Naftalin Kokan Sokaklar

Köşede, yeni açılan banka şubesinin sokağına girdiğinizde, yol ileride sağa doğru kıvrılır. Yolun en sonunda görünen apartmanın arsa üzerinde yerleşimi, yol kıvrımınla birlikte, sokağa “çıkmaz sokak” hissini veriyor. Ama park eden arabaların konumuna baktığınızda çıkmaz sokak olmadığını hemenanlarsınız. Etrafıma alıcı gözle bakıyorum  “bu sokakta beni içten içe cezbeden bir şeyler var” diyorum, kendi kendime. Duraksıyorum. Sanki burnuma hafiften kesif bir naftalin kokusu geliyor, bana eskiyi anımsatıyor. Bu sokakta yaşananlar, sarıp sarmalanmışta, ileride bir gün lazım olur diye, içi kadife kaplı ceviz sandıkta saklanmışlar. Belli ki Kordelya’nın en eski sokaklarından biri, neden bu hisse kapıldım onu da bilmiyorum. Yolun ortasında durduğumu karşıdan gelen düşük model Ford fark ettiriyor. Şoförle göz göze geliyoruz, özür dilercesine bakıyor, iki omuzumu ne yapayım der gibi hafifçe yukarı doğru kaldırıyorum. O da özrümü kabul eder gibi bakıyor, hafiften gülümseyip, başınla selam veriyor; sanki bana “şaşkın” der gibi. Şakınım evet. Şaşkınım, çünkü olmayıp ta, sanki var gibi burnuma gelen naftalinin kesif kokusu şaşkınlığımı pekiştiriyor, nedendir bilinmez. Arabaya yol verip, ağır ağır ilerliyorum. Karşıdan köpeğini sabah yürüyüşüne çıkartmış kadın geliyor. Üstüne alelacele bir şeyler geçirmiş,uzun ve bol rengârenk düşük belli rüküş bir etek, arkasından gelen rüzgârla birlikte eteğinin ön tarafı havaya kalkıyor, diz kapağının bir hayli üstüne doğru çıkıyor, düzgün bacakları ortaya seriliyor, ister istemez dikkatimi çekiyor. O, oralı bile değil, kendinden emin. Üzerinde, eteğin sahip olduğu renklerin birinden, askılı, rengi solmuş penye bluz -askılardan biri omuzundan düşmüş- tahrik olmuş gibi görünen iri göğüs uçlarını hayli belirgin bir şekilde gösteriyor, göğüsleri hatırı sayılır derecede dolgun ve dik. Düşük belli etek ile bluz arasında açıkta kalan göbeğindeki altın piercing daha da dikkat çekici. Ayağındaki ev terliği hiç yakışmamış, belli ki acelesi var. Köpeği, kadının aceleciliğinin aksine, sağı solu sakince kokluyor, kadının tasmaya bağlı ipi çekiştirmesine aldırış etmiyor. Bir ağacın dibine çişini yapıyor, ardından naftalin kokulu sokağın ortasına kakasını bırakıyor, dönüp kadının gözlerinin içine bakarak, “temizle onu” der gibi kakasının başında bekliyor. Kadın eğilerek elindeki naylon torbaya köpeğinin kakasını alırken, dışarıya fırlarmışçasına görünen göğüslerine aldırmıyor bile. Tasmayı sertçe çekerek, bir daha rüzgâr ile birlikte iyice kalkan eteğine müdahale etmeye gerek bile duymadan, hızlı adımlarla sahile doğru ilerliyor. Bu kez, köpek kadının arkasından yürüyor. Yan yana geldiğimizde gözlerimize bakıp, birbirimize sessizce “günaydın” diyoruz ve yüzünü inceleme fırsatı buluyorum. Gece makyajını silmeden yatmış, gözaltındaki hafif morluklar uykusunu alamadığının göstergesi. Saçları dağınık ama o haline çok yakışmış. Boynundaki morluğun farkında değil galiba, en sevişken halinin belirtisi olarak gözüme takılıyor. Belki de yatağında bıraktığı adama çabuk dönme isteğinden aceleci davranıyor. Köpeği nereden bilsin bu sabah kadının hiç yatağından çıkmak istemeyeceğini. Son model bir Jeep hızla bana yaklaşıyor, sarı saçlı kadını fark ediyorum şoför koltuğunda, yanında uzun saçlarını atkuyruğu yapmış kır saçlı adam. Bir elinde telefon kulağına yapışmış, diğer eli direksiyonda kadının, ani bir fren yapıp sağa dönüyor; belli ki acelesi var, işe geç kalmış gibi. Ardından bakakalıyorum. “Gevrek”diye bağıran adam, sabahlığı ile apartmanın bahçe duvarına kadar gelmiş kadına üç tane gevrek veriyor, para üstünü sayarken, “boyoz da iste misiniz” diye, soruyor. Kadın da “hadi üç tane de ondan ver” derken, hafiften gülümsüyor. Gevrek alan kadın, köpek gezdiren kadın gibi değil, acelesi yok. Saçları taranmış, makyajı belli ki yatmadan önce temizlenmiş, uykusunu almış, dinç görünüyor. Güneş yanığı teni ona çok yakışmış. Dikkatlice baktığımda ellisine yakın görünse de, hayli genç, bir o kadar da çekici geliyor gözüme. Dip boyası gelmiş saçları tek kusuru gibi, belki de bu gün kuaföründe randevusu vardır. Gevreği ve boyozları alıp apartman kapısına doğru yöneliyor.  