Endişe çağı

Kendi gerçekliğinize ne ölçüde katlanıyorsunuz? Ya da bu soru içinizi kemirip duruyor mu? Hepimizin hayatında eski ve yeni önemliler vardır, çoğu zaman da yeni önemlileri eski önemlilerin yerine ikame ederiz. İşte o zaman da kendi gerçekliğimizi görmez ilk taşı atmaktan kaçarız. Çünkü kaygı bedenimizi, zihnimizi ve bedenimizi esir almıştır bir kere.

Aslında bu durum bütün çağların sorunudur. Çünkü kaygı özellikle de nörotik kaygı ontolojik yapımızın bir parçası ve biz bu parçayı asla içimizden söküp atamayız. Ya üstünü yeni önemli figürler edinerek örteriz ya da yazgımızdan yani sorumluluklarımızdan sürekli kaçarız.

Aslında endişe ya da kaygı her çağa damgasını vurmuştur. Antik Çağ’da insanlar kendi varoluşları ile ilgili kafa yormuş ve kendileri için bir başlangıç noktası aramanın peşinden sürüklenirken çareyi animistik doğa anlayışında bulmuşlardı.

Antik filozofları bunu arkhe problemi bağlamında ele almıştır. Platon ise daha ileri bir sıçrama ile düşünülen ve var olan diye bir ayrıma giderek var olanların yani nesnelerin düşünülenlerin yani idelerin kopyaları olduğunu söylemiştir.

Orta Çağ’a geldiğimizde kilise devletinin mutlak hâkimiyeti yine diğer semavi dinlerin değer yargıları ile ahlaki yargıları insanı bu iki tür yargı ile baş başa bırakmış ve ahlaki endişe yaratıcılığı felce uğratmıştır. İnsanlar sorumluluk almaktan vazgeçmiş Cennet’ten toprak satın almanın peşine düşmüştür.

Rivayete göre Luther’in Cehennemdeki tüm toprakları satın alması ironisi ile Reform hareketi başlamış ve Rönesans yani yeniden aydınlanma çağı başlamıştır. Ortaçağ’ın sorumluluktan kaçma hikâyesi A. Maslow’un “Yunus kompleksi” dediği durumdur. Yani en yüksek ve en düşük olanaklarından kaçması.

Kitabı Mukaddes’in Yunus’u, ona verilen sorumlulukların altından kalkamayacağını düşündüğü için kendi kişisel büyüklüğüne dayanamamış ve yazgısından kaçmaya çalışmıştır. Ama yazgıdan kaçınılamayacağını anlayınca geri dönmüştür.

Çağımızda ise ruhsal boşluk endişesi hâkim olmuştur. Bu boşluğu insanlar sosyal medya araçları ile gidermeye çalışsa da çok başarılı olduklarını söylemek mümkün değil sanırım ve boşluk tanımsız olduğu için tedavisi de çok olanaklı gözükmemektedir. Çünkü insanlar bu boşluğu yani açlığı ne ile dolduracağını bilememekte ve bu boşluğu dolduran sevgi ve ihtiyaç nesnelerini sürekli değişmektedirler.

Thomas Mann’ın Birinci Dünya Savaşı öncesi yazdığı “Büyülü Dağ” romanındaki endişe sanki içindeki boşluğu dolduramayan insanların iki dünya savaşına hazırlanmalarının endişelerini, ruh hallerini yansıtır.

Aslında hepimizin endişesi aynı; zihnimizde, beynimizde ve bedenimizde hissettiğimiz boşluk duygusu ve bunu dolduramamanın, doyuramamanın telaşesi. İşte tam da bundan dolayı sürekli savrulup sorumluluk almaktan kaçıyoruz ve aslında hepimizin sosyal yaşamı tehdit altında çünkü konfor ya da yoksulluk boşluğumuzu dolduramıyor. Çünkü biz trajik yaşamlar değiliz zoru gördüğümüzde ya fildişi kulemize ya da yoksulluk mabedimize sığınıyoruz. Yani dostlar Nietzsche’nin deyimi ile “günah işlemekte cimriyiz”. Çünkü acıdan korkuyoruz birlerinin bizim acılarımızı da satın almasını istiyoruz. Luther’in Cehennemin topraklarını satın alması gibi oysa acılar da sevgi ve mutluluk gibi bizim vatanımız.

Unutmayın ki başkalarının bizim umutlarımızı, sevinçlerimizi mutluluklarımızı satın almalarını istemeyiz ama iş acılarımıza, öfkelerimize, korkularımıza gelince birilerinin onları satın almasına ve bizi bunlardan kurtarmasına sarılırız.

Çünkü ilk taşı atmaktan korkuyoruz. İlk taşı atmanın kefaretini ödemek istemiyoruz. Oysa hepimiz ne yaparsak yapalım kendi gözlerimizle bir yere geldiğimiz sürece hayat önümüzden geçip gidecek.

Avrupa, Ortaçağında insanlar aforoz edilip, günahkâr ilan ediliyor, çocuklara doğuştan günahkâr oldukları belletiliyordu. Yaratılan bu korkuyu ve dehşeti sürekli canlı tutmak içinse anıt mezarlar ve devasa Katedraller inşa ediliyordu. Kilise kurduğu bu sistemle, insanları çarmıha germeden, onların ruhlarını ve yüreklerini çarmıhla terbiye ederek daha kolay yönetiyordu.

Öyle sanıyorum ki günümüzde o anıt mezarların yerini başka temsilleri aldı ve hepimizin ruhundaki boşluk endişeyi beklemeye devam ediyor çünkü ilk taşı atıp günahı işlemek işimize gelmiyor.

Size günahlarınızı değil ama acılarınızı satın aldım desem de siz yine bildiğiniz okuyacak “Yunus Kompleksine” kapılıp yazgınızdan kaçacaksınız çünkü insanın kendi gerçekliğine katlanması o kadar kolay değildir. Sevgiyle aşk ile geçsin hafta sonunuz.

Sabahattin MEŞE
Latest posts by Sabahattin MEŞE (see all)