Masabaşı Ayaküstü Sohbetler

Sıcak olacağını tahmin ettiği sokak kapısının önünde duran paspasın üzerine kendini zor attı minik kedi yavrusu. Üstelik ıslanmış, tir-tir titriyordu. Kıvrıldı kendine kıvrılabildiğince, üşüyordu. Sıcak olarak tahmin ettiği paspas zaman geçtikçe canını acıtıyor, üşüsün mü yoksa atsın kendini soğuk mermer basamağı üzerine canı mı yanmasın bir türlü karar veremiyordu. Bir yandan uyku zorluyordu önce bedenini sonra da gözlerini. Göz kapaklarına kendi bedeninden ağır birer tuğla duruyordu sanki. Tuğlalar ağır bastığından gözkapakları direnemedi, yumdu gözlerini… 

Tuğlaların ağırlığı yanı sıra şu paspas da batmasa ne iyi olacaktı. Önce hava karardı, ardından sokak sesleri azaldı, apartmanın girişi sessizliğe büründü: çıt çıkmıyordu etraftan. Ayak sesleri duydu belli belirsiz; ancak tek gözünü arayabildi tüm güçsüzlüğüne rağmen. Tüylerinin arasına sızmış yağmur suyu, zaman geçtikçe bedeninden salınan ısıyla yavaş-yavaş buhara dönüşüyordu. Önce bir adam çıktı dör basamaklı merdivenden. Cebinden çıkardığı anahtarı anahtar deliğine hoyratça soktu, çevirdi, hızla kapıyı itip içeriye adımını attı. Minik kedi tüm gücüyle kapıdan içeriye kendini atmak istedi, gücü yetmedi. İstemeye-istemeye geri döndü paspasın batan yüzüne. Gözlerini yumdu, çok uykusu olmasına rağmen üç kaşıklık midesinden gelen sesler uyumasını engelledi; uyuyamadı. Burnuna bir koku geldi, hiç şimdiye kadar almadığı bir kokuydu. Başını kaldırdı bir erkek, bir kadın ellerinde birer tombik pidenin içine bolca konulmuş döner parçacıklı sandviçi güle oynaya ısırıyorlar, ağızlarında koca lokmayı çevirmekte zorlanıyorlardı. Seslendi onlara “miyav” diye ama hiç oralı olmadılar bile, “belki de duymamışlardır” diye, düşündü; kıvrıldı yine kendine, sarmal oldu tüm minik bedeni kendine. Ne kadar zaman geçti anlayamadı. Aç açına dalmaya çalıştı uykuya, direndi uyumak için, önce uyuyamadı ama minik bedeni dayanamadı aç olmasına rağmen uykuya daldı, uyudu. Ne kadar zaman geçmişti anlayamadan. Kuyruğundaki dayanılmaz acıyla canhıraş bir çığlıkla zıpladı paspasın üzerinden. Ayağının altından gelen sesten ürken adam en az minik kedi kadar korkmuş, bu korkunun bedelini kırk dört numara ayakkabısının burnuyla kediciğe tekme atarak ödetmişti. Bir süre havada yol alan kedi, kendini bir süre sonra asfaltın ortasında bulmuş, sağından-solundan geçen arabaların korkusuyla beyaz yol çizgisinin üzerinde kala kalmıştı. Kimi kendine teğet geçiyor, kimi fark edip son anda direksiyonu sağa veya sola kırarak kediyi ölümden kurtarmalarına rağmen kızgınlıklarından olanca güçleriyle kornaya basarken birçoğu kediye küfür etmekten geri kalmıyorlardı. Şaşkın kedi, ürkek kedi, neye uğradığını şaşırmış kedi, gözlerine çakan farların güçlü ışığıyla beyaza bürünmüş bir dünyadan başka bir şey görmüyordu. Burnunun ucuna kadar gelen iki ayrı ışık geldi, geldi önünde durdu. İki güçlü ışığın ortasında bir karaltı gördü önce, sonra yumuşak bir çift el uzandı kendine doğru, önce başını okşadı, sonra karnına uzandı bir el, diğer el başını okşadı “korkma” dedi, kadife gibi sesiyl4e. Bir başka biri daha indi arabadan, sağdan-soldan gelen arabaları durdurdu, çocuğunu karşı geçirmek için elini tutarken, bir yandan da “o kedi yavrusunu hemen bırakıyorsun emniyetli bir yere ve çabucak dönüyoruz arabaya” diyerek, kızını sürüklercesine karşı kaldırıma geçirdi. Çocuk, sağına-soluna bakındı güvenli gördüğü bir apartman kapısına bıraktı, annesini kaybeden kediye. İşte yine başa dönmüş, üstelik ölümden dönmüştü minik kedi. Üşümesi bir şey değil açlığının yanında. Biraz önce sığındığı paspası aradı bulamadı, bu kez karşı kaldırıma bırakılmış yok, bırakılmamış tekrar terk edilmişti yalnızlığına. 