Yanımdan hızlı adımlarla üniversite çağlarında, sarıya yakın açık kumral saçları beline kadar uzamış, kısacık kot eteği ve üç düğmesi açık, vücudunu sıkıca sarmış beyaz gömleğinden ten rengi sutyeni görünen genç kız geçiyor. Hani şu sıfır beden dedikleri kadar ince ama uzun boyunun ona verdiği ayrıcalığın farkında sanki. Atletik bir bedene sahip, uzun bacaklarıyla hızlı ve büyük adımlar atıyor. Bir yandan telefonla telaşlı bir şekilde konuşurken, diğer yandan arkasına bakıyor; birinden kaçar hali var.Herkesin bir derdi var, kim bilir? Etrafta olup bitenden habersiz, kendi derdine düşmüş bir halde. Yüzündeki kaygı hemen fark ediliyor.  Bir süre sonra gözden kayboluyor veya bana öyle geliyor. Sabah erken olmasına rağmen, üçüncü katlardan birinin camı, evin temizlikçisi tarafından silinmeye başlanmış bile, bir elinde sigarası, diğer elinde mavi bir bez –hani şu sabunsuz kullanılan- ağzında tutturduğu “penceresi cam cama, muallim” türküsüyle birlikte. Ha düştü, ha düşecek sanki çok deli-cesur oluyor bu temizlikçi kadınlar. Benim yüreğim ağzıma geliyor, onun umurunda değil. Aynı dairenin balkonunda tekerlekli sandalyesinde oturup etrafı gözleyen kadın, belli ki temizlik yapılan evin sahibi. Kahvaltısını bitirmiş, keyif çayını içiyor. Yavaş yavaş kentin havası hissedilebilir sıcaklığa ulaşıyor, ben hafiften terlemeye başlıyorum. Tekerlekli sandalyedeki kadın da öyle, o da terini beyaz bir peçeteye siliyor.Kadıncağız şimdiden bunalmışa benziyor, kilosu da hayli fazla. Temizlikçi kadın ağzında sigara ile balkona geliyor, boş çay bardağını tekrar doldurmak üzere masadan alıp, mutfağa doğru yöneliyor. Masaya genç bir kadın geliyor, kuzguni siyah saçlarını tepesinde dağınık bir şekilde toplamış, üzerinde varla yok arası bir elbise, elinde kahve fincanı. Yaşlı kadınla konuşmaya başlıyorlar, genç kadının suratı asılıyor. Ev de temizlik varken bu kadar geç kalkılır mı tarzında bir tartışma her halde. Kısa bir süre sonra genç kadın, yaşlı kadının söylediklerini umursamaz bir şekilde masada oturuyor, kahvesini yudumlamaya devam ediyor. Apartmanların birinin bahçe kapısı önünde, orta yaşlarını hayli geride bırakmış mahallenin iki sakini ayaküstü sohbet ediyor. Ne konuştuklarını merak ediyorum ama duyamıyorum. Gülen hallerine bakılırsa kesin birilerini çekiştiriyorlar; kapı önü, ayaküstü konuşmalara kadınlar bayılır. Onlar sohbete devam ederken üst katlardan birinin balkonunda, aşağı doğru sarkmış başka bir kadın sohbete dahil oluyor. Sesler daha da yükselince konuşmanın konusu da ortaya çıkıyor. Dün akşam katıldıkları düğünde Keriman hanımın yanındaki adam kim? Balkondan konuya müdahil olan kadın “ayol ikisi de bekâr, bize ne” diyor. Aşağıdaki kadınların konuşması fısıltıya dönüşüyor. Buna sinirlenen yukarıdaki kadın ani bir hareketle dönerek içeriye giriyor, aşağıdakiler gülüşerek yukarıya doğru bakıyorlar. Kadınlar bu tip konulara girdiklerinde zamanın nasıl geçtiğini anlamazlar, ocak üstünde bıraktıkları tencerenin dibi tutsa da. Ters yönden gelen araba dikkatimi dağıtıyor, sinirleniyorum ama adam sinirlendiğimin farkına varmadan yolun