Barış, Korkunun ve Şüphenin Gölgesinde Yeşermez

Bazı kelimeler, tarihin yükünü taşır. Barış, bunlardan biridir. Her çağda, her coğrafyada insanın özlemi olmuştur ama aynı zamanda en çok tartışılan, en çok koşula bağlanan ve en çok yaralanan kelimelerden biri de odur. Bugün Türkiye’de de bir kez daha barış konuşuluyor; ama konuşulurken hemen her cümlenin içine sinmiş bir şüphe de kendini belli ediyor.

Silahların susması, çatışmanın sona ermesi, ölümün geri çekilmesi herkesin istediği bir şey değil mi? Öyle olması gerekmez mi? Ama görüyoruz ki mesele bu kadar basit değil. Çünkü Türkiye’de barış kelimesi sadece savaşın karşıtı olarak değil, siyasetin en keskin silahlarından biri olarak da kullanılıyor.

Bugün barış çağrısına yönelik tepkilere baktığımızda, şüpheciliğin en geniş yelpazede şekillendiğini görüyoruz. AKP ve Cumhur İttifakı’nın sıkıştığı bir süreçte barış söylemini devreye sokmasının, rejimin devamını sağlamak için bir hamle olduğu fikri, muhalif çevrelerde yaygın. Kürt hareketinin bazı kesimlerinde, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak barış sürecinin iktidarın taktiksel bir manevrası olarak görüldüğünü biliyoruz. Sol çevrelerde, adaletsizliğin ve hukuksuzluğun bu kadar derinleştiği bir ortamda barış çağrısının yeterince radikal olmadığı düşüncesi dile getiriliyor. Ulusalcılar için barış, “devlete meydan okuyan bir silahlı hareketin” meşrulaşması anlamına geliyor. Aşırı sağcılar ve milliyetçiler içinse barış, Türkiye’nin bölünmesi için bir tehdit olarak kodlanıyor.

Herkesin barış konusunda bir “ama”sı var. Herkes barışın kıymetini teslim ettiğini söylüyor ama ardından bir şüphe ekliyor: “Evet, barış önemli ama iktidarın niyetine güvenilebilir mi?” “Evet, silahların susması değerli ama bunun karşılığında ne verilecek?” “Evet, çatışmanın bitmesi lazım ama ya bu, bizim haklarımızın tamamen unutulmasına neden olursa?”

Bu “ama”lar, barışı küçümsemekle kalmıyor, aynı zamanda onu bir mücadele hattı olarak sahiplenmeyi de imkânsız hale getiriyor. Oysa barış sadece silah bırakmakla ilgili bir süreç değil; aynı zamanda hukukun, adaletin ve özgürlüğün inşası için bir fırsat. Türkiye’nin içinde bulunduğu otoriter atmosferin derinleşmesine hizmet eden en önemli şeylerden biri, sürekli bir savaş ve çatışma hali içinde tutulması değil mi? O halde, bu otoriter düzeni geriletmenin yollarından biri de barışı bir mücadele olarak görmek değil mi?

Evet, barış süreci araçsallaştırılabilir, geçmişte olduğu gibi sadece taktiksel bir hamle olarak kullanılıp rafa kaldırılabilir. Ama barışı savunmamak, onu inşa etmek için çaba göstermemek, zaten baskıcı rejimin en çok istediği şeylerden biri değil mi?

Bugün önümüzde bir tercih var. Ya barışı bir hak mücadelesinin parçası olarak ele alıp, onu iktidarın elinden alarak halkın barışı haline getireceğiz ya da “ama”larla kendimizi oyalayıp savaşın, baskının ve hukuksuzluğun devamına dolaylı yoldan razı olacağız. Barışı, ne iktidara ne de savaşı sürdürenlere bırakmamak gerek. Çünkü barış, silahların susmasıyla değil, özgürlüğün ve adaletin konuşulmaya başlanmasıyla mümkündür.

Hasan KAYA