Toplumsal tarihin dönüşümünü açıklamak için sosyal bilimler literatüründe kullanılan belki de en açıklayıcı metaforlardan biri Komünist Manifesto’da geçen “katı olan her şeyin buharlaşması”dır. Bu metaforun iması yaşadığımız coğrafya açısından da fazlasıyla geçerli. Osmanlı döneminde, özellikle de Baltalimanı Anlaşması’nın yapıldığı 1838’i bu anlamda önemli bir tarih olarak işaretlenebilir. Osmanlı’nın siyasi ve iktisadi yapısı bundan böyle eskisi gibi kalamayacak ve yepyeni bir zemine taşınacaktır. Sonraki sürece göz atıldığında bu yeni zeminin çok oynak olduğu rahatça gözlenebilir. Özellikle de iktisadi, siyasi, askeri alanlardaki yenileşme çabalarını izlemek baş döndürücüdür. Tanzimat Fermanı (1839) sonrasındaki hızlı dönüşümle ilgili olarak da özellikle iki dinamiğin etkili olduğu görülür. Bunlardan ilki kapitalist dünya ekonomisi ile Osmanlı devleti arasında genişleyen piyasa ilişkilerinin etkileşimi başta gelir. İmparatorluğun ekonomisi bu dönemde kaçınılmaz olarak dünya ekonomisinin hareketli akışıyla karşılaşınca ekonominin yanında siyasal ve kültürel filizlenmeler ortaya çıkmıştır. İkinci olarak da bu süreç devletin, bir manevra olarak merkezi idareyi güçlendirmeye, toplum üzerindeki nüfuzunu arttırmak için Osmanlı paşazadelerinin Batı esinli modernleşme önerileriyle doludur. Söz konusu girişimlerin, zaman içerisinde toplumsal alanda bir karşılık oluşturması ve kitle siyasetinde değişimler ortaya çıkarması kaçınılmaz olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nda halkın, kendi dünyasından başını kaldırıp da siyasete bakması pek görülen bir şey değildi. Ancak 19. yüzyıla gelindiğinde yukarıda bahsettiğimiz dinamiklerle birlikte özellikle de Batı ile irtibat sağlama olanağı bulunan şehirlerde halkın siyasete gözünün açıldığını söylemek mümkün. Vergisini toplamak dışında halkın günlük yaşamına fazla müdahil olmayan devlet de yeni siyasi yapılanmayla birlikte yeni kurumlar oluşturma yoluna gitmiş ve halkın günlük yaşamına müdahil olmaya da başlamıştır. Batı’dan aldığı ilhamla, Osmanlı elitleri siyasal ve kültürel yaşamın dönüşümü yönünde bir hayli girişimci davranarak kitleleri siyasal alana sevk etmiştir. Yeni toplumsal yaşam yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor, yeni talepler dile getiriliyordu; böylece siyasal alan yavaş da olsa genişlemeye başlamıştı Askeri alandaki güç kaybı, politik alanın genişlemesine, özellikle de meslek gruplarının etkisinin artmasına yol açmıştır.
Nasıl Bir Tarih Yazımı?
Şimdiye kadarki tarih yazımında genelde kitlelerin siyasetine, “aşağıdakilerin” sesine kulak vermekten özellikle kaçınılmış olduğu gözlenebilir. Söz konusu değişimler ile kitlelerin toplumsal eylemleri arasındaki bağlantıların sağlıklı ve verimli şekilde ele alınması için 2000’li yılları beklemek gerekmiştir. Doğan Çetinkaya’nın 1908 Osmanlı Boykotu[1] kitabı tam da bu dönemde Osmanlı siyaset ve ekonomi alanındaki yapısal değişim ile toplumsal hareketlerin ilişkisini “aşağıdan tarih” anlayışı çerçevesinde ele alan bir kitap. Çetinkaya’nın Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ne sunmuş olduğu “1908 Ottoman Boycott: An Economic Boycott as a Political Weapon” adlı yüksek lisans tezine dayanan kitabın odağı 1908 yılında gerçekleşen Osmanlı Boykotu ve sonraki yıllarda gelişen boykot eylemlerine etkisi. Hem kapitalist dünya sistemiyle tanışma hem de devletin bürokratik yenilenme çabası sonucu ortaya çıkan iktisadi ve toplumsal dönüşümler 1908 Osmanlı Boykotu gibi bir toplumsal hareketin koşullarını oluşturmuştur. Söz konusu dönüşümlerin sivil örgütlenmelerin, cemiyetlerin, ulaşım ve iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin hatta kimi liman kentlerinin gelişimine katkıları olduğunu söylemek abartılı olmaz.