sonunda sağa kıvrılarak gözden kayboluyor. Plakası da bu şehre ait değil ama bu yabancılık ona ters yönden gelme hakkını da vermez. Sabahın bu erken saatinde bu aşırı haraketlilik bana fazla geliyor.Bakkalın oğlu, elindeki poşete domatesleri koyarken, içeriye sesleniyor ama ne dediğini anlamıyorum. Ben de sigara almak için bakkala doğru yöneliyorum. İçeriye girerken kapıda mini şortlu, orta yaşlarında, derin dekoltesi, yüksek ince topuklu çok şık ayakkabısıyla, kızıl parlak saçlı kadınla karşılaşıyorum, parfümü çok tanıdık ve iç gıcıklayıcı, kışkırtıcı. Hani derler ya balıketinde diye, tam da öyle, babamın tabiriyle “hükümet gibi kadın”.Yol veriyorum ama dışarıya çıkmıyor, kenara çekilip, o bana yol veriyor. Bakkalın girişi çok dar olduğundan kollarımız birbirine değiyor, sıcak bir dokunuş gibi geliyor bana, ürperiyorum. İster istemez güneş gözlüğümü çıkarıp kadına bakıyorum; oralı bile değil, kendinden emin, bakkalın oğlunu izliyor, yüzünde hınzırca gülümseme var. Poşete giren domateslerden birine itiraz ediyor, o domates derhal poşetten çıkıp kasaya geri bırakılıyor. Elini uzatıp kendi seçiyor çıkan domatesin yerine konulacak domatesi. Bakkalın oğluna bakıyorum, gözleri kadının göğüslerine takılmış, bilinçsizce eli başka domatese yöneliyor, kadın bu sefer bakkalın oğlunun eline hafifçe vuruyor, gülerek “kızacağım bak şimdi” diyor. Oğlan kendine geliyor, şaşkınca domatesleri doldurmaya devam ediyor. Sigaramı alıp, bakkalın oğluyla, kadını baş başa bırakıyorum. Sokağa dönüyorum tekrardan. Gittikçe naftalin kokusu keskinleşiyor, ben de sanki o kesif kokuyu takip ediyorum. İlerledikçe koku beni içine alıyor. Sağ kaldırımdan ilerliyorum. Balkonlardan birinde sabah kahvesini yudumlarken, gazetesini okuyan adama “günaydın” diyorum, duymuyor. Dalmış,o günkü gündemin gazete manşetine. Karısı geliyor balkona, onun elinde porselen çay fincanı. Adam karısına da bakmıyor, gazetesini okumaya devam ediyor. Kısa bir süre sonra yakın gözlüklerini üzerinden karısına bakarak “kalkmadı mı daha” diyor. Karısı hayır anlamında başını sallıyor, adam “tabi sabahın köründe gelirse kalkamaz tabi” diyor, geçip gidiyorum önlerinden. Evlerden birinin balkona açılan kapısı açık ama demir parmaklıklı, sineklik teli ile çerçevelenmiş kapısı kapalı, içeriden rakı kokusu geliyor, akşamdan kalan; sabah sabah canım çekiyor. Bir de balık kokusu var kedilerin beklemesi de ondan. Kim bilir neler konuşuldu dün akşam o sofrada, ne sözler verildi, ne kadar içildi ki, her şey ortalıkta öylece bırakılıp yatıldı, sabaha toplanır bahanesi ile. Kaç kişiydiler: iki mi, beş mi, on mu(?), hayır bence iki kişiydiler. Kalabalık olsalardı birileri ortalığı toplar, öylece bırakmazlardı, mutlaka ev sahiplerine yardımcı olurlardı. İki kişiydiler, belki karı kocaydılar, belki de sevgiliydiler, yediler, içtiler, konuştular, konuştular, sonra da ortalığı öylece bırakıp sevişmeye gittiler ve delicesine seviştiler sabahın ilk saatlerine kadar, sonra birbirlerinin bedenlerinde sızdılar, huzurla, en sevişken halleriyle. Genç olmalılar, yok yok yaşlıcaydılar ikinci baharlarını yaşayan. Biraz daha ilerliyorum, işte o zaman naftalin kokan evleri fark ediyorum; içinde anılarını barındıran. Birbirine yapışık ikiz, iki katlı, bahçeli evler. Sağdaki bakımsız, sanki terk edilmiş, uzun zamandır içinde kimsenin yaşamadığı, soldaki, eskiliğini koruyan, ön bahçesi bakımlı, içinde hayat belirtisi ile birlikte naftalin kokan ev; içinde tek kişinin yaşadığı. Pencereyi örten tül perdenin ardında telaş içinde koşturan bir kadın, belli ki bir yere geç kalmış, koşuşturması ondandır. 

 

Ömer BAKAN
Latest posts by Ömer BAKAN (see all)