Eğitimde Özelleştirmenin Derin Yaraları: Küresel Bir Sorun Olarak Eşitsizlik

Eğitim, bireylerin eşit fırsatlarla hayata hazırlanmasının anahtarıdır. Ancak günümüzde bu temel hak, hem küresel çapta hem de yerel ölçekte giderek daha fazla piyasanın kurallarına teslim ediliyor. The Atlantic dergisinde yer alan bir makale, Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim sisteminin özelleştirilmesinin yarattığı derin eşitsizlikleri gözler önüne seriyor. Eğitimdeki bu eşitsizlik, yalnızca ABD’ye özgü bir problem değil; aynı zamanda Türkiye’nin de içinde bulunduğu, küresel ölçekte yaygın bir sorun. Özelleştirme politikalarının ve eğitimdeki ideolojik kaymaların toplumlar üzerinde yarattığı tahribat, her geçen gün daha görünür hale geliyor. Bu sorun, farklı coğrafyalarda değişik yüzlerle karşımıza çıksa da temelinde ortak bir gerçek yatıyor: Eğitim, toplumun geneline eşit bir şekilde sunulması gereken bir hak olmaktan çıkıp, yalnızca ayrıcalıklı kesimlerin erişebildiği bir ayrıcalığa dönüşüyor.

ABD’deki özel okullar, ekonomik gücü olan aileler için birer kaçış noktası haline gelmiş durumda. Devlet okullarında kaynak yetersizlikleri ve düşük kalite nedeniyle, birçok aile çocuklarını özel okullara göndermeyi tercih ediyor. Ancak bu tercih, toplumsal eşitsizliklerin daha da derinleşmesine yol açıyor. Özel okullar, sadece belirli bir kesimin erişim sağlayabildiği lüks kurumlar olarak işlev görürken, devlet okulları yetersiz kaynaklarla, niteliksiz bir eğitim sunmaya devam ediyor. Türkiye’de de benzer bir tablo var. Özellikle son yıllarda, özel okulların sayısındaki artış, devletin eğitime olan desteğini giderek azalttığını açıkça gösteriyor. Ancak Türkiye’de bu süreç, sadece özelleştirme politikalarıyla sınırlı kalmayarak, eğitim sisteminin ideolojik bir biçimde şekillendirilmesiyle daha da karmaşık hale geliyor.

Türkiye’de devlet okullarındaki eğitim kalitesinin düşüşü, müfredatın giderek daha fazla ideolojik bir çerçeveye oturtulmasıyla birleşerek öğrenciler için ciddi bir engel oluşturuyor. Ders içerikleri, bilimsel ve eleştirel düşünceyi teşvik etmek yerine milliyetçi, ayrımcı ve dinci unsurlarla dolduruluyor. Öğrenciler, sorgulamaya, araştırmaya ve yaratıcı düşünmeye teşvik edilmek yerine, itaatkâr ve belirli kalıplara uygun bireyler olmaya yönlendiriliyor. Fen ve matematik gibi alanlarda yetersiz müfredatlar, öğrencilerin çağın gerektirdiği bilgi ve becerilerden uzak kalmasına neden olurken, sosyal bilimler dersleri ise ayrımcı ve ötekileştirici söylemlerle şekillendiriliyor. Eğitimdeki bu ideolojik yönelim, yalnızca bireylerin gelişimini engellemekle kalmıyor, aynı zamanda toplumsal ayrışmayı da derinleştiriyor.

Özelleştirme politikaları, bu sorunları daha da büyütüyor. Türkiye’de özel okullar, yüksek ücretleri ve sundukları “kaliteli eğitim” vaatleriyle yalnızca ekonomik gücü olan ailelere hitap ediyor. Eğitimdeki bu ayrıcalık, yalnızca bireyler arasındaki eşitsizliği artırmakla kalmıyor, toplumsal sınıflar arasındaki uçurumun da daha da derinleşmesine yol açıyor. Devlet okullarında eğitim almak zorunda kalan geniş halk kesimleri, hem niteliksiz bir eğitimin hem de ideolojik baskıların kıskacında kalırken, özel okullarda eğitim gören azınlık bir kesim ayrıcalıklı fırsatlarla büyüyor. Bu durum, eğitimde eşitliği sağlaması gereken kamu politikalarının tam tersine, eşitsizliği artırdığını gösteriyor.

Türkiye’de eğitimin piyasa odaklı bir yaklaşımla şekillendirilmesi, devletin eğitimdeki sorumluluğunu giderek daha fazla terk etmesiyle mümkün hale geliyor. Ancak burada yalnızca ekonomik boyuttan söz etmek yeterli değil. Eğitim sistemindeki ideolojik yönelim, eğitimin yalnızca bir hak olmaktan çıkarılıp, toplumsal kontrol aracı olarak kullanılmasını da beraberinde getiriyor. Bu süreçte, eğitimin bilimle, sanatla ve eleştirel düşünceyle buluşması gerekirken, tam tersine, öğrenciler sorgulamayan, eleştirmeyen ve mevcut yapıya uyum sağlayan bireyler olarak yetiştiriliyor. Bu durum, sadece bireylerin değil, toplumun genel yapısının geleceğini de tehdit ediyor.

Eğitimdeki bu çarpıklıkları düzeltmek için yapılması gereken, eğitim sistemini piyasa mantığından ve ideolojik baskılardan arındırmak ve onu yeniden kamusal bir hizmet olarak tanımlamaktır. Eğitimin niteliğini artırmak için devlet okullarına daha fazla kaynak ayrılması, öğretmenlerin desteklenmesi ve müfredatın bilimsel, eleştirel ve evrensel değerler temelinde yeniden yapılandırılması gerekiyor. Eğitimde fırsat eşitliği, yalnızca ekonomik bir mesele değil; aynı zamanda toplumsal bir sorumluluktur. Bu sorumluluk yerine getirilmediği sürece, eğitimdeki eşitsizlikler yalnızca bireyler arasındaki uçurumu değil, toplumun tüm katmanlarındaki adaletsizlikleri de derinleştirecektir.

Sonuç olarak, eğitimde özelleştirme ve ideolojik yönelimler, küresel ölçekte eşitsizlikleri artıran temel sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’nin bu küresel dinamikten bağımsız olmadığını görmek, eğitimdeki sorunları daha geniş bir perspektiften değerlendirmemizi sağlıyor. Eğitim, bireylerin potansiyellerini gerçekleştirebilecekleri bir hak olmalıdır; ancak mevcut sistem, bu hakkı yalnızca belirli bir kesime tanımakta ve toplumun geri kalanını dışarıda bırakmaktadır. Bu tabloyu değiştirmek, yalnızca devletin değil, toplumun tüm kesimlerinin ortak bir çabayla hareket etmesiyle mümkündür. Eğitimde adalet ve eşitlik sağlanmadığı sürece, toplumsal ilerleme yalnızca bir hayal olarak kalacaktır.