Gelincikler

Van Gogh’un tablolarında başak tarlaları vardır ve sapsarı başakların arasına serpilmiş kıpkırmızı gelincikler… Ne zaman buna benzer bir manzara görsem, Van Gogh’un o kırmızı fırça darbelerini atarken keyifle gülümsediğini ve gelinciklerin kışkırtıcı çağrılarına uyup fazladan üç-beş dokunuş daha yaptığını düşünürüm. Gelincikler, rüya alemlerinin kapılarını aralayan sihirli bir etki yayarlar sanki; ne rüzgârın karşısında boyunlarını eğen hüzünlü ağaçlar ne de gökyüzünde huzursuzca dolaşan bulutlar böylesine çeler aklımı. Ben, o kıpkırmızı çiçeklere vurulmuşumdur bir kere, onları yaratan elin hangi duyguyla dolup taştığını hissetmişimdir ve aslında vurulmamın nedeni de o duygudur; başına buyruk, tavizsiz ve bir o kadar da saf…

Gelincikler narindir, her an dökülüverecekmiş gibi durur yaprakları, nitekim koparıldıklarında bir-ikisi düşüverir hemencecik, ama kökleri topraktayken tanrı korur onları ve rüzgârın güçlü soluğuna karşın uçuşup dağılmadan kalmalarına yardım eder. Yukarıdan bakıldığında daha da güzel gözüken o manzaranın bozulmasına, gelinciklerden mahrum kalmasına razı olamadığı için yapar bunu belki de, çünkü el verdiği sanatçıların ilhamı olur bu güzellikler; onları baştan çıkarır, hayallerine güç katar, düşlerle renklerin birbirine karıştığı tuvallerde her bir fırça dokunuşu bir duygu yaratır ve herkes, kendine yakın hissettiği duyguyu yakalar o tablolarda. İnsanlar, aynı tabloya baksalar da farklı hislerle beğenirler onu; kimi gördüğü pastoral manzaradan etkilenir, kimi gökyüzündeki bulutların saldırganlığından ürperir, kimi renklerden yayılan çocuksu coşkuyu hisseder, kimi ise benim gibi o kıpkırmızı gelinciklere vurulur…

Sanat sübjektiftir ve pek çok sanatçı bu yüzden acılar içinde yaşamış, sefalet içinde ölmüştür. Her dönemin modaları, akımları, tarzları ve “trend”leri olmuştur, bunlara uygun eserler yaratanlar alkışlanıp el üstünde tutulurken, kendi anlayışlarından vazgeçmeyenler ve yarattıklarını beğendirmek adına nabza göre şerbet vermeyenler hep aynı kaderi paylaşmış, hiç kaale alınmamış, hatta itilip kakılmışlardır. Yetenekleri ve dehaları sonradan anlaşıldığında ise ne yazık ki iş işten geçmiş ve o üstün sanatçılar ya çoktan göçüp gitmiş ya da çektikleri sıkıntılara dayanamayıp tükenmişlerdir. Bugün, tablolarına paha biçilemeyen Van Gogh, hayattayken sadece tek bir tablosunu satabilmiş, hayal kırıklıkları ve umutsuzluklar içinde geçen yaşamı boyunca yeteneğini ve dehasını kimseyle paylaşamamanın getirdiği bunalımla sol kulağını kesmiş, defalarca akıl hastanesine yatırılmış ve sonunda göğsüne bir kurşun sıkarak intihar etmiştir. Kesintili, uzun fırça vuruşları, kıvrımlı biçimler ve alev alev yanan manzaralar Van Gogh’un tablolarında patetik bir taşkınlık yaratmış, çalışma dönemlerindeki çırpınmalı ruh halini yansıtmıştır. İşin acısı, resim diline hakim olan bu çılgınlık ve coşkulu anlatım sonradan ortaya çıkan akımların kaynağı olmuştur.

Evet, sanat sübjektiftir, ama insanlar da yargılayıcıdır; özellikle de kendilerine “eleştirmen” sıfatını koyup bu işi meslek haline getirenler… Dualitenin yarattığı bir meslektir eleştirmenlik bana göre. İyi-kötü, güzel-çirkin, yanlış-doğru değerlendirmelerinin afakiliği içinde ortaya çıkmış bir saçmalıktır. Ulvi ve bilgiç bir dille yapılan o eleştiriler ve yorumlar neye göre, kime göre, hangi anlayışa ve hangi zamana göre yapılır? Sanatçıların hayatla bağını koparabilecek kadar keskin olan o yargılar şüphe getirmeyecek denli doğru ise niye aradan yıllar geçip de bir şeyler değişince geçerliliklerini yitirirler? Niye hayatı boyunca tek bir tablosunu satamayan Van Gogh’un tablolarına bugün paha biçilemez? Niye bir vakitler yalnızlığa ve fakirliğe terk edilmiş bir dolu şairin ve müzisyenin sonradan heykelleri dikilir?

İşte bu yüzden Van Gogh’un tabloları hüzün verir bana hep… Ancak, hüznün yanında saygı dolu bir hayranlık da kaplar içimi. Renklerin abartılı tonlarına, gökyüzünde oradan oraya savrulan hırçın bulutlara, boyunlarını büken yalnız ağaçlara her baktığımda o çılgın fırça darbelerinin ardındaki çaresizliği hissederim. Bir sanatçının, yaşadığı onca sıkıntıya rağmen, yarattıklarına karşı duyduğu inancı ise gelinciklerin kırmızılara bürünmüş masumiyetinde bulurum. Ben, gelinciklere ve o gelincikleri yaratan duyguya vurulmuşumdur bir kere; başına buyruk, tavizsiz ve bir o kadar da saf…

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)