “furukolardan” dayak yediğimiz, faşoları kovaladığımız, mahkemelerde birlikte yargılandığımız, sinemalarına, tiyatrolarına birlikte gittiğimiz Ankara’yı anlatmaya başlıyor.
“Duvarları katı sabır taşından
Kar altındadır varoşlar,
Hasretim nazlıdır Ankara…”
Ahmed Arif’in tüm şiirlerini ezbere bilirdin değil mi? Dağbaşlarında türküler de söylerdik elbette, kısık sesle…Sen en çok ” Ah bir ateş ver, cıgaramı yakayım…” türküsünü severdin.
ODTÜ’te, sizin evde en çok Ruhi Su’yu dinlerdik, sevgile eşin Şirin’de o güzelim sesiyle eşlik ederdi türkülere…
[chapter:Yalnızlık]
Dağ ekibinin katliamdan sonra dağıldığını sanıyorum. Dağılmasalar da onları bulmam olanaksız. Cihan’larda yakalandığı için İstanbul’da hiç bir ilişkim olmadan yapayalnız kalıyorum. İstanbulda arkadaşlar var ama ben dağa gideceğim için hiç bir adres veya bağlantı almamışım. Tek umudum, koca şehirde dolaşıp arkadaşlardan veya bizi sevenlerden birisine rastlamam. Boyuna yürüyorum. Yoruldum… Bir sinemaya girip dinlenmek istiyorum. Bir kovboy filmi… Beyaz perde de biraz sonra kovboy kayboluyor, yerine Sinan Hocam geçiyor. ODTÜ stadyumu tıklık tıklım. Üniversite işgali için oylama yapıp karar vereceğiz. Sinan o kendisine çok yakışan siyah balıkçı kazağı sırtında, elinde hoparlör, gür sesiyle konuşuyor. Konuşmasına vücut dili de eşlik ediyor. Sonunda konuşma bitti. Kız, erkek, öğrencisi, öğretim görevlisi, işçisi tüm dinleyenler alkışlıyor , sloganlar eşliğinde işgal kararı alınıyor…Film devam ediyor ama ben beyaz perde de hep sevgili Sinan’ı görüyorum.
Çok yakışıklı, çok bilgiliydin be hocam. Kaç dil bilirdin? 6 Dil bildiğini söylerdi arkadaşlar. Ama sen kendini hiç övmeyi sevmediğin için bahsetmezdin bundan. ODTÜ Öğrenci Birliği seçimlerinde Toplumcu Grubun adayıydık ikimizde. Senelerce seçimleri kazanan toplumcu Grup bu kez kaybetmişti. Mimarlık kantininde oturup nedenleri üstüne uzun bir tartışma sürdürmüştük.
Üniversiteyi işgal ettiğimizde, rektörlükteyiz hepimiz. Sonunda polis kapıya dayanıyor. Hazırlıklıyız. ODTÜ’nün tüm binaları dehlizlerle birbirine bağlı. Polislerin üstüne bir kaç kendi yaptığımız ses bombasını atıp, hepimiz yurtlara gidiyoruz. Pijamalarımızı giyip yataklara uzanıyoruz. Sinan hoca yurtlarda kalmıyor. Sorup soruşturuyorum. Gelmemiş. Oysa yarım saat önce rektörlükte beraberdik. Sanırım dehlizlerde kayboldun. Hemen inip seni aramaya başlıyorum. Ayak seslerini duyunca seslenemiyorum. Ya polis veya jandarmanın ayak sesleriyse duyduklarım. Sonunda ayak seslerini yitirip geri dönüyorum. Bir kaç gün sonra kantinde çaylarımızı anlatırken yine güldürmüştün bizi. ” Ben de ayak sesi duyuyordum, ama senin gibi ya polislerse diye hep uzaklaşmıştım. Sonunda yurtlardan çok uzak bir yerde dışarı çıkıp, yürüyerek Ankara’ya gitmiştim.”
Hepimiz Türkiye İşçi Partiliydik önceleri değil mi? Elmalı’da köylüler toprakları işgal edince otobüslere doluşup destek için köylere dağılmıştık. Bir kaç gün sonra sen de geldin. Aybar göndermişti seni. Geri gelmemizi istiyordu. Ama biz dönmemekte kararlıydık. Bizi ikna edemeyince sen de kalmıştın. Ama bir kaç gün sonra Jandarma zoruyla, köylerden toplanıp Antalya’dan otobüslere doldurulup gönderilmiştik. Otobüste dalga geçiyordun bizimle: “Bak Aybar’ı dinlemediniz, şimdi ise devlet güçlerini dinlemek zorunda kaldınız.”
…Cebimde çok az para var. Birisine rastlamak umuduyla sokakları arşınlıyorum. Vitrinde kendime bakıyorum. Saç sakal birbirine karışmış. İlk bulduğum berber dükkânına girip, traş olmak için sandalyeye oturuyorum. Berber ” Çok üzüntülü görünüyorsun bey kardeş, bir yakınını mı kaybettin?” diyor. Az daha , ” Ne birini ikisini, üçünü, dördünü kaybettim,” diyecektim. ” Öyle oldu, dayımı kaybettim,” diyorum.
