İnsan sesi evcilleştirdi; söze dönüştürdü. Söz, tabiat için lazım bir şey değildi. İnsan tabiatı taklit ederek sesi; sesi biçimli kılarak sözü buldu. Bu insan canlısının en büyük devrimiydi. Tarihi sözle yazdı; romanını, öyküsünü, şiirini de… Ama hep bir sihirli söz aradı. Onun peşinden gitti; gidecek de… Sanırım şunu fark etti sonunda: aradığı sihirli söz, şiir gibi (bana kalırsa her sanat biraz şiirdir; resim de öyle, heykel de) bir fikrin ürünü olacaktı. Ama o söz kayıptı. Yoksa tüm sanat dalları o kayıp –sihirli- sözü mü arıyordu? Şiire, kayıp sözü arama süreci diyelim (mi) o halde.
Kuşkusuz söz hayattan beslenir, ancak bunla yetinmez, ona önermelerde bulunur. İşte, aranan söz bu önermelerin içinde olacaktır. Zannımca o söz, aklın güzergâhından değil, sezgilerin güzergâhından çıkacaktır. Benim dileğim de bu… Sanattan öğrendik ki hiçbir ses, biçime, sisteme mahkûm değil. Şayet söz adına bir mahkûmiyetten söz açılacaksa, içine, özüne, kendine mahkûmiyet olacaktır bu.
Sanırım ki, kayıp söz böylesi bir mahkûmiyetin dışavurumu olarak belirecektir. İnsan, varlığının anlamına ve kökenine inemedi; inemediği için savaşlar oluyor. Acaba söz, varlığın anlamına ve kökenine indiğinde (inebilecek mi?), insana bir başka biçimde barış yolu önerebilecek mi? Sözün böyle bir görevi yok elbet; ama insanlarda böylesi çıkarımlara yol açması çok mümkün. Aslına bakılırsa, o gün kayıp sözün bize ne söyleyeceğini tam olarak bilemiyorum. İyi ki de bilmiyorum. Yoksa arayacak ne kalırdı ki geriye. Bu, insanın tüm amacını elinden almak gibi bir şey olurdu!
İşte bu arayış sürecinde kendime bir ideoloji yaratmak istedim (yaratabilir miyim?). Kendimi, dışarıdaki gerçekliğin uzağında hissettiğimde ideolojimin de eskidiğini düşündüm! Bugünün yanında, dünün parçalarını (siz sözlerini diye de okuyabilirsiniz) toplayıp, anlamlı ama mantık zincirinden kopmayan bir söz dizisine varmaktı amacım. Bunu başaramazsam hayatın özgünlüğünden kopacağımı, giderek bir sürüngene döneceğimi biliyorum.
Pek çoğumuz, hiç sorgulamadığımız ideolojilerimizin rengine boyamışız kendimizi. Eleştirdiğimiz düzenin daha da kusursuz işlemesi için ona ne tür katkılar sağlamışız farkında bile olmadan. Kayıp sözden habersiz. Dikkat edilmeli, yaşam denilen şeyin kimyası doğru analiz edilmediğinde, dünya dışı varlıklar muamelesine tabi olacağız.
Yaşamın seyircisi mi olacağız -ki böylece kayıp sözü bulamayız- , yoksa katılımcısı mı? Hangi sorumluluk ve ahlâk duygusu bizi motive etmeli? Krishnamurti, “Dünyadan sorumluyum; çünkü ben dünyayım” diyordu. Ama biz böyle bakmayı beceremedik. Böyle olunca bir türlü bizden kaynaklandığını kavrayamadığımız tahakküme karşı savaştayız! Bunu görmeden yaptığımız savaş “düşman”ı güçlendirmekten başka bir şeye yaramıyor.
Dünyada bazı şeyler yanlış gidiyor, bu kesin. Çünkü bireyde bir şeyler yanlış işliyor, dolayısıyla bende bir yanlışlık var demeliyim. Bu yüzden, eğer duyarlı bir bireysem önce kendimi düzetmeliyim. Kayıp sözün peşine gerçek anlamda ancak böyle düşebilirim. Çünkü ideolojiler söze müdahale ediyor. Kimi şairler gibi sözün o parlak ufkunu boğazına düğümlüyor; üzerlerini o Afganlı kadınlara giydirilen burka gibi kıyafetler biçiliyor. Neredeyse söze, dini bir düzende eve kapatılmış kadın muamelesi yapılacak; hatta yapılıyor.
Bütün bunları görmüyor olmak ya da bunlardan kaçınmak, insanda olması gereken sorumluluktan kaçması demektir. Toplum da bir organ gibi kavranmalıdır; her an kendini üreten, yenileyen… Yenilenmeye karşı gelindiğinde -ideolojilerin yaptığı budur- söz de kendi dehlizinde saklanır. Ta ki bir şair onu bulana kadar. Zira en gizemli/gizli sözcüklerin kaşifi şairlerdir.
Evet, dünya bir bütün; bu bütünün tüm unsurlarını koruyup geliştirebildiği oranda sağlıklı bir organizma oluyor. İnsan da bu büyük bütünün içinde bir başka “bütün” olmak durumunda; ruhuyla, maddi varlığıyla, özgünlüğüyle… Gerek dünyasal bütünlüğün, gerekse de insansal bütünlüğün korunmasının şifreleri “bir kayıp söz”de saklı.
Ama insan daha önce -gereç anlamında- dünyalı olduğunun bilincine varmalı. Ki, daha sonra ihtiyaç duyacağı sorumluluğu geliştirebilsin. Görünen o ki, insan sürdüregeldiği hayat pratiğiyle sanki yaşamı dünyadan kovmak gibi bir telaş içinde. Dünyayı dünyadan kovma benzeri bir saçmalığı çağrıştırıyor son hali. Ne “kayıp söz” gibi bir derdi var ne de etik…
O halde yaşama dair tüketilen güzel sözler sadece birer propaganda mı? Kime karşı; kendi kendimize mi? O “ilkel ses”i söze dönüştüren imkânlardan daha mı kıt günümüz insanının imkânı?
Savaşlar yapıldı; barışlar da… İnsan ahlâki bakımdan kuşkulu şeyler yaptı; yapıyor da; daha da yapacak. Üstelik bunları sistemli bir biçimde, mesleği gibi yapıyor. Bir savaş mesleği var mesela; ona askerlik diyorlar. Peki ya “barış” mesleği var mı? Sanırım “kayıp söz”, barış meslek haline geldiğinde bulunacak; insanın insanla, insanın doğayla uyumu da.
Sadede gelirsem, evet kayıp sözün peşindeyim. Ve onun şiir gibi bir sanatın içinde olduğuna inanıyorum. Zaten o, zorunlu olarak şiirsel bir şey olmak durumunda. Çünkü o “söz” bir gün bulunacaksa şayet, mutlaka içinde iktidar barındırmayan bir yerden bulunacak. Bu nedenle barışçıl, dolayısıyla şiirsel olacak.
“Kayıp söz”; kâğıtta başlayan ama orada bitmeyen şiir gibi; aşkı, akışı, ritmi, kimyayı; sessizliği, tomurcuğu, sesi; uzamı, zamanı besleyen bir şey olmalı.
“Kayıp söz”ü şiirin içinde arıyorum, çünkü güzelin, estetiğin, etiğin, barışın iddialarıyla şiirin iddialarının bir ve aynı şeyler olduğunu düşünüyorum.
- Hoşçakal Gelecek… - 16 Şubat 2025
- Kayıp Söz - 17 Ocak 2025
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024