Marika’m

 (Babamın tabiriyle o, ‘gâvur’ların sonuncusuydu) 

Bir kış günüydü. Okulun merdivenlerini yavaş yavaş çıkıyordum. Herkes telaşlıydı, ben sakin; herkes hızlıydı, ben yavaş. Dalmışım… Beth’in ortadan kayboluşunun ilk günleriydi. Dalgınlığım her halde ondandı. Alçak ama uzun merdivenlerden çıkarken, birden boynumun sağ tarafında bir yanma hissettim. Parkamın düğmesini açıp elimi boynuma soktum. Sıcak, ıslak ve yapış yapıştı. Ne olduğunu anlamak için elimi çıkardığımda çok şaşırmıştım; elime gelen şey kandı.

Bayılmışım. O yüzden sonrasında hiçbir şey hatırlamıyorum. Daha gözlerimi açmamıştım ki hiç hoşlanmadığım bir koku geldi burnuma. Önce midem bulandı. Elimi ağzıma götürmek istedim, fakat bir el tuttu elimi. Öbür elimi hareket ettirmek istedim, onda da bir acı duydum kolumda; iğne batırıyorlardı damarıma. Başımı yan çevirip kusmaya başladım. Göz kapaklarımı zorluyor ama açamıyordum. Yumuşak bir bez parçası, sıcak bir el ile birlikte ağzımın kenarlarında dolaşıyordu. Yine dalmışım her halde ki; Beth koşarak yaklaşıyor, boynuma sıkıca sarılıyordu. Acıyı hissediyordum. Öpücüklere boğuyordu beni, ağzımı açıp “Nereden çıktın?” diyemiyordum. “Kaçtım! Söyledim ama olmadı, anlamadılar. Yapamadım. Çabuk! Babamlar gelmeden gidelim.” diyor, oturduğum yerden beni kaldırmaya çalışıyordu. “Seni seviyorum!” diye bağırırken, eli elimden kayıyor ve benden hızlıca uzaklaşıyor. “Yapma baba!” dediğini duyuyorum. Birden bir nefes hissettim yüzümde. Kevork’un nefesiydi bu . Başucuma kadar gelmişti, korkuyordum. Başka bir sesle kendime gelir gibi oldum. Göğsüme değen soğuk bir metalle ürperdim. Kalbimin güm güm sesini duyuyordum kısa aralıklarla. Neden sonra gözümü açtığımda, güçlü beyaz siluetleri gördüm. Tüm yüzler fluydu. Yine o iğrenç kokuyu duydum. Gözlerim Kevork’u arıyordu, ama yoktu. Sesini duymak istiyordum, duyamıyordum. Biri; “Hadi bakalım delikanlı, geçmiş olsun.” dedi. O an anlamıştım, beyazın içinden gelen o koku, hastane kokusuydu. “Narkozdan çıktı.” deyince bir başkası, şaşkınlığım daha da artmış; “Ben statik sınavında olmalıydım, hastanede değil!” demiştim. Bir el alnıma dokunarak; “Ateş düşürücü verin.” diyor ve gidiyorlar. Gözlerim tavanda; “Gerçekten neredeyim?” diye düşünürken, bu kez aksanlı bir ses; “Geçmiş olsun.” diyor. Başımı sesin geldiği tarafa çeviriyorum; kıvır kıvır kızıl saçlı, mavi gözlü bir kadın. Eğer o yıllarda tanınıyor olsaydı, Nicole Kidman derdim. Önce aksanı, sonra saçları, daha sonra da gözleri dikkatimi çekiyor ve bakıyorum derin maviye. Tanımıyordum. “Tekrar geçmiş olsun, ben Marika.” diyor. Soran gözlerle baktığımı anlayınca da “Vuruldun.” diyor. Gözlerimin fal taşı gibi açıldığından eminim. Elindeki ufacık mermi çekirdeğini gösteriyor. Elime bakıyorum. Sıcak, ıslak, yapışkan kanı gördüğümde onun ayaklarının dibine düşmüşüm. “Alnını yere bilinçsizce vurduğunda çıkan sesi asla unutmayacağım.” diyor. Elimi alnıma götürüp sargı bezlerinin altındaki kocaman şişliği hissedince; “Korkma!” diyor, “Bir şey yok.” Önden, arkadan, yandan çekilmiş kafatası filmlerini gösterince gülüyor; ”Ben bu kadar çirkin miyim?” diyorum. Gülerek; ”Şimdilik.” diyor, çantasından aynasını çıkartıp yüzüme doğru tutuyor.

