“Sana hayatımı anlatsam oturur ağlarsın. Yazsam roman olur, her sayfasında ayrı bir çile, ayrı bir acı…” diyerek iç çeken ve yüzlerindeki her çizginin nedenini başlarına gelen dramatik bir olaya, bir yürek yarasına bağlayıp yaşamın acımasızlığından yakınan pek çok kişiyle karşılaşmış, gülümsediklerinde bile kederle örselenen ruhlarının bakışlarına yansıyan ışıltısız yalnızlığını fark etmişizdir.

Mutlu olmaktan vazgeçmiş insanlardır onlar; sevinci, neşeyi, aşkı, şakalaşmayı ve hayatın tatlı sürprizleri karşısında şaşırmayı adeta yasaklamışlardır kendilerine. Zihinlerinin ıssız koridorlarında dolaşıp karamsar ve kuşkulu düşüncelerin izini sürerler hep. Dünyaya acının penceresinden bakarak tüm duygularını kasıp kavuran bir öfkeyle kadere lanet eder, daha fazla üzüntü çekmemek için etraflarına ördükleri kozanın içinde yalnızlıklarıyla başbaşa kalırlar. Kimileri, gerçekten derin acılar yaşamışlardır; ölüm gibi, yoksulluk gibi, hastalık gibi… Ama, tüm bir hayatla kıyaslandığında çok da önemsenmeyecek bir acıyı dinmek bilmeyen bir ağrıya döndürenler de vardır aralarında. Yakınma edebiyatının yürekleri parçalayan sızlanmalarıyla beslenen o kasvetli ruh hali içinde acı, üzerine sürekli tuz basılan bir yara; öfke, arenada ölümle boğuşan azgın bir boğa, keder ise bir türlü yağıp boşalamayan kapkara bir yağmur bulutu gibidir onlar için. Yine de çaresiz bir çekicilik vardır bu durumda, bağımlılık yaratan gizli bir cazibe, gözyaşlarıyla ıslanmış bir haz, melankolinin getirdiği bir tatmin…. Hatta, yaratıcılık bile vardır. Beethoven’ın senfonilerinde, Motzart’ın konçertolarında, Edgar Allan Poe’nun kitaplarında, Nietzche’nin felsefesinde, Baudelaire’in şiirlerinde ve daha pek çok sanatçının dünyaya sunduğu eşsiz eserlerde tüylerimizi ürperten o duygu yoğunluğu bu çılgınca mutsuzluğun yaratıcılığa dönüşen sonucudur. Yaşamlarına baktığınızda hepsinin acının dipsiz ve karanlık kuyusunda umutsuzca çırpındığını görür, bu çırpınışların birer haykırış gibi eserlerine yansıdığını fark eder, coşan notalarda, deliren renklerde, uçuşan sözcüklerde dizginlenemeyen duyguların insanı çarpan etkisini hissedersiniz.

Yeni çağ düşünürlerinden Echart Tolle acıyı, olanı kabullenememek, duyguya bilinçsiz bir biçimde direnmek olarak tanımlar ve acının bedeni ve zihni işgal eden olumsuz bir varlık olduğunu söyler. “Acı bedeni” olarak nitelendirdiği bu varlık, bir kez ayaklanıp bedeni ele geçirdiğinde büyümek, çoğalmak için fırsat kollar hale gelir, beslenmeye ihtiyaç duyar ve kendi türündeki enerjilerle rezonansa giren her türlü deneyime aç bir halde öfkeyi, nefreti, duygusal dramları, hatta hastalıkları bekler. Başka bir deyişle acı, acıyla beslenir. Acıbedeni, kurban olmaktan haz duyar, üstelik bunun farkında olmadan. Acıyla özdeşleşen insan, mutsuz bir benlik yarattığı ve bu benliğin “kendisi” olduğuna inandığı için kimliğini kaybetme korkusuyla bir sıçrama yapıp değişmeyi de göze alamaz. Echart Tolle der ki: Acınıza bağlılığınızı gözlemleyin. Çok uyanık olun. Mutsuz olmaktan aldığınız garip zevke dikkat edin. Onun hakkında konuşma ya da onu düşünme dürtüsüne, içinizden gelen bu zorlayıcı hisse odaklanın. Eğer bu direnci bilinçli hale getirirseniz o ortadan kalkacaktır. Dikkatinizi acı-bedenine yöneltebilir, orada bir tanık, bir bekçi gibi mevcut olabilirseniz onun değişim ve dönüşümünü başlatabilirsiniz.

Bir vakitler bir teyzem vardı. Bedoş derdim ona. Haftada bir kez Şişli’deki evine gider, onunla sohbet ederdim. Her gidişimde pencerenin önünde oturur bulurdum onu. Camın yanına çektiği sandalyesinin üzerinde, kolunu “kol yastığı” na dayamış olurdu. “Kol yastığı” onun yalnızlığının simgesiydi benim için. Karanlık salonunda bir başına oturmaktansa kolunu pervaza dayayıp geleni geçeni seyretmek daha iyi gelirdi Bedoş’a. Ziyaretine pek gelmese de karşıdaki apartmanın üçüncü katından bigudili başını uzatıp ona el sallayan komşusuyla selamlaşmak, alttaki bakkalın çırağına seslenip işlerin nasıl gittiğini sormak, yoldan gelip geçenleri izlemek ve belki hayalinde onlar hakkında hikâyeler yazmak, kendisinin de iki dirhem bir çekirdek, elinde şemsiyesiyle kocasının kolunda caddelerde yürüdüğü günleri hatırlamak oyalardı onu. Yine de acı çekerdi Bedoş. Yıllar önce ölen kocasının özlemini, kanserden kaybettiği kızının kederini ve Şişli’deki apartman dairesinde gün boyu yalnız olmanın hüznünü taşırdı yüreğinde. “Acıbedeni” onu bir kez ele geçirmiş, geçmişin anıları ve geleceğin umutsuzluğuyla baş başa bırakmıştı. Anlatsa, herkes anlar, hak verirdi ona. Ölüme de yalnızlığa da söylenecek bir söz bulunamazdı. Kullanılmaktan yıpranmış “kol yastığı” nın desenleriyle birlikte yitip giden günlerin tekdüze ağırlığına, hayata arsızca sahip çıkıp pek çok kişinin bencilce bulduğu bir biçimde davranarak direnilebilirdi ancak. Bu da olanı kabul etmek ve cesaretle ânı kucaklamakla başarılabilirdi.

Kolay olmadığı kesin, ama örnekleri de yok değil. Üçüncü kocasını da öbür tarafa uğurlayıp yetmiş beş yaşında tango dersleri almaya başlayan, kendine “kol yastığı” dikmek yerine koltuklarının üzerine rengârenk patch-work yastıklar koyan, pencerelerinin önünü sardunyalarla, menekşelerle süsleyen, kedilerinden-köpeklerinden asla vazgeçmeyen, torunlarından facebook’a girmeyi öğrenen, hatta aşka dair umutlarını bile kaybetmeyen başka teyzelerin yaptığı gibi…

Hissettiklerimize yoğunlaşıp Echart Tolle’un dediği gibi dikkatimizi “Acı beden”imize yönlendirdiğimizde orada bizi uyaracak hayali bir bekçi bulundurabilirsek hayatı daha güler yüzlü yaşama fırsatını da yakalayabiliriz belki. Üstelik, notalar yine coşabilir, renkler yine delirebilir, sözcükler yine uçuşabilir…

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)