Kasaba-1

İlk defa gittiğim sahil kasabasına sabahın dördünde otobüsün bıraktığı yerde inip, benzincide beklemeye başladım. Belki bir araba gelirde beni kasabaya götürür diye ama gelmedi. Sorduğumda bir saat yürüyüş ile sahile varabileceğimi söyleyen pompacı belki de halime acımış beni içeriye alıp çay ikram etmişti. Onunla sohbet hem ona hem de bana iyi geldi. Onun yalnızlığı, benim ne yapacağımı bilememem bizi birbirimize yakınlaştırmış olmalı, Yaz olsa buralar arabadan geçilmez, zaten otobüslerde aşağıya kadar iner, tatilcileri çarşıya çok yakın bir yerde bırakırlarmış. Şimdi kış, kaçamak yapanlar gelir, ya orada kalırlar ya da balıkçı meyhanelerinde içer, dönerlermiş.

Pompacı Murat tam bir çenesi düşük, kasabanın neyi var neyi yok neredeyse on beş dakikada her şeyini anlattı; benim için görmeden, bilmeden, yaşamadan kısa bir tanıtım filmi gibi oldu.

Pompacı Murat’ın anlattıkları beni kasabaya ısıttı sanki daha önce yaşamış gibi girecektim kasabaya. Yıllar öncesinde burada yaşamışım da, zihnimde kalan kırıntılar ile tekrar buraya gelmişim gibi olacak. Bir de bir kadından bahsetti, o da benim gibi günün birinde gelmiş, bir daha da ayrılmamış buradan. İlginç biriymiş kimseyle konuşmaz, muhatap olmazmış. Yalnız dolaşır yalnız yer-içermiş. İyi de “bana ne bundan” gerisi kasaba dedikodusu sohbetin. Ama itiraf edeyim ki en çok kasabaya ısınmam darbe öncesi benim gibi yurt-dışına kaçmak isteyenlerin vatan topraklarına son bastığı yerlerden biriymiş kasaba; tıpkı benim de zorunlu kaçış yaptığım gibi. O günlere geri dönmek ister miyim(?) bilmiyorum ama bazen dönüşümde keşke dönmeseydim dediğim o talihsiz günlerin hala bitmediğini, bitirmek istemediklerini anladığım günler. Artık neden kaçtığımı değil, neden döndüğümü anlatmam istediklerini duyduğumda ne anlatacağımı bilememem beni üzmüştü.

Gördüğüm işkence de cabası. Hala mı(?) diye soramadan edemediğim sorunun anlamsızlığında önce şaşkına sonra da acıdan kıvrandığım günler; az ama çok çileli günlerdi benim için. Onca yıl geçmesine, dön demelerine rağmen, döndüğünde anlatamadığın dönüş nedeninin onlar için anlamsızlığı insanı biçare ediyor. Ben annemin, babamın cenazelerine bile gelemedim sizin yüzünüzden. Onlara bir kez olsun dokunamadım. Son yolculuklarında hakkınızı helal edin diyemedim. Babamın çalışıp çabalayıp onca mal varlığını öğrenince, benim için artlarında neler bıraktıklarını anlatamadım. Yok, bölücü örgüte üye miymişim, onlardan kimleri tanıyor ve görüşüyormuşum. Neler yapmışız, nelere, hangi eylemlere katılmışım. Neden ülkemi kötülemişim. Sormadıkları tek şey neden kaçtığım(?) aslında bütün mesele bu, ben neden kaçtım? Bunu anlatmaya çalışsam da anlatamadım.

Neden dönmüşüm, onlar için önemli olan buymuş. Kimlerle görüşecek, kimlerin yanında yer alacakmışım. Geçin bunları, geçin, ben sanatçıyım ve döndüm burada yaşayacağım tek derdim bu. Bir de annemin-babamın mezarına gidip onlara döndüğümü söyleyeceğim. Beni artık merak etmesinler, “döndüm işte” diyeceğim. Elbette helallik isteyeceğim, eminim onlarda bana haklarını helal edecekler. Birden sıyrıldım geçmişin tortularından Pompacı Murat’ın yokluğunu hissettim bir an, uykunun baskın olduğu anlardayım, camdan dışarıya baktığımda çok eski bir model kamyonet yakıt alıyor. Hala bu modeller var mı trafikte. Ben giderken bile çok eski model diye kimse yüzüne bakmazdı bu kamyonetlerin. Gözlerim neredeyse kapandı-kapanacak. Elektrikli ısıtıcının yaydığı sıcaklık beni iyice gevşetmiş uykumu getirmişti bile. O sırada pompacı Murat bana seslenip gelmemi istedi. Balıkçı olan şoför, teknesine gidip balığa çıkacakmış. Tekne için mazot almaya gelmiş. Beni de kasabaya götürecek. Hemen toparlanıp kamyonetin koltuğuna oturduğumda sırtıma batan yay canımı yaktı. Lime-lime olmuş koltuk döşemesi, kamyonetin tabanındaki deliklerden giren rüzgâr içerdeki yakıt kokusuyla karışmış balık kokusu bir hayli ilginç geldi. Ya da beni kendime getirdi ne işim vardı benim buralarda.