“Aman Allahım!” diyorum. Sanki başımı kocaman bir portakalla sarmışlar. Gözlerimin altları şiş ve mosmor. Boynumda bir sargı bezi, üzerinde de küçük bir kan lekesi. O sırada hemşire içeri giriyor; “Delikanlı nasılsın?” diyerek halimi soruyor. “Çok ağrım var.” diyorum. Nabzımı ölçüp ateşime baktıktan sonra, serum hortumuna enjektörü batırıp ilacı damarlarıma gönderiyor. Hafif bir yanma hissinden sonrasını hatırlamıyorum. Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum, dudaklarımda bir ıslaklıkla uyanmıştım. Etraf karanlıktı… Gözlerim karanlığa alışınca Marika’yı gördüm. Islak pamuğu kurumuş dudaklarımda gezdiriyor, hafifçe sıkarak dilimi birkaç damla suyla ıslatırken bir yandan da; “Su içmek yasak, sabaha kadar böyle idare edeceksin.” diyordu. Bilincim daha da yerindeydi, iyice uyanmıştım artık. İyi de kimdi bu Marika? Arada sırada sadece telefon etmeye çıktığında beni yalnız bırakmış ve neredeyse 36 saattir yanımdaymış. Aynı okuldaymışız. Hiçbir mecburiyeti yoktu aslında. İnsanlık işte… 7,65 mm. bir kurşun kaderimiz olmuş, bizi birleştirmişti bembeyaz bir hastane odasında. 

Gün ışıdığında hala Marika’yı ikna etmeye çalışıyordum. Israrla evimin telefonunu, adresini istiyordu aileme haber vermek için. Onların duymasını istemedim, çünkü dedem öleli henüz birkaç ay olmuştu. Annem üzüntüden yataklara düşer, babaannemse kahrından ölürdü. Hele ki babam duyarsa… Direkt olarak; ”Okuduğun kitaplardan belliydi komünist olacağın.” der ve beni öldürürdü. Aslında artık beni dövemiyordu. Belki utanıyordu vurmaya belki de korkuyordu benim de ona vuracağımdan. En sonunda ikna etmiş, aramaktan vazgeçirmiştim Marika’yı. Beni tekerlekli sandalyeyle telefonun başına götürüp elime bir avuç jeton koymuş; “Hadi, araman gereken yerleri ara.” demişti. Sadece evi aradım. Telefona çıkan kardeşime annemi vermesini söyledim. Annem; “Nerdesin üç gündür, baban seni öldürecek” diye bağırdı. “Hassiktir” dedim içimden. Ama bir yandan da “Öldürmesi için önce yakalaması lazım.” diyordum. Annemin bağıran sesi geliyor; “Hınzır!” diyordu kardeşime. Yorulana kadar sayıp döktü. O konuştukça ben jeton atıyordum. Canavar telefon yutuyordu jetonları. En sonunda susmuştu. “Merak etme, arkadaşlarla Avşa Adası’na geldik. Aniden gelişti işte. Gidince haber verecektim, ama adada hatlar arızalıydı. O yüzden şimdi arayabildim. Herkes kuyrukta, şimdi kapatıyorum sonra tekrar arayacağım.” diyerek telefonu kapattım. Eminim ki annem telefonu kapattığımdan habersiz, hala; “Baban seni öldürecek!” diye car car konuşuyordu. Marika bir kaşı havada şaşkın şaşkın yüzüme bakıyor, hınzırca gülüyordu. Sonra yavaş yavaş alkışlayarak; ”Beyimiz mimar değil tiyatrocu olmalıymış.” diye söylendi. O, tekerlekli sandalyeyi koğuşa doğru sürerken yine aklıma takılmıştı; “İyi de kardeşim kim bu Rum kızı?” Sürekli havadan sudan konuşuyorduk, arada bir yanımdan ayrılıp evi aramak için telefona gidiyordu. Bazen elinde bir çantayla üstünü değişmiş geliyordu. Makyajından da geri kalmıyordu. Neden burada olduğuna bir türlü anlam veremiyordum. Yedinci günün sabahı doktorlar vizite geldiğinde; “Taburcu edelim.” deyince aklım başımdan gitmiş; “Para?” demiştim. Öyle ya hastaneye para vermek lazımdı. Hastane duvarındaki hemşire gibi, Marika sağ elinin işaret parmağını dudaklarına götürerek; “Sus.” diyor. Kaşlarımı çatarak, içimden; “Sanki karım!” diyorum. Ama öyle bir bakıyor ki, o bakış karşısında yumuşuyor ve gülümsüyorum. Babası Apostol hastane masraflarını ödenmiş, şoförleri de bizi bekliyormuş. Taburcu olacağımı dün doktorumdan öğrenmiş. Babası Perşembe Pazarı’ndaki dükkânına gitmeden önce hastaneye gelerek parayı ödemiş. Bunca şeyin üstüne bir de; “Şimdi Kurtuluş’taki kışlık eve gidiyoruz. Hava iyi olsaydı Büyük Ada’daki yazlığa giderdik, ama orası on beş gün önce kapatıldı. O yüzden orada zorluk çekeriz. Koca konağın üstesinden gelemeyiz.” demez mi?

