14 Şubat Sevgililer Günü yazısının tetikleyicisi, İranlı sosyolog, düşünür ve yazar Ali Şerîatî’ nin eşi Puran’a mektubunda yazdığı şu cümle oldu.
“Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.”
Kanımca, Ali Şeriati’nin eşi Puran’a yazdığı mektubundaki bu cümle, aşkın kutsallığını ve insan ruhundaki derin karşılığını ifade eden belki de en zarif sözlerden birisi. Günümüzde aşkın hızlı tüketilen, ölçülüp biçilen, hatta bir algoritmanın önerdiği profillere tıklanarak seçimler yapıldığı ve hatta eşleşildiği bir dünyadan 60 yıl geriye bakınca, insan gerçekten hayret ediyor. Ve o dönemde yaşananlar aşk ise günümüzde yaşanan şeyin adı nedir diye kendine sormadan edemiyor?
Ali Şeriati, Puran’ı hayatında bir devrim olarak tanımlıyor. Çünkü onun için aşk, sadece romantik bir his değil; özgürlüğün, eylemliliğin ve cesaretin bir karşılığı. Devrimle aynı ruha sahip aşk. Yıkar, yeniden kurar, hayat verir. Bu, modern çağın aşk anlayışından oldukça farklı. Günümüzde aşk, romantik filmlerin sahte idealizminde ya da kapitalist pazarlamanın yapay tatlarında sıkışıp kalmış bir meta gibi sunuluyor. Ama Şeriati’nin aşk tasviri, bu kalıpların çok ötesinde: Bir insanı bulmak, onunla yeniden doğmak, kendini tamamlamak…
Ali Şeriati’nin dünyası, devrimlerin ve sorgulamaların dünyası; sancılı, huzursuz, ama bir o kadar da derin. Puran’la olan kavuşmasını ise bir dönüm noktası, hayatında devrim yaratan bir olay olarak tanımlıyor. Puran, sanki onun için sadece bir eş değil, aynı zamanda varoluşsal bir boşluğu dolduran bir anlam kaynağı olmuş. Şeriati’nin kaleminden dökülen şu sözcükler, bu devrimin derinliğini hissettiriyor:
“Sen gelmeden önce, ben sadece bir arayıştım. Seninle birlikte aradığım her şeyin cevabını buldum.”
Tekrar tekrar okunacak bu cümle, aşkın sadece bir duygusal bağ olmadığını, insanın varoluşsal sorularına bir cevap ve içsel huzura bir anahtar olduğunu göstermiyor mu?
Aşk ve Kapitalizm: Kaybolan Değerler
Şeriati’nin aşk tasviri, bugünün pazarı büyük, ama ruhu küçük kapitalist dünyasıyla keskin bir karşıtlık oluşturuyor. Çünkü aşk artık bir değer değil, bir fiyat etiketi taşır hale geldi. Evet gerçekten pazarda her şeyin bir fiyatı var, ama hiçbir şeyin gerçek değeri yok. Kapitalizm, her şey gibi aşkı da bir meta haline getirirken, insanları da bu pazarlamanın bir parçası kılıyor. Sevgiyi, sevgililiği ve aşkı dünya çapında tek bir güne sığdırıyor. Sosyal medya algoritmalarıyla şekillenen ilişkileri, derin bir bağdan çok yüzeysel bir tüketim alışkanlığına dönüştürüyor.
Aşk ve devrim, insanın yaratıcı gücünü simgeler. Her ikisi de cesaret, eylem ve değişim gerektirir. Devrim, bir toplumun yapısını sarsıp yeniden kurarken; aşk, bir insanın iç dünyasını altüst eder ve ona yeniden doğma fırsatı sunar. Bugün hem aşkın hem de devrimin ruhuna ihtiyacımız var. Çünkü her ikisi de insanı köleleştiren zincirleri kırar, kendi sınırlarından kurtarır, özgürlüğe kavuşturur ve daha büyük bir anlamın parçası haline getirir.
