İnsanların dünyadaki vakti doldu

“Biliş ve İnsan” başlıklı yazıda, “canlı sistemler bilişsel (kognitif) sistemlerdir ve bir süreç olarak yaşam bilişsel bir süreçtir ve insan da yaşayan sistemin döngüsünün bir parçası olarak onun içindedir. Canlı sistemlerde, bilmek dışsal bir şey değildir ve insan sistemin bilişsel doğasının gereği kendisi de bu bilişselliğin bir parçasıdır. Bu anlamda, canlı organizmaların oluşturduğu hiçbir sistemde bilgi eksiği ya da fazlası olmadığı gibi, dışsal bir bilgi süreci de yoktur.” saptaması yapmıştık. Bununla kastedilen şudur aslında;

İnsan bilinci maddi varoluşunda içkindir. En azından bizim yaşadığımız bu küçük gezegendeki tüm canlı organizmalar yaşam bilgisiyle donanmış olarak vardır. Insansoyu olarak yaşadığımız doğada diğer her şeyle bağlantılı olarak varız ve yaşam ağının bir ilmiğiyiz. Bu organik bağ nedeniyle tüm bilgi bize açıktır. Bu bağlamda insan bilinci maddedir çünkü bilinç maddede içkindir.  Bu yüzden insan bilincinin, onun doğasından maddi varoluşundan özgürleştirerek madde ötesi bir düzlemde dışsallaştırılması, tekilleştirilmesi ve evrenselleştirilmesi fütüristik fikri, en ilkel en bayat dinsel inanışların da ötesinde bir inanıştır, bilimin bir din olarak sorgulanamazlığa kavuşturulması arzusunun ikrarıdır.

Peki, bizi bu çılgınlıklara sürükleyen şey ne? Benim öğrenilmesi, bilinmesi ve aktarılması mümkün olmayan dediğim “iyilik ve kötülüğü bilme” ağacından yediğimiz meyvenin lanetidir bu şey. Yaşayan gezegenin yaşayan doğasının yaşayan bir ilmiği olarak, dışımızdaki her şeye, tüm doğaya hükmetme arzumuz tanrılaşmak isteğimizden gelir. Ama biz tanrının bilgisine sahip olamayız. Ademe yasak olan bu bilgiydi, kendini, doğasını, yaşamı için gerekli olan bilgiler değil.

İnsan olarak içine sürüklendiğimiz açmazların önümüze kurduğumuz tuzakların bir sembolik ifadesi olarak kullanmaya çalıştığım bu yasak meyve meselesini tam zıddından yorumlayanlar da varmış.

Diyorlar ki, Adem ve Havva cennette çalışmak mecburiyetinde kalmadan mutlu ve mesut yaşıyorlardı. Bu doğru, doğru da can sıkıcı bir durum. Bunu fark eden yılan onlara dedi ki, Tanrı olmak varken ne diye tembel tembel oturuyorsunuz. Yiyin şu meyveyi de tanrılaşın.

Kimine göre, Adem ve Havva meyveyi yemekte haklıydılar. Onlara, meyveyi yemeyin diyen gerçek tanrı değil, onları orda zorla tutan güç sarhoşu zorba biriydi. Tamam, onlar meyveyi yiyip cennetten kovuldular ama bu her şeyin sonu değildi. Gündelik bilincin yarı karanlık gri dünyasına düştüler ama meyveden doyasıya yedikten sonra bilincin doruğuna ulaşacak ve tanrılaşacaklardır.

Tepeden tırnağa yanlış bir anlama olsa da, günümüz insanının bu tefsire göre hareket ettiği inkar edilemez; İnsan bilgi ile tanrılaşmak peşindedir. Somutlayalım;

Batıda Hristiyanlık, ortaya çıktığı günden itibaren aslında bu yasak meyve hikayesi üzerinden insanları tehdit ederek, onları doğalarında içkin bilgiye ve o bilginin ifadesi olan yaşayış ve davranışlara da yasak koydu. Oysa Rab Tanrı, “iyilik ve kötülük bilme” ağacı dışındaki tüm ağaçlardan dilediğince yararlanmayı, yani her türlü somut bilgiyi kullanmayı Ademe serbest kılmıştı.

İşte bu bilme düşmanı din, asırlardır işlediği bu günahın kefareti olarak rönesans ve aydınlanmanın getirdiği yeni paradigmaya ve düşün dünyasına karşı pes etmek zorunda kalınca, kendi tahakküm araçlarının yeni kisveler içinde kullanılması kaydıyla ve bu araçların kullanımından elde edilecek talandan payına düşenin verilmesi karşılığında, İsa’sının çarmıha gerili kanlı bedenini kilisenin mahzenine kaldırıp vaziyetten el etek çekti.