Minik kedi, küçük-küçük adımlarla apartmanların kenarında ürkerek kendini de bilmediği bir tarafa doğru yürüdü; acıtacağını bile-bile önünde paspas olan bir kapı aradı, en sonunda buldu bir tane. Yine iğne gibi batan yüzü vardı paspasın ama kıvrıldı bir köşesine. Bu kez biraz önce ki korkudan kaynaklanan güçsüzlükle uykuya çabuk daldı. Ne kadar zaman geçtiğini anlayamadı, hatta o “tak” diye, duyduğu sese uyanmasaydı daha da anlayamayacaktı. Sesin ardından ince topuklardan çıkan ses duydu. Ses gittikçe kapıya yaklaştı. Kapının ardından gelen ışık söndü, ayak sesleri bir anlığına durdu ardından tekrar ışık yandı, ince topuk sesi tekrar duyuldu. Kapıya yaklaştı, kapıyı açtı bir el, içeriden sıcacık bir hava koptu geldi kediye doğru. Gerinerek ayağa kalktı, kapıya doğru ürkekçe yürüdü, kadının gözlerine yalvarırcasına bakmak için başını olabildiğince yukarıya doğru kaldırdı, kadınla göz-göze geldi. Kadın kenara çekildi içeriye girmesi için ona yol verdi. Esneyerek, gerinerek içeriye ürkek adımlarla yürüdü. İster istemez sıcağın geldiği tarafa doğru yürüdü. Ardından uzanan eli fark etmedi. El onu havaya kaldırdı, üç kat yukarıya çıkardı. Bir tomar anahtarları taşıyan anahtarlığı çantasında aradı buldu, birini anahtar deliğine sokup sağa doğru çevirdi, kapı aralandı kadın yavaşça minik kediyi yere bıraktı. Ardından aceleyle içeriye gidip bir yastık getirdi, evin bir köşesine yastığı bıraktı. Mutfaktan iki küçük kâse ile geri döndü. Kâselerin birinde süt, diğerinde tombik döner sandviç gibi kokan et parçacıkları vardı. Kâseleri yavaşça yastığın yanına bıraktı kapıya doğru yönelirken telefon çaldı. Elini çantasının içine soktu bulmaya çalıştı, bulamadı. Salondaki masanın üzerine çantayı boşalttı, telefondan yayılan mavi ışık loş salonu az da olsa aydınlattı. Telaşla yeşil noktaya başparmağını uzattı, sağa doğru çekti, kulağına yaklaştırdı “sen nerdesin” diye, sevgilisinin sesi kulağında patladı. Titreyen sesiyle durumu izah etmeye çalıştı “aşkım, göreceksin o kadar çaresiz, bir o kadar da güzel kedi, sokakta bırakamazdım” dedi. Karşı taraf biraz sustu “madem bırakamazdın, söyle kediciğine, seni o çıkarsın yemeğe” dedi. Kadın neye uğradığını şaşırdı “Siktir git Arif, seni minik bir kedi sayesinde tanıdım” dedi, telefonu suratına kapattı. Minik kedi, olanlardan habersiz iki lokma etin ardından, iki yudum süt içti tekrar ete yöneldi. Arzu, gözleri dolmuş kedisini seyrediyordu. Önce sırtında ağırlık yapan pardösüsünü ayaklarının dibine çıkarttı. İnce, yüksek topuklu sitiletto ayakkabılarını tersine yüzüne bakmadan fırlatırcasına ayaklarından çıkarttı, kedisini izlemeye başladı. Ürkütmemek için yerinde kımıldamadan beklerken ipek gömleğinin düğmelerini açtı, sutyeninden taşan göğüsleri açığa çıktı, kollarından hafifçe gömleğini ardına bıraktı. Mini eteğinin arkasını önüne çevirdi fermuarını aşağıya indirdi, kopçayı birbirinden ayırdı, tıpkı sevgilisi Arif’i hayatından ayırdığı gibi. Yere bırakmadan eteğinin kopçalarına baktı, “kancalı taraf Arif olmalı” diye, geçirdi içinden. Gülümsedi kopçanın diğer tarafına yuvarlak halkanın içinde kayboldu gözleri. Karnı tıka-basa doyan kedi, başını Arzunun gözlerine doğru çevirdi, minnettardı. Yalnız kaldığında çıplaklığına aldırmazdı arzu. Kedisine doğru eğildi ürkütmeden avuçlarının içine aldı, göğsüne yasladı, salonda cam kenarındaki berjer koltuğuna oturdu. Kedi kımıldanarak bedeninin en yumuşak yerini aradı buldu, başını anasının sıcaklığındaki memelerinin arasına soktu ama sutyenin teli rahat ettirmedi onu. Kolları arkaya dolandı, sutyenin üç kopçasını teker-teker açarken sanki Arif’e “boş ol-boş ol-boş-ol” diyordu. “bu da nereden geldi aklıma” diye, düşünürken hırsından yüksek sesle gülmeye başladı. Göğüslerinin arasına gömülen kedi oralı bile olmadı Arzunun yüksek perdeden gülüşüne. 

Bu akşam yalnızım masamda. Masabaşı ayaküstü sohbet edecek kimse gelmedi; tabağımdan bir lokma peynir kapma umuduyla ayaklarımın dibinden ayrılmayan kediden başka. Meyhanenin müdavimi kedi anlattı bu gece ben de dinledim. 

Ömer BAKAN
Latest posts by Ömer BAKAN (see all)