Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluşunda Devlet Yapısının Şekillenişi: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçiş Üzerine Bir Deneme

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, yalnızca bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda derin ideolojik ve toplumsal dönüşümlerin bir ürünüdür. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarındaki siyasal, toplumsal ve kültürel yapılar, Cumhuriyet’in inşa edilmesinde önemli bir rol oynamış; Batı Avrupa’daki ideolojik akımlar, özellikle Almanya ile yakınlaşma, sağ Hegelci idealizm ve 1930’lar Avrupa’sındaki faşist yükseliş, Türkiye’nin devlet yapısının şekillenmesinde etkili olmuştur.

Cumhuriyet’in kurucu kadroları, Batı Avrupa’daki modernleşme deneyimlerinden ilham almış, ancak bu etkileri kendi toplumsal koşullarıyla birleştirerek özgün bir devlet modeli oluşturmuşlardır. Bu yeni yapının temelinde ise Osmanlı’dan miras kalan toplum-devlet ilişkisi ile Batı ideolojilerinin etkileri birleşmiş, devletin birey üzerindeki mutlak egemenliğini güçlendiren bir anlayış ortaya çıkmıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda Saray ve Halk

Osmanlı İmparatorluğu’nda birey-devlet ilişkisi, mutlak monarşi, İslam hukuku ve toplumsal sınıf yapıları arasında şekillenen karmaşık bir yapıya sahipti. Padişah, hem siyasi hem de dini otorite olarak, bireylerin devlete olan bağlılıklarını dini bir zorunluluk olarak pekiştirirken, devletin hukuku ve toplumsal düzeni de bu ilişkileri düzenlerdi. Birey, devletin mutlak otoritesini kabul ederek, onun koruyucu ve düzenleyici rolünü itaatle kabul etmek durumundaydı. Bu bağlamda, bireylerin devlete karşı sorumlulukları, hem dini hem de toplumsal normlarla belirleniyor, devletin egemenliği sorgulanamaz bir olgu olarak kabul ediliyordu.

Osmanlı’daki çok kültürlü yapıya bağlı olarak, birey-devlet ilişkisi, farklı etnik ve dini gruplar arasında da çeşitleniyordu. Hristiyanlar, Museviler ve diğer dini cemaatler, kendi iç hukukları ve toplumsal yapılarına göre devlete bağlılıklarını ifade ederken, devlet de bu farklı grupları dini liderleri aracılığıyla denetleyip yönlendiriyordu. Sonuç olarak, Osmanlı’daki birey-devlet ilişkisi, merkezi otoritenin mutlak kabulü, dinî normlar ve toplumsal çeşitliliğin birleşimiyle şekillenen bir yapıydı.

Cumhuriyet’in kurulmasından önce, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde yaşanan toplumsal değişim, büyük bir kültürel ve siyasal dönüşümün habercisiydi. Tanzimat ve II. Meşrutiyet gibi reform hareketleri, modernleşme çabalarını başlatmış olsa da, bu reformlar genellikle elitler tarafından yukarıdan aşağıya doğru gerçekleştirilmiş, halkla yeterince etkileşimde bulunmamıştır. Bu sosyal ve kültürel bağlamda, Cumhuriyet’in ilk yıllarında şekillenen devlet yapısı, halkın geniş kesimlerinden çok, elitlerin inşa etmeye çalıştığı bir ideolojik düzen olarak ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet’in kurulmasıyla birlikte, Osmanlı’dan miras kalan çok kültürlü yapıyı aşma ve homojen bir ulus-devlet oluşturma hedefi benimsenmiştir. Bu hedef, Türk milliyetçiliği ile pekişmiş ve halkın eğitimi, kültürel kimliği, hatta dili bile devletin ideolojik hedefleri doğrultusunda şekillendirilmiştir. Bu bağlamda, devlete duyulan güçlü inanç, bireyi devletin çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirme çabalarını doğurmuştur. Devlet, her şeyin üzerinde bir varlık olarak görülmüş, toplumsal düzenin temeli olarak kabul edilmiştir. Bir diğer söylemle, Cumhuriyet’in ilk yıllarında, “halk için ama halka rağmen” anlayışı yönetim pratiğinde belirleyici bir rol üstlendi.

Almanya ile Yakınlaşma ve Sağ Hegelci İdealizm

Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme süreci, sağ Hegelci idealizm ve Almanya’nın devlet-birey ilişkisine dair etkilerle şekillenmiştir. Sağ Hegelci idealizm, devleti bireylerin nihai varlık biçimi olarak tanımlar ve bireylerin devletin otoritesine tabi olmasını savunur. Bu düşünce, Prusya’daki bürokratik ve askeri yapılarla somutlaşmış, bireylerin özgürlükleri yerine devletin mutlak egemenliği ön plana çıkmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Alman subayları aracılığıyla bu fikirler Osmanlı ordusuna ve ardından Türkiye Cumhuriyeti’ne yansımıştır.

Almanya’daki sağ Hegelci ideolojinin etkisi, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’ndaki askeri reformları yönlendiren Alman subayları aracılığıyla Türk modernleşme sürecine dahil olmuştur. Osmanlı’da askeri yapının modernizasyonu, Prusya’daki merkeziyetçi anlayışla uyumlu olarak devletin gücünü pekiştirmeyi amaçlamıştır. Bu etki, Cumhuriyet’in kurucularının devletin mutlak gücünü vurgulayan bir sistem kurmalarına zemin hazırlamıştır.