Ne yazık ki modern çağ, bu iki büyük gücü bizlere unutturdu. Aşk, kapitalizmin bir ürünü haline gelirken, devrim ise korkulan bir hayal ve kavram olarak görüldü. Oysa Şeriati’nin aşk anlayışı, çağımızın bu unutulmuş değerlerine bir çağrıdır: Hayat, sevgi, sevmek ve dönüşmek üzerine kuruludur.
Doğudan bir sosyologla başladığımız yazıyı, batıdan bir filozofla Alain Badiou ile bitirelim. Badiou’nun aşkı bir devrim olarak görmesi, onun düşünce sisteminde büyük bir yer tutuyor. Ona göre aşk, rastlantıyı kabul etmek, bilinmeyeni göze almak ve bir başkasıyla dünyayı yeniden inşa etmektir. Riskin sıfıra indirildiği, hesaplanabilir ve garantili bir aşk, aslında aşk olmaktan çıkar ve bir tür tüketim nesnesine dönüşür.
Badiou, tam da böyle bir dönemde okuyucusunu aşkı yeniden icat etmeye çağırıyor. “Sıfır riskli aşk” diye tanımladığı bu dijital karşılaşmaları, Amerikan ordusunun “sıfır ölümlü savaş” propagandasına benzetmesi ne kadar da çarpıcı! Çünkü aşk, risk olmadan var olabilir mi? Beklenmedik olanı barındırmadan aşk, nasıl bir devrim yaratabilir?
Beni etkileyen ve üzerinde düşünmemi sağlayan şu sözünü hatırlatmadan geçmeyeyim:
“Asla iki kez göremeyeceğiniz bir şeyi sevin.”
Bu sade ve ihtişamlı bir çağrı! Bu, aşkı gündelik tüketimin ötesine taşıyan, ona özgün ve sonsuz bir derinlik veren bir hatırlatma. Aşk, tekrarlanmayan bir an, bir varoluş ve bir meydan okuma değil mi?
Bu söz aşkın tekilliğini ve eşsizliğini vurgularken beklentiden uzak, sadece akışta kalmayı vurgulayan güçlü bir ifade değil mi? Aşk, biricik bir deneyim; her anı, her duygusu tekrar edilemez. Bir insanı, bir anıyı ya da bir hissi aynı şekilde iki kez göremezsiniz; çünkü zaman değişir, siz değişirsiniz, o değişir.
Badiou, felsefesinde aşkı tesadüfi bir karşılaşmadan doğan, iki insanın dünyayı birlikte yeniden inşa etme süreci olarak tanımlar. Artık “Bir’in” değil, “İki’nin” bakış açısından bir yaşam inşa edilir. Bu yüzden, onun bakış açısında aşk, sürekli yeni anlamlar kazanır, tıpkı “asla iki kez göremeyeceğiniz” bir şey gibi. Dünya benzerliklerden değil de farklılıklardan hareketle sınandığında, yaşandığında nasıl bir yer olur? Bu, aşka yüklenmiş en sade ve en derin anlamlardan biridir.
Badiou’nun çağrısı, kalbi uzun süredir sadece kan pompalamak için atanlara, “İki’ nin sahnesi” ne çıkmayı çoktan unutanlara, aşkı yeniden icat etmeye üşenenlere… Hepimize. Çünkü aşk, yalnızca bir his değil, dünyayı yeniden görmenin ve yeniden yaratmanın bir yoludur.
Ne dersiniz, aşkı kapitalizmin değil, devrimin yanında görmeye cesaretimiz var mı? İki’ nin sahnesine çıkmaya hazır mıyız? Eğer hazırsak, işte o zaman dünya aşkın hakiki sahnesi olacak.
Sevgiyle, aşkla ve sahnede kalmanız dileğiyle…
Görsel linki: Shadow lovers / Kaarina Tubbs
(https://www.flickr.com/photos/126658180@N08/15542494786)
- Aşk Bir Devrim mi? - 14 Şubat 2025
- Deyimlere Sinmiş Karakterler - 5 Şubat 2025
- Su Nereye Akar? - 24 Ocak 2025