Yolum neden buraya düşmüştü bilmiyorum ama çeken bir şeyler vardı beni buraya. Bu sefer balıkçı, Murat gibi geveze değil, soruyor ama kısa ve net sorular, hani şu evet veya hayır diyebileceğiniz tek kelimelik cevapların soruları. Neler özlemişim neler “asla o iki kelimeyi söylemeyeceksiniz, başınızı emme basma tulumba gibi sallamayacaksınız, duydunuz zilin sesini, yarışmamız başladı” diyen Erkan Yolaç’ı televizyonda izlediğim günler gözümün önünde. Dayanamıyorsun sorularına illa ki kısa bir sürede evet veya hayır diye ağzından kaçırıyorsun; dayanabilen çok az insan tanıyorum. Erkan Yolaç hala sağ mı acaba? Sahile indiğimizde titrek ışıklarla sokak lambalarının aydınlattığı çevreye baktım, ilk görüşte sevmiştim burayı. Beni getiren balıkçıya teşekkür ederek çantamı sırtıma alıp sahil boyunca yürüyüp dükkânların ve evlerin bulunduğu tarafa doğru gittim. Işığı yanan birkaç dükkâna yaklaştıkça burnuma gelen pişmiş hamur kokusu bana acıkmış olduğumu hatırlattı. Kokuyu takip ederek fırına ulaştığımda iki dükkân sonra bir de henüz açılmış bir kahve görünce sevincim ikiye katlandı. Dışarısının soğuğu, içerisinin sıcağı camların buğulanmasına neden olsa da fırının içini görmeme engel olmuyor. Görüntü bulanık, yer-yer anlaşılmasa da içeriyi yaşamak mümkün. Camın önündeki ekmeklerin konduğu sergen neredeyse tamamı boş ve o boşluktan içerisi görünebiliyor.

Dünden kaldığı belli olan birkaç ekmek boynunu bükmüş öylece duruyor. Benimle birlikte iki sokak köpeği kapının fırının önünde ama onların beklentisi umut ve umutları bir lokma ekmekten öte bir şey değil. Biriyle göz-göze geliyoruz, aramızdaki bu göz teması sanki bizi birbirine bağlıyor. Başımı kaldırıp fırının tabelasına bakıyorum “Bereket Ekmek Fırını ve Unlu Mamuller” yazıyor. Cephenin her santimetre karesinden, doğramanın her bir santiminde geçmişi okumak mümkün; belli ki yılar yılı el değmemiş, boyanmamış dış yüzeylerde tarihi bir anlatım var. Kim bilir kaç on yıllardır bu fırın kasabaya ekmek yapıyor: varlık günlerinde de, yokluk günlerinde de kasaba ekmeğini buradan alıyor gibi bir kanıya varıyorum. Acaba karne ile ekmek alındığı günlerde de bu fırın var mıydı? Eğer kalırsam bu kasabada mutlaka sahibine soracağım.

Kapıyı aralayıp içeriye girerken başımın üzerinde bir çıngırak çalıyor, kapının üstü üç adet çeşitli boylardaki çıngıraklara çarpıyor, benim içeriye girdiğimi fırıncıya ilan ediyor. Tam küreği fırının içine salarken dikkati dağılan fırıncı koltuğunun altından bana bakıyor ve “daha beş dakikası var, poğaçalar henüz çıkmadı eğer ekmek alacaksan yarım saat sonra gel” diyor, ben ona cevaben “kolay gelsin, beklerim” diyorum ve bekliyorum; hayır beklemiyorum onu izliyorum. İçerisi oldukça sıcak ve fırıncı griye çalan beyaz atleti ile çalışıyor. Çift lambalı florasanın yaydığı soğuk beyaz ışık fırın ortamına uygun değil ama fırının içinde yanan meşe odununun sarı sıcak yalazları hem renk olarak hem de sıcaklığı ile etrafı ısıtıyor. Kararmış isli fırın kapağının yanındaki ağırlığı çekerek kapağı yukarıya doğru kaldırdığında sıralı dizilmiş kara tepsilerin içindeki poğaçalar altın gibi sarı-sarı parlıyor. İçeriye göz gezdirip tekrar ağırlığı bu kez yukarı kaldırıp kapağı kapatıyor. Bana göre pişmiş olsa da fırıncı belli ki biraz daha pişirmek istiyor. Alnında birikip yüzünün belli yerlerinde inen terler onu biraz rahatsız etmiş olacak ki çıplak kıllı kolunun üstüyle ter damlacıklarını alıyor. O sırada üst kattan ayak sesleri merdivenleri birinin indiğine işaret ediyor. Mozaik dökülmüş basamaklar yer-yer un lekeli ve lekelerin üzerinde ayak izleri mevcut. Önce ayakları, sonra bacakları ve bedeninin tamamı görüş açıma girdiğinde bu kez üstü çıplak altında una bulanmış ne renk olduğu belli olmayan pantolonun paçaları dizlerine kadar sıyrılmış, topuklarına basılı eski ayakkabıları, topukları delik çoraplarıyla genç bir delikanlı sağ omzunun üzerinde tuttuğu ekmek teknesini fırıncının tezgâhına bırakıp yukarıya çıkıyor. Bu andan itibaren kim bilir kaç tane ekmek teknesini aşağı indirip boşları yukarıya çıkaracak, kafamı sanki onun imkânsızlığına veya rağmen yaşamına öykünerek olumsuz anlamda sağa-sola sallıyorum. Ekmek parası kazanmak, kolay değil işte…

DEVAM EDECEK…

Ömer BAKAN
Latest posts by Ömer BAKAN (see all)