Çanakkale Eceabat ta iken

Bayramın seyranın diğer günlerle birbirine karıştıgı günlerin birindeydi. İçinde başımı eğerek dolaştıgım tek gözlü çatı katı dairesinde, fare tıkırtılarıyla değil de, uzaktan gelen hoş seslerle uyandım bu sabah. Onca yıl nice emeklerle biriktirdiğim inançlarımın kökten tarumar olduğu zamanlardı. Şimdilerde dinsizdim, inançsızdım. Belli ki biriktirmemiş, yığmıştım o değerleri. Bir sabah evin bahçesinde yakılacak bir yığın gereksiz eşya gibi…Ama bundan sonra varsa bir geleceğim bu hayatta, uğruna hiç çekinmeden harcayabileceğim, beni baştan çıkaracak, kanımı ilkgençlik çağlarımdaki gibi kanımı coşturacak, zayıf da olsa bir inanç kırıntısına razıydım.

Kahvaltı yapmadan, 30X30 ebatındaki minik penceremi açtım, sesin yönünü saptadım. Sahilden geliyordu ses.

Anımsadım o vakit, zamanın boşa çıktıgı son bir ayda, oturduğum çatı katında bogulmamak için, biraz insan, martı ve deniz göreyim diye gittiğim çay bahçesinin arkasından, adanın meydanından geliyor olmalıydı bu müzik, davul sesleri…

Mavi bir bulaşık leğeninden akıtılan, kirli bir su gibi ipincecik sızdım arnavut kaldırımlı daracık sokağa.

Çoğu sokağın sağına soluna sırtlarından dizili, çivit mavisi kapıları bahçe içlerine açılan evler. Küçük bahçelerinde tavuklar eşelenir tembelce…Yürüdüğüm sokağa bakan pencerelerinin pervazlarına dizili yoğurt kaplarında ekili sardunyalarla gözgöze geldim bir an. Uzandım çicegin birine, geceden beri yanan yüzümü serin kokulu yapraklarıyla yundum. Çiçekler öylesine berrak renklerle coşmuşlardı ki, yeni doğan güneşin cömert turuncu ışıkları çağlayan olmuş akıyordu her bir çiceğe…

Ara sokaktan, deniz kıyısına yürüdükce, sesi sahilden gelen müziğin karnı yarılıyor, içinden İzmirin Dağları marşı, Bantista ve Yeni Türkü grubunun parçaları soğuk dağ suları gibi fışkırıyordu günyüzüne.

Çiçek şalvarlı bir kadın evinin eşiğini süpürüyordu hemen solumda…Hayret ki, etrafta hiç toz kümesi yoktu. Kadının belden yukarısı yoktu, kenara sarkmış iki kolu ve bir çift bacagı vardı sadece. Süpürgesini yere temas ettirmeden havayı, havada bir hayaleti süpürerek evinden uzaklaştırıyordu…

Ardımda kalmış yarım bedenli kadına bakarken, dili dışarı sarkmış, kahverengi tüylü bir köpeğin ardıma takıldığını farkettim. Durdum, köpek de durdu. Bakıştık, göz kırpıp ” haydi gel o zaman benimle ” diyerek yürümeye başladım yine. Bu kez sağımda, yüksek bir duvar üzerine tünemiş, gri tüyleri rüzgarda uçuşan kedinin, uzanarak gerindiğini ve ağzını genişce esnediğini gördüm. Aniden ağzından allı pullu bir balık fırladı. Yere düşen balık birkaç kez kıvrılarak sıçradı yerde…Kuyruğu bir kaç kez seğirdi ve balık iri gözleriyle şaşkınlıkla bakarken benden yana, hala açılıp kapanan ağzından kıvrıla kıvrıla bir solucan çıktı. Ancak kıvrımlarıyla konuşabilen, bir kıvrım renginin diğerini tutmadığı, her birinin ayrı bir duygu diline denk geldiği ahraz bir solucandı bu…

En önde ben, arkamda köpek, kedi, balık, solucan, sardunya ve süpürgeli kadın ardarda düştük müziğin peşine. Marş temposuna uygun kollarımızı, bacaklarımızı, kuyruğumuzu, yapraklarımızı sallıyorduk. Biz böyle yürüdükce, yanyana duramayacak kadar dar olan sokak genişledikce genişledi de, hercai bir bulut da düştü ardımıza…

Meydana ulaştım, gereksiz bir gölge gibi geçtim yanlarından, çay bahçesine oturdum.

Liseli olduklarını düşündüğüm, renkli elbiseler içindeki gençler müzik etkinliği yapıyorlar rock tarzında…Başlarında, onları yönlendiren, kıvırcık saçlı, çıtı pıtı bir öğretmen hanım.

Onları izleyen sadece ben ve çay bahçesinin garsonu vardı şimdilik…

Ne hoştuk bu halimizle…Ne hoştu müzikler…Ne hoştu bayramlar…Ne çok sevdim ben o çocukları…

” Usta bi çay versene ”