Hoşçakal Gelecek…

Gelecek kavramı, bugün var olmayan ama daha sonra var olacağını düşündüğümüz bir zaman birimidir. Ben onu, kredi kartı gibi görme eğilimindeyim. Şöyle ki; aslında hesabımızda olmayan paranın bugün bizim davranışlarımızı belirlemesi gibi. 

İnsan, geleceği ve parayı keşfettiğinde (ben paranın ve geleceğin, eş zamanlı olarak gündeme geldiğini düşünüyorum) depresyonu da keşfetti. Zira depresyon bir uygarlık ürünüydü. Uygarlığın başlangıcı olarak kabul edilen tarım, yiyecek saklama, mülkiyet ve tabii güvenlik ihtiyacı, hep geleceğe gönderme yapan saiklerdir.

Böylece bugünü değil, geleceği yaşamaya başladık. Yani gelecek fikri, bugünün üzerinde acımasızca egemenlik kurmaya başladığında, insanlar belki hiçbir zaman kendilerinin olmayacak olan bir zaman dilimi adına yaşıyor oldular. Belki uygarlığın en önemli miraslarında biri işte bu “gelecek” fikriydi.

Ah gelecek! Bizim için gelip gelmeyeceği belli olmayan, savaşlara ve kıyımlara neden olan… Belki hiç yaşayamayacağımız zamanın “şimdi” ödenen faturası.

Gelecek; bana elli küsur yaşımda, daha beş yaşında vazgeçmek zorunda kaldığım gülümsemeyi bekleten…

Gelecek; bizim dışımızda ama, bizim bugün yapıp ettiklerimizin nedeni; varlığımız çelişkisi…

Gelecek; hayatı açıklarken gözümüzü diktiğimiz zirve…

Gelecek; bugünü bozup yarını yapan…

Gelecek; gecenin zifiri karanlığında gölgesini üstümüzden eksik etmeyen…

Gelecek; düşmanın yok edilmesi gerektiğini bize telkin eden; bunun için ihtiyaç duyduğumuz motivasyon silahını bize sağlayan…

Gelecek; bugünü yargılayan, tüm yaptıklarımızın azmettiricisi, hatta faili… 

Oysa yargılama, bir telafiyi gündeme getirecekse anlamlı olabilirdi. Kaldı ki, an’ın, şimdinin, telafisi yoktur. Böylece geleceğin haksız yargılamasıyla karşı karşıyayız. Bu haksızlık! Kendimizi geleceğe feda edişimizin anlamı ne ki… Milan Kundera, “Hayat bir kez yaşandığı için yargılanamaz” der.

Bugün, belirli ve anlaşılabilendir; gelecek, belirsiz ve anlaşılmaz… Geleceği insanların gözünde çekici kılan, onun anlaşılmaz oluşu mu? Oysa geçmiş geçmiştir, tartışılacak bir yanı yok, artık tarihtir o; herhangi bir tasarrufumuz artık olamaz onun üzerinde mi diyoruz. Gelecek de öyle; belki onu bugünden yaptıklarımızla oluştururuz ama gerçek pek öyle görünmüyor. Zira, gelecek için bugünü oluşturuyoruz daha çok. Ama bizim için en hayati olan “bugün” değil mi? Ona dokunabiliyor, soluyabiliyor, yaşayabiliyoruz. Çünkü somut.

İnsan soyu ne garip. “Şimdi”nin içinde var olmak yerine, yarın, yani gelecek için var olmak peşinde. Ama gelecekte var olmayabiliriz; o halde bugüne haksızlık yapmış olmuyor muyuz? Gelecek için mutlu olmak umudundayız. Oysa şimdi için yemeliyiz, şimdi için içmeliyiz, şimdi için sevişmeliyiz, şimdi için aşık olmalıyız; öncelikli olarak şimdi, hemen, ertelemeden yapmak arzusunda olmalıyız; zira duygusal ve fiziksel sağlığımız buna bağlı. Bunları geleceğe ertelemek demek, hem fizik olarak hem de duygu olarak ölmek demektir.