Artık, meydanlarda ve yeni tapınaklarının başköşelerinde Descartes’in çağın peygamberi olarak kutsadığı akıl ve bilim oturuyordu. Bu akıl ve bilim, kilisenin haram kıldığı bilgileri aşikar etmekle kalmayıp, imkansız bilgiye de hakim olmak istedi. Hayatı dünyevi ve uhrevi diye ikiye bölüp, dünyevi ve doğal olanı uhrevi olana acımasızca feda eden Hristiyan anlayış Descartes’ın amentüsüyle şimdi tersine dönmüştü. Artık kutsal olan, akıl ve onun yol göstericiliğinde bilim idi. Tüm yanılma ve yanıltılma, tüm duygular, tüm acıma ve acı duyma, kısacası varoluşumuzun temeli olan tüm haller yeni tapınakların, yani laboratuvarların, gözlem ve deney sahalarının kapısından içeri sokulmuyor, günah çıkarmış olarak ruhsuz ve duygusuz salt akıl içeri alınıyordu.

Batıda bütün bunlar olurken, Doğuda ise hiçbir şeyin değişmesi gerekmedi. Görkemli yıldızlarının en sonuncularını da en son sekizyüzyıl önce kaybeden Doğu, tevekkül içinde gelecek seslere kulak kabartmış bekliyordu. Bu yüzden de, Descartes’ın kutsadığı yeni dini itirazsız kabul etti.

İşte, insanlık tarihinin bilinen en korkunç barbarlıkları, aklın kutsandığı bu yeni dinin hüküm sürdüğü çağımıza aittir. Duygulanımdan arındırılmış, acı yahut sevince, gözyaşı ve merhamet yahut öfke ve hiddet gibi hallerin hiçbirine yer vermeyen bir aklın tasarlayabileceği barbarlığın önünde hiçbir engel yoktur. Kilisenin sebep olduğu barbarlıkların aracı olan “iyilik ve kötülük” tersyüz edilmiş, kilisenin melekleri şeytan, şeytanları ise melek olarak ortaya çıkmıştı.

Çağımızın kanlı savaşları, faşizm, totaliter yönetim projeleri, kitlelerin toplum mühendisliği laboratuvarlarında kobay olarak kullanılıyor olması, atom, nükleer, biyolojik, kimyasal silahların tasarlanması, üretilmesi ve kullanılması bu yeni çağın, bu yeni “iyi ve kötü”nün daha önce eşi bulunmayan barbarlık örnekleridir.

Çünkü aklı, bilgiyi ve bilimi önceleyen Kartezyen mekanizm, dinlerin alternatifi olarak, Hristiyanlık ve diğer dinler gibi evrensellik iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Evrensel iddiaları olan her dinsel, siyasal, felsefi inanış, eninde sonunda evrensel bir köleliği ve mutsuzluğu öneriyor demektir. Bu açıdan bakınca, Hristiyanlığın batı dünyasını mutsuz kıldığı kesin ve bu kesinlik, batı dünyasının Hristiyanlık öncesinde çok daha mutlu olduğu anlamına da gelmiyor. Ancak, evrensellik iddiası işlenen suçları hafifletmeye yaradığından, Hristiyanlığın suç ve günahlarının, insanlığın bilinen tarihinde o ana kadar işlenmiş tüm suç ve günahları kat kat aştığı gerçeğini bu evrensellik iddiası perdelemiştir.

Batının asık yüzlü, kara görünümlü, sinsi bakışlı Hristiyanlığının yarattığı kasvetli mutsuzluk ortamından kurtuluş reçetesi, rasyonalizmde, aydınlanma felsefesinde olabilir miydi gerçekten? Böyle olmasının umulduğu kesin. Esasında “liberty, equality, fraternity” Hristiyanlığın bunaldığı batı toplumlarına İsa’nın çağrısının dengi gibi geliyordu. Böylece, toplumları ve dünyayı daha rasyonel bir temelde, daha akla ve bilime uygun olarak yeniden tasarlamak, yeniden kurmak mümkün olacaktı. Ne de olsa, insan da daha karmaşık bir makineden ibaretti ve siyasal sistemler de bu makinaları aklın ve bilimin ışığında ahenk içinde bir arada harekete geçirecek şekilde yeniden inşa edilebilirdi.

Oysa bir kez daha yanılıyorduk. İnsan, canlı bir organizma olarak daha geniş bir kognitif organizmanın bir parçasıydı ve mekanik makinanın işleyiş kuralları ve mekanik aklın sınırları içine hapsedilemezdi. Kutsadığımız bilimimiz ve aklımız kognitif bir doğaya ilişkin kesinlik taşıyan hiçbir bilgiye sahip değildi ve sübjektif genellemeler dışında böyle bir dışsal bilgi edinme imkanı da olmayacak gibi. Bir kez daha mutsuzduk şimdi. Çünkü, bilinmeyeni bilme arzusu, mutluluğu ve özgürlüğü daha çoğunda, denetlenebilir, kurgulanabilir, tasarlanabilir olanda arama arzusu, egemen olunamayacak olana egemen olma arzusu mutsuzlukla, huzursuzlukla ve yenilgiyle koşut gider.