Her yanımı ter basmıştı. Bu da ne demek oluyordu! Efelikte yapamıyordum bu iyi niyete karşılık. En sonunda kendimi bu rüzgâra bırakmaya karar verdim. Marika yeni alınmış çizgili pijamaları giydirdi, beyaz çorapları ayağıma geçirdi sonrada ayaklarımın ucuna rugan terlikleri bıraktı. Tam o sırada; “Boku yedin oğlum. Bu kız seni eve kapatır, dışarı salmaz artık.” diye geçirdim içimden. Hastane kapısında kısa bir süre bekledikten sonra simsiyah bir Cadillac geldi. Şoför çantaları bagaja koyarken bizde arka koltuğa kurulduk. İçimden “Kızı şimdi denemem lazım.” diyerek başımı omzuna koydum, yavaşça elini tuttum. Hafifçe dönüp başıma bir öpücük kondurdu. Başımın şişlikleri inmeye başlamış, morluklar yavaş yavaş rengini açmıştı; dikiz aynasından Yani abiyle göz göze geldiğimizde fark etmiştim bunu. O da göz kırpıp hafifçe gülümsüyordu. Bu gülüşün ne anlama geldiğini anlayamıyordum. Önümüzdeki troleybüsün boynuzları çıkmış, sürücüsü onları takmaya çalışıyordu. Bir yandan yağmur bir yandan trafik derken, öbür yandan da Marika durmadan bir şeyler söylüyordu. “Merak etme, okulda boykot başlamış. Sınavlar ileri tarihe alınmış.” Karşıt görüşlü öğrencilerin, az sayıdaki korkak hocaların ve polisin sayesinde zaten doğru dürüst ders göremiyorduk.  Bunları düşünürken sol kapı açıldı. Eve gelmişiz.  Marika hala konuşuyordu. Dayanamayarak kendimi dışarı attım. Hem telaştan hem de rugan terliğe alışık olmadığımdan ayağım kaymış, terliklerin her biri başka tarafa fırlamıştı. Sanki kasıklarım yırtılmıştı. O acıyla; “Ananın!” diye başlayan okkalı bir küfür savurdum. Marika gülmeye başladı. Islanmayayım diye şemsiyeyi tutarken öbür eliyle de beni kaldırmaya çalışıyordu. Çorap, pijama çamura içinde homurdanarak kalktım yerden ve zor bela apartmana attım kendimi. Eski asansörün kepenklerini açan Yani, bizi içeri aldıktan sonra elindeki çantalarla yürüyerek yukarı çıktı. Marika beşinci katın düğmesine bastı, omuzlarımdan tutup beni kendine çekti ve öpmeye başladı. Şaşkınlık içerisinde kızardığımı hissettim. O an erkekliğim aklıma geldi… Utanmıştım. Kıpkırmızı olduğumu ve yüzümdeki şaşkınlığı gören Sofia Hanım, olayın şokunu atamadığımı sanmış. Gece mutlaka Marika ile konuşmalıydım. İnsanın hiç tanımadığı birine bu kadar iyilik yapması fazlaydı doğrusu. 