Ki; geçmiş, geçmişte; gelecek, gelecekte; bugün de bize kalsın, değil mi?

Tabii, uzmanları daha iyi bilir ama depresyon da gelecek düşüncesinin yatırımı bize.

Bugüne, çok kolay kenara atılabilecek bir şey gibi bakıyoruz. Sanki bugünü kıymetli kılan, geleceğe köprü olmasıymış gibi! Bunun için mi bugünü geleceğe kurban ediyoruz; “bugün”e eski, “geleceğe” yeni yeni muamelesi yapıyoruz? Evet ama “eski”yi bir kenara atınca, “yeni”yi neyin üzerinde inşa edeceğiz!

Öğrendiğimiz oydu ki, “bugün”, geleceği kurmak için “lazım” olan bir şeydi. Öyle kavramamız sağlandı; tek gerçek, gelecekti; vatan, millet, bayrak için! Bu nedenle “lazım” sözcüğü, geleceğin kurucu şifresi gibi kullanıldı. Gelecek için ne lazımsa, nasıl tedarik edilecekse edilmeliydi, gerisi önemli değildi. Bugünün ateşini geleceğin suyuyla söndürme durumu hasıl oluyordu böylece. “Lazım”, bugün için “ne lazım” değil, daha çok gelecek için “ne lazım” anlamında kullanıldı. Mesela bize, iyi bir yaşam, iyi bir sevgili, iyi bir iş lazım derken, daha çok bugün için değil de, gelecek için konuşuyorduk. Tabii, gelecekte de olsun ama, önce bugün olmalı bunlar, değil mi?

Bu tutum ve düşünceler bizi kendimize yabancılaştırdı. Gelecekten beklentilerimiz bugün yalnızlığımızı yatıştırmaya yetmedi. Giderek insanlık olarak gelinen aşamada, yalnızlığımızı birbirimizle gidermenin yerine beklentilerimizi koyduk. 

Oysa öncelikli olarak, gelecek için “lazım” olanı değil, bu gün için “lazım” olanı seçmeliydik. Lazım sözcüğünü, gelecek fikriyle değil, “şimdi” fikriyle birlikte kullandığımızda daha anlamlı olmaz mıydı? Ama önce, bugün için “lazım” bir insan, bugün için “lazım” bir eş; bugün doğa için lazım bir varlık olmalıydık. Ancak böylelikle kendimiz için “lazım” bir insan olmaz mıydık? 

Hayatın bu kadar karmaşık ve zor bir hale gelmesinin temel sebebi, geleceği ele geçirme mücadelesi aslında. İnsanlık tarihinden ve uygarlık sürecinden bunu öğrendik. Keşke geleceği kurma konusundaki “azmimizi” bugünü oluşturma konusunda da gösterebilseydik. Böylece geleceğe çözmesi zor sorunlar bırakmamış olurduk.

Neticede, gelecek endişesi, bugünün o güzelim figürlerinin üzerini kalın bir sıvayla kapatıyor. Hatta üzerine zifte döküp üstünden geçiyor. Belki diğer canlılarda böyle bir faaliyet gözlenmediği için onların yüzlerinde mutsuzluk ifadesi diyebileceğimiz bir mimik oluşmuyor.

Tüm bunları söyleyen biri olarak, hadi gelin bir de “şimdi”ye uğrayalım derim… “Şimdi” belki biraz kalabalık, hatta gürültülü de olabilir. Varsın olsun. Nihayetinde telafisi olmayan bir şeyle karşı karşıyayız.

Oraya uğramalı, çünkü yağmur bulutlara, toprak yağmura, ağaçlar suya, yeryüzü güneşe ve ben aşk ve sevgiye “şimdi” hasretim. Biliyorum ki, siz de öyle…

O halde, hoşça kal gelecek!…

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)