Bilimde ulaşılan merhaleler, tıpta sağlanan gelişmeler, Kartezyen dinin ruhanileri tarafından görkemli vaazlar eşliğinde her gün hepimize müjdelenir. Kalp naklinin yapılıyor olması, organ nakli, bir meme bezi hücresinden klonlama suretiyle bir bütün organizmanın yaratılabilmesi ve daha nice başarılar. Ne var ki, bir kalbin yerine bir başka kalbin nakline imkan veren bilim ve akıl, aynı zamanda ve bir anda milyonlarca kalbin atışını sona erdiren kimyasal ve nükleer silah da imal ediyor. Bir canlıyı klonlamakla övünen bilim, sayısız canlının soyunun tükenmesine yol açan kimyasalları da üretiyor. Böylece akıl ve bilim çağı, insanlık tarihinin başlangıcından bugüne kadar tanık olunan barbarlıkların tümünün binlerce katı ve yüzlerce çeşitliliğinde barbarlıklar sergiler oldu.

Şimdi ise yeni bir aşamadayız. Ruhtan, acıdan, sevinçten, duygudan arındırılmış, salt akıl suyuyla vaftiz edilmiş bilim, şimdi insanın yerini alacak robot (yapay zeka) peşinde. Peki, Google’ın Kurzweil’inin sentetik silikon vadisinde yarattığı dijital organizma, Rab Tanrının Eden’in bereketli vadilerinde yarattığı biyolojik organizmanın yerini alabilir mi? Bu sentetik organizma mutluluğu ya da mutsuzluğu bilebilecek mi?

Gerçekte, diğer tüm canlılar gibi, insan da yalıtılmış ortamda herhangi bir şey değildir. Var olamaz ve bilemez. Oysa, robot (yapay zeka) yalıtılmış olarak tasarlanır, bilgisi bu yalıtılmış ortam içinde var olur. Öte yandan, insanın (tanrılaşmak istemeyen insanın) bilme ihtiyacı ayakta kalma ihtiyacı ile ilgilidir; Yani genetik sürdürülebilirlik. Yapay zekanın genetik sürdürülebilirlik kaygısı olamaz, bu kaygı programlanamaz, öğretilemez.

Robot (yapay zeka) yanılabilir, şaşırabilir, güleceği yerde ağlayabilir, ona yaşayan ve hareket eden her şeyi kontrol altına alması öğretilebilir ama ona gerçeği yerine göre çarpıtma ve inkar etme, delirme, ruhsal ve psikolojik bunalıma girme, acı çekme, mezhep ve din tahayyül etme, mezhep ve din değiştirme, mehdi bekleme, mazlumken zalime dönüşme öğretilemez. Öğretilmesi de mümkün olamaz. Ortalama algı kapasitesine sahip her insanda görülebilen bu davranışlar, insanın ayakta kalmak ve soyunu sürdürmek ihtiyacından kaynaklanır çünkü. İnsanlar; ahlaka da, dine de, devlete de, tüm bunlar ve bunların içerdiği şeyler ona yaşamını idame ettirme ve soyunu sürdürme bağlamında bir yarar sağlıyorsa, gönüllü olarak taraf olur sahip çıkar ve kabullenir. Bu neviden kabullenişlerin yahut retlerin robotik davranış şeklini aldığı durumlar vardır elbet. Ancak bunlar kitlesel bilinç yitimleri olarak sıklıkla ortaya çıksa da, bir robot istikrarı ile sürdürülmesi mümkün olmayan durumlardır.

Bu nedenle, henüz kendisininki dahil hiçbir canlının DNA’sının sırrını çözememiş, harflerini tanıdığı ama bu harflerle kurulan kelimelerin cümlelerin ve muazzam dilin ne olduğu konusunda zerrece fikri olmayan insanın DNA derdi olmayan bir mekanizma ile kendisine rakip inşa etmesi, ancak intihar arzusuyla açıklanabilecek bir çılgınlıktan ibarettir.

Eden’in bereketli vadilerinde varoluşumuza içkin kılınan bilgiyle, kendimizle, doğamızla, diğer tüm mahlukatla birlikte mutlu yaşayabilirdik oysa. Doğanın ve başkalarının üzerinde tanrılaşma (iyinin ve kötünün ne olduğuna hükmetme) iddiasıyla kendimizi ve doğamızı tahrip etmeden. Ama artık çok geç görünüyor. Gaia teoreminin üstadı, çağımızın büyük dehalarından biri olan James Lovelock haykırıyor; Gezegeni korumaktan vaz geçin. Sizin korumacılığınız onun yıkımına yol açıyor. Yeter artık. Vaktimiz doldu. Defolup gidelim.

Kaynak: Ceride-i Mülkiye

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)