Birden aklıma evdekiler gelmişti. Bu defa kararlıydım; annemi fazla konuşturmadan derdimi anlatıp, telefonu kapatacaktım. Şansıma telefonu annem açıyor; “Sus ve dinle.” diyorum. “Tek jetonum var, Avşa’dayım, iyiyim. Zaten derslerde boş geçiyor, kimse kimseyi okula sokmuyormuş. Boykot varmış, haberlerde söyledi.” diyerek kapatıyorum. Üç beş gün daha rahattım artık, ama ilk andan itibaren de evdeki ilgiden bunalmıştım. O akşam yemekte Apostol Bey; “Neden sıkılıyorsun?” diye sorunca; “Bunu hak edecek hukukumuz yok.” diyorum. Bunun üzerine Apostol Bey; “6-7 Eylül olaylarında bir Türk aile beni ve ailemi birkaç ay evlerinde sakladılar. Samatya’da iki katlı ahşap bir evdi. Sofia Marika’nın abisine hamileydi. Doğum çok yakındı. Nihayetinde Taki o evde doğdu. Dostluğumuz böyle başlamıştı onlarla. Üç yıl sonra Samatya’ya ziyaretlerine gittik. Kış kıyametti. Elektrikler kesildi. Gece geç vakitlere kadar oturmuş, mum ışığında sohbet etmiştik.  Elektrikler gelmeyince Sofia’ya; “Hadi gidelim artık, çok geç oldu.” dedim. Bizi geçirirken yaktıkları mumlardan birini alt katta yanık unutmuşlar. Hepsi üst katta uyuduğundan yangını fark etmemişler. Dumandan zehirlendikleri için acı hissetmeden o ahşap evde öldüler. Tarih 19 Şubat 1959’du. Bu tarihi hiç unutamadım.” Apostol Bey bu olaydan uzun bir süre kendini sorumlu tutmuş. 27 Mart 1959’da dünyaya gelen Marika, bu ailenin yaptığı iyilikleri dinleyerek büyümüş. Benim vurulduğumu görünce de babasından aldığı telkin ve terbiyenin etkisiyle beni hastaneye götürüp başımdan hiç ayrılmamış. Apostol Beyin anlattıklarından sonra, amcamın da Perşembe Pazarı’nda balıkçı malzemeleri satan Andon amcayı (benim çikolata sponsorum) bizim evde sakladıkları aklıma geldi. Konu tamamen Türkiye siyasetinin yakın tarihine odaklanmış, Türk kahvesi yanında likörlerimizi içmiştik. Biraz sonra Sofia Hanım içinde tatlı kaşığı olan su dolu bardaklarla sakız reçellerini getirerek; “Ağzınızda sohbetiniz gibi tatlansın. Sonrada herkes yatağına, Ömer Bey daha nekahet döneminde.” demişti. 

Odama çekildikten sonra uzo ve likörün etkisiyle uyumuşum. Gecenin kaçıydı hatırlamıyorum, koynumda bir sıcaklıkla uyandım. Marika… Çırılçıplak yorganın altındaydı. Başımı o mis kokulu saçlarının arasına gömdüm. İpek teninde elimi gezdirirken ezan okunuyordu. Aniden yanımdan kalktı, sessizce odanın en uzak köşesine giderek kendini benden sakladı. Ta ki ezan bitene kadar. Marika’ya ve ailesine hayranlığım bir kez daha artmıştı. Sabah erkenden yanımdan ayrıldığında kendi kendime sordum; “Bekâretini neden bana verdi?” diye. Beraberliğimiz üç yıl sürdü. Ne yazık ki bu süre içerisinde iki kez kürtaj olmak zorunda kalmıştı. Bu ülkenin ötekiler üzerinde güttüğü siyaset, onları da vatanlarından ayrılma düşüncesine itti; 1979 yılının şubat ayında ailecek Atina’ya göçtüler.  O yıllardan sonra sık sık telefonda görüştük. Bir gün telefon açtı, ağlıyordu. “Evleneceğim. Bilmen gerekir diye düşündüm.” dedi. “Tabii aşkım, tabii bir tanem.” demiştim. Ne Dora ne de Beth kadar sevemediğim bu kadına hayranlık ve farklı bir tutkuyla bağlanmıştım. Aradan yıllar geçti. Hep soruyordum, “Çocukların?” diye. “Yok.” diyordu, ama bunu söylerken sesi hep titriyordu. “Neden?” dediğimde, “Boş ver.” diyordu. Kocası mı Marika’yı üzüyor acaba diye korkmuştum. O yıllarda yurt dışına çıkmak çok zordu. Sıkıyönetim vardı. Talihsiz bir şekilde gözaltına alınmıştım. Kırk dört gün boyunca yaşadığım işkence ve pislik hayatımı karartmıştı.

“Sen gel.” dedim. “Bir kez olsun, son kez olsun seni göreyim.” dedim. Geldi… Günlerce konuşup dertleştik, birbirimize özlemimizi giderdik. Ayrılık vakti gelip çatmıştı. Pasaport kuyruğuna girerken kulağıma eğildi; “İkinci kürtajda rahmim hasar gördüğü için çocuk doğuramadım. Üç kez düşük yaptım. En sonunda rahmimi aldılar.” Kocası çok zengin bir armatör ailenin tek oğluymuş. Abisinin Down Sendromlu kızını, nüfusuna almış. Çocuğun geleceği, bakımı garanti altında ama bu vebalin altında kalmak çok acı… 

Şimdi bir gâvurun soyu bitti. Yerinde rahat uyu baba. Seni asla sevemedim baba!

Ömer BAKAN
Latest posts by Ömer BAKAN (see all)