Cumhuriyet’in kuruluşunda bu sağ Hegelci ideolojinin etkisi, halkın devletin ideolojik yapısına entegre edilmesi amacıyla eğitim, dil ve kültür reformlarıyla pekiştirilmiştir. Devletin gücü, halkın katılımından ziyade, yukarıdan aşağıya dayatmalarla pekiştirilmiş, bireylerin kimlikleri devletin çıkarları doğrultusunda şekillendirilmiştir. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nde bireyler devlete karşı özne olmaktan çok, devletin mutlak egemenliğine tabi kılınmıştır.

1930’lar Avrupa’sındaki Faşist Yükseliş ve Giovanni Gentile’nin Etkisi

Cumhuriyet’in kurucuları, yalnızca Osmanlı’dan miras kalan yapıları değil, aynı zamanda Avrupa’daki yükselen faşist akımları da dikkatle incelemişlerdir. 1930’lar, Avrupa’da faşist rejimlerin yükselmeye başladığı, özellikle İtalya’da Benito Mussolini’nin faşist yönetiminin güç kazandığı bir dönemdi. Faşizmin felsefi temellerini atan Giovanni Gentile, Sağ Hegelci idealizmden beslenerek, bireyi devletin mutlak otoritesine tabi kılmayı savunmuş ve faşizmin ideolojik çerçevesini oluşturmuştur. Gentile’ye göre, birey ancak devlet içinde varlık kazanabilir ve devletin özerkliği yalnızca devletin çıkarlarını savunduğu ölçüde anlam taşır.

Bu düşünceler, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemlerinde devletin ideolojik yapısının inşasında önemli bir etkendir. Cumhuriyet’in kurucuları, Batı’daki modernleşme ve faşist ideolojilerin izlediği yolları göz önünde bulundurmuşlar, ancak bu ideolojileri kendi toplumlarının koşullarıyla harmanlayarak yeni bir model geliştirmişlerdir. Bu bağlamda, Gentile’nin “Devlet her şeydir, birey ise hiçbir şeydir” şeklindeki düşüncesi, Türkiye’de de bireyin devletin belirlediği sınırlar içinde var olabileceği bir yapı kurmayı teşvik etmiştir.

Cumhuriyet’in Kuruluşunda Devletin Yapısı ve İdeolojik Temelleri

Cumhuriyet’in kurucuları, modern bir ulus-devlet inşa etme amacını güderken, halkı devletin bir parçası haline getirmeyi ve devleti, bireylerin ideolojik eğitimini şekillendiren bir araç olarak kullanmayı hedeflemişlerdir. Bu, yalnızca bir hukuk reformu değil, aynı zamanda bir kültürel devrim olarak görülmelidir. Türkiye’de, devlet yalnızca hukuki ve siyasal düzenin belirleyicisi olmamış, aynı zamanda bireylerin değerlerini, kimliklerini ve toplumsal aidiyetlerini de belirleyen bir otorite haline gelmiştir.

Bu ideolojik yapılanma, özellikle eğitim reformları, laikleşme politikaları ve kültürel dönüşüm süreçlerinde kendini göstermiştir. Devlet, hem toplumsal düzeni hem de bireylerin düşünsel ve ideolojik yönelimlerini şekillendiren bir aktör olarak işlev görmüştür. Bu süreç, Gentile’nin faşist düşüncesinin etkisi altında, bireyi devletin çıkarlarına tabi kılma amacını taşımıştır. Sonuç olarak, devletin otoritesi her alanda hissedilmiş ve birey ancak devletin belirlediği sınırlar içinde var olabilmiştir.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Geçişin Devlet Anlayışı

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci, hem Osmanlı’dan miras alınan yapısal zorlukları aşmaya yönelik bir reform süreci hem de Batı Avrupa’daki ideolojik akımların etkisi altında şekillenen bir dönüşüm olmuştur. Osmanlı’da halkın “kul” olarak görülmesi, Tanzimat’tan itibaren yukarıdan aşağıya bir modernleşme sürecinin başlatılması, Almanya ile kurulan ilişkiler ve sağ Hegelci idealizmin etkisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısının inşasında önemli bir rol oynamıştır. Bunun yanında, 1930’larda Avrupa’da yükselmeye başlayan faşist akımlar, özellikle Giovanni Gentile’nin düşüncelerinin etkisi altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojik yapısının şekillenmesine katkı sağlamıştır.

Cumhuriyet’in kurucuları, bu karmaşık etkileşimler ışığında, merkeziyetçi, otoriter ve ideolojik olarak güçlü bir devlet yapısını inşa etmeyi amaçlamışlar ve bu hedef doğrultusunda toplumu yeniden şekillendirmek için çeşitli reformlar gerçekleştirmişlerdir. Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin erken döneminde, devletin birey üzerindeki mutlak egemenliği ve toplumsal düzenin ideolojik olarak kontrol edilmesi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişin en belirgin özelliği olmuştur.