Bazı eşleşmeler vardır; ilk bakışta rastlantı gibi durur ama yakından bakıldığında tarihin kalın damarlarına bağlanır. Kadın düşmanlığı ile ırkçılığın, cinsiyetçi şiddetle etnik nefretin, beden üzerinden kurulan tahakkümle kimlik üzerinden inşa edilen dışlamanın aynı siyasal zeminlerde buluşması böyle bir eşleşmedir. Tesadüf değildir. Aynı korkunun, aynı iktidar arzusunun, aynı kayıp duygusunun farklı yüzleridir bunlar.
Kadın, tarih boyunca iktidarın ilk sınav alanı olmuştur. Bedeniyle, sesiyle, kamusal varlığıyla kontrol altına alınmak istenen ilk özne odur. Irkçı siyaset ise aynı refleksi kolektif ölçekte yeniden üretir: “Öteki”ni tanımlar, aşağılar, tehdit olarak kodlar ve bu tehdidi bastırma hakkını kendinde görür. Bu iki hat, farklı zamanlarda ama aynı mantıkla çalışır. Çünkü iktidar, kendini ancak bir başkasını bastırarak kurabildiğinde güvende hisseder.
Bugün Gözde Şeker’e yönelen sosyal medya linci, bu sürekliliğin güncel ve çarpıcı bir örneğidir. Bir kadın gazeteci, bir siyasal figürün ırkçı bir tezahürata verdiği desteği eleştirdiği anda, eleştiri içeriğinden koparılır; cinsiyeti, bedeni, sesi, varoluşu hedef alınır. Söylenen söz değil, o sözü söyleyenin kadın olması mesele edilir. Çünkü eleştiriyi bir kadın yaptığında, bu yalnızca siyasal bir itiraz değil, aynı zamanda yerleşik hiyerarşiye yönelmiş bir tehdit olarak algılanır.
Burada işleyen mekanizma basittir ama son derece etkilidir: Önce kadın susturulmaya çalışılır, ardından onun sözleri değersizleştirilir, son aşamada ise hedef gösterilerek yalnızlaştırılır. Irkçı dilin çalışma biçimi de aynıdır. Önce bir grup “aşağı” ilan edilir, sonra bu aşağılık hali doğallaştırılır, en sonunda da dışlama ve şiddet meşrulaştırılır. İkisi de bir “üstünlük” anlatısına dayanır; biri erkekliğin, diğeri ulusal ya da etnik kimliğin üstünlüğüne.
Tarih bu eşleşmenin örnekleriyle doludur. Avrupa faşizmi yalnızca Yahudi düşmanlığıyla değil, kadınların kamusal hayattan sistematik biçimde dışlanmasıyla da ilerlemiştir. Nazi Almanyası’nda “Aryen ırk” miti, “annelik” rolüyle tanımlanmış bir kadınlık idealine yaslanıyordu. Kadın, ulusun biyolojik yeniden üretim aracına indirgenmişti. Mussolini İtalyası’nda da benzer biçimde, güçlü erkek-devlet anlatısı, itaatkâr kadın figürüyle tamamlanıyordu. Kadın özgürleşmesi, doğrudan ulusal çözülme tehdidi olarak görülüyordu.
Bu sadece Avrupa’ya özgü bir tarih değildir. Sömürgecilik çağında, “medenileştirme” söylemi hem yerli halkları hem de kadınları hedef aldı. Erkek egemen Batı, hem “geri ırkları” hem de “duygusal, irrasyonel kadınları” yönetmesi gereken varlıklar olarak tanımladı. Irkçılık ve cinsiyetçilik aynı epistemolojik zeminde üretildi: Akıl ve düzen, beyaz erkeğin tekelinde kabul edildi.
Bugün bu miras, daha rafine ama daha yaygın biçimlerde karşımıza çıkıyor. Sosyal medya linçleri, dijital kalabalıklar, anonim nefret dalgaları… Hepsi, iktidarın doğrudan kuramadığı baskıyı toplumsal aracılarla yeniden üretmenin araçları. Gözde Şeker örneğinde olduğu gibi, hedef alınan yalnızca bir gazeteci değil; eleştirel sözün kendisi, kadın bedeni üzerinden cezalandırılıyor. Bu, basın özgürlüğüne olduğu kadar, toplumsal hafızaya da bir müdahaledir.
Çünkü kadınlar susturulduğunda yalnızca bugünün sesi kısılmaz; geçmişin ve geleceğin anlatı imkanları da daraltılır. Aynı şekilde, ırkçı siyaset güç kazandığında yalnızca bir grup hedef alınmaz; toplumun tamamı daha dar, daha kapalı, daha korkulu bir alana hapsedilir. Bu nedenle bu iki nefret biçimi birbirini besler. Kadın düşmanlığı, ırkçılığın provasını yapar; ırkçılık ise kadın düşmanlığını kurumsallaştırır.
Burada işleyen, toplumsal ilişkilerin, emek süreçlerinin ve iktidar biçimlerinin yarattığı yabancılaşmadır. İnsan, kendi hayatı üzerindeki denetimini kaybettikçe, bu kaybın öfkesini kendinden daha güçsüz gördüğüne yöneltir. Erkek, ekonomik ve siyasal gücünü yitirdikçe, bunu kadın üzerinde telafi etmeye çalışır. Ulusal anlatı çözüldükçe, “öteki”ne yönelen nefret büyür. Bu, bireysel ahlaksızlıktan çok, yapısal bir çürümenin sonucudur.
Bu yüzden Gözde Şeker’e yönelik saldırıları yalnızca “sosyal medya taşkınlığı” olarak görmek eksik kalır. Bu saldırılar, belirli bir siyasal iklimin, belirli bir tahakküm arzusunun ürünüdür. Aynı iklim, aynı kişiler ve aynı yapılar, farklı anlarda hem kadınları hem de etnik, kültürel ötekileri hedef alır. Değişen yalnızca hedefin adı olur; yöntem ve niyet sabit kalır.
Bu eşleşmeyi görünür kılmak önemlidir. Çünkü ancak o zaman, münferit gibi sunulan saldırıların aslında ne kadar sistematik olduğunu anlayabiliriz. Kadın düşmanlığı ile ırkçılık arasındaki bağ çözüldüğünde, ikisinin de beslendiği kaynağın kurutulması mümkün hale gelir. Aksi halde, her yeni linç dalgasında yeniden “şaşırır”, yeniden “üzülür”, ama yapının kendisine dokunamayız.
Ve belki de en kritik nokta şudur: Bu yapının karşısında duranlar da benzer bir ortaklık kurmak zorundadır. Kadın mücadelesi ile anti-ırkçı mücadele, basın özgürlüğü ile emek mücadelesi, birbirinden kopuk başlıklar değildir. Hepsi aynı haysiyet talebinin farklı dilleridir. Gözde Şeker’in hedef alınması, bu dillerden birinin susturulmak istenmesidir. Susturulan her ses, karanlığı biraz daha büyütür. Ama her direnç, o karanlıkta yeni bir çatlak açar.
