Berberin makas şıkırtılar… Suriye-Türkiye sınırında giden tren yavaşlayınca atlayacağız. İstikamet El-Feth. Ben içkiyi fazla kaçırdığım için olsa gerek, seksen-seksen beş kiloyum. Yanımda yeni tanıştığım Kadir Manga, önce o atlıyor. Öndeki vagonlardaki birisi oturmuş, biz atladıkça havaya ateş edip bağırıyor: ” Aha bidene daha, aha bidene daha..” Atlayınca, gördüğüm filmlerden esinlenmiş olacağım taklalar atıyorum. Yokuşun altında beni bekleyen arkadaşlar kahkahalarla gülüyor.
El-Feth kamplarında, daha sonra yakalandığımız Diyarbakır Cezaevinde en çok şakalaştığımız yoldaşımdın. Hele de Üniversiteden bir kız arkadaşın elinde yiyecek torbalarıyla ziyaretine geldiğinde ne çok kızdırmıştık seni. ” Boşuna bu kadar yol, tepilmez, bak bize gelen var mı? Eee ne yapalım biz senin kadar yakışıklı değiliz,” deyince üstüme atlayıp yere yatırmıştın. Uzun voltalar atardık akşamları bize serbest olan cezaevinin avlusunda. Akşehirliydin. Babanın at arabası olduğunu anlatmıştın. Lise yıllarımız ne kadar benziyordu birbirine…Okuduğun Erzurum Üniversitesinde SFK’yı kurunca artan faşist baskıları anlatıyordun hep.
Ne rezil bir geceydi değil mi? Köydeki yoldaşların evinden sırtımızda yiyeceklerle çıkmış mağaraya gidiyoruz. Ortalık zifiri karanlık. Bir adım ilerisi gözükmüyor. Senin sırtında bir pekmez tenekesi, sen yürüdükçe sağa sola sallanıyor. Ne çok zorlanmıştın o gün yürümekte. Mağaraya gelip sıcak çaylarımızı yudumlarken sen hâlâ kızgındın. Ama kızdığın pekmez başka bir gün hayatımızı kurtarmıştı anımsıyor musun? Yine erzak getirmek için köye inmişiz. Çaylar, peynirler , sohbet derken sabah yaklaşmıştı. Hava aydınlanmadan yola koyulmalıydık. Koyulduk ama yokuşu çıkarken ortalık aydınlandı. Köylüler hacetlerin görmek için biraz sonra dışarı çıkmaya başlar ve her yan kar, kabak gibi ortadayız. Neyseki çok küçük içi kar dolu bir mağara bulup karları temizleyerek içine giriyoruz. Resmen buz dolabının içindeyiz. Allahtan yanımızda yine pekmez var. Ara sıra bir iki yudum içerek ısınmaya çalışıyoruz. Akşam olunca da yarı donmuş yola koyuluyoruz…
” Çok daldınız bey kardeş, enseyi, kulak arkalarını biraz acayım mı?” Uyanıyorum.
” Nasıl istersen öyle yap berber efendi…”
Traştan sonra kaldırımları arşınlamaya devam ediyorum. Eminönü, İstiklal caddesi…Karnım acıkmaya başladı. Bir çorbacıya girip çok sevdiğim kelle paça ısmarlıyorum. Ama o kadar sevdiğim çorbayı bir iki kaşık içebiliyorum ancak.
” Çorbayı beğenmediniz mi?” diyor kibar garson.
” Beğendim ama midem pek iyi değil, sen bana en iyisi bir soda ver…”
Sodayı yudumluyorum. Doktor ağabeyim arabasını bize vermişti. TİP’ten tanıdığımız ‘proleter şöför’ bizi dağa bırakıp geri dönecekti. Bize destek olan bir köylü yoldaşın evinde kalıp, akşam dağa gideceğiz. Yolda çok az konuşmuştuk, değil mi Alparslan. Zaten sen hareketimiz içindeki isimsiz, sessiz sedasız ama hep en önde olan yoldaşımızdın. Benden çok önce gitmiştin El-Feth’e ve Arap gerilları İsrail mevzilerine baskına giderken hep senin de gelmeni isterlerdi. Çok iyi bir savaşçı olmuştun. Diyarbakır zindanında da az konuşurdun. Senin THKO’nun şehir eylemlerinin hemen hepsine katıldığını çok sonra öğrenmiştim.
Akıl edip senin ayaklarına göre büyük bir postal alamamıştım. Sözde levazımdan ben sorumluydum. Köyde sana bir ayakkabı uydurmaya çalışıyoruz ama yok. Sonunda Gızlavet lastik buluyoruz. Hiç yoktan iyidir.
” Çay içer miydiniz?”
” İçerim sağol, ” diyorum. Çayımı içip yine yollara düşüyorum. Sanki yoldaşlarım da yanımda yürüyor. Diyarbakır Cezavinden tahliye olduğumuzda sormuştun Sinan Hocam :
” Ato Cezaevinde en çok neyi özledin?”
” Gel birlikte yürüyelim Hocam, en çok beş on-metre sonra dönmeden uzun yürümeyi özlemiştim.” diyorum.
Ve uzun, upuzun bir yürüyüş yapmıştık anımsıyor musun?
Hâlâ yürüyorum. Akşam oldu ve Kumkapı civarında sonunda bizimkilerden birisine rastlıyorum… Kalacak yer sorununu o çözümlüyor…
- Yapılan her şey planlı programlıdır - 5 Haziran 2020
- Nurhak Sana Güneş Doğmaz - 30 Mayıs 2020
- Yusuf Aslan - 8 Mayıs 2020