Modem bir devletin en belirgin niteliklerinden birinin, hem iş gücünün hem de pazarın yeniden üretiminin koşullarını denetleyebilmek açısından, nüfusun “ahlaki ve sosyal kontrolü”nü elden bırakmaması olduğu söylenebilir. Bir ayağa kalkma hamlesi olarak modernleşmeyi seçen Osmanlı devletinin de gündeminde böyle bir kontrol olduğu ortadadır. Ancak söz konusu modernizasyon sürecinin sancılı olması kaçınılmazdı ve bu süreç yeni meşruiyet problemlerine yol açmıştır. Çetinkaya’nın da belirlediği gibi, kitle siyaseti ve toplumsal mobilizasyon çabası modernleşme süreci ile doğrudan ilişkilidir. Osmanlı’nın modernleşme sürecinde hegemonya inşası ve meşruiyet politikaları çeşitlilik göstermiştir. Sivil toplum, merkezi devletin politikaları tarafından sınırlandırılmadığı gibi, devletin reformları sonucunda oluşmuş ve genişlemiştir. Bu süreçte giyim kuşam, sağlık, çalışma gibi birçok olgu kamusal meseleler haline dönüşmeye başlamıştır. Yeni eğitim sistemi ve basın, kamuoyunu yönlendirmede yeni yeni etkin olmaya başlayarak Osmanlı kamusunun mobilizasyonunu kolaylaştırmıştır (2004: 24).
Çetinkaya kitabında sadece 1908 Osmanlı Boykotu’nu incelemekle sınırlı kalmıyor; kitlelerin dinamik mücadelesini göz ardı eden geleneksel milliyetçi ve resmi modernleşmeci tarih anlayışının eleştirisini de yapıyor. Hatta 1970’lerden sonra ortaya çıkan ve her iki geleneksel tarih yazımına karşı olduğu iddiasını taşıyan “liberal” tarih yazımının da benzer şekilde, kitlelerin tarih yapıcılığını ihmal ettiğini ortaya koyuyor. Söz konusu tarih yazımlarındaki ele alış, Osmanlı İmparatorluğu’nda sivil toplumun güçlü devlet geleneği karşısında güçsüz olduğunu ileri sürer ve devlet dışı aktörlerin eylemlerine pek itibar etmez. Oysa devleti ve toplumu ayrı alanlar olarak düşünüp ampirik olarak incelemek mümkün değildir. Toplumsal bir hareketin inceleme konusu yapıldığı bir çalışmada, böyle bir eleştirel yaklaşım çok gereklidir. Bu anlamda Çetinkaya, sağlam bir teorik zemine ayak basarak yaptığı çalışmanın yöntemini ve dayanağını ortaya koyuyor: Kitlelerin ve sıradan insanın siyasal ve toplumsal katılımının incelenmesi açısından en verimli şekilde “aşağıdan tarih” anlayışı ile sağlanabilir.
Aşağıdan tarih anlayışı özellikle de E. P. Thompson, E. J. Hobsbawm gibi Britanyalı Marksist tarihçilerin öncü çalışmalarıyla dikkat çekmiş ve önemli bir literatür biriktirmiştir. Aşağıdan tarih anlayışı, önceki çalışmaların ihmal ettiği sıradan insanların, aşağı sınıfların tarihsel süreçteki etkinliklerini, “bütüncül tarih” anlayışı çerçevesinde ele almak iddiasındadır. Böylelikle ana akım geleneksel tarih yazımının kör kaldığı alanlar, gündeme gelerek inceleme konusu olabilmiştir. Çetinkaya’nın çalışması bu anlamda önemli bir yerde durmakta ve söz konusu dönemi bütüncül olarak kavrayışa olanak sunarak işçiler, tüccarlar, bürokrasinin farklı katmanları, aydınlar, orta sınıflar, etnik cemaatler, kadınlar, gönüllü kurumlar, cemiyetler; yani kısaca toplumun farklı alanları ve farklı kesimleri üzerinde durarak bize sivil toplum ile devlet arasındaki ilişkinin sadece bir karşıtlık ilişkisi olmadığını gösterebilmektedir. Yazar da kitap boyunca Osmanlı elitlerinin ve farklı toplumsal kesimlerin etkileşimleri çerçevesine odaklanıp “aşağının tarihi”nden ziyade “aşağıdan tarih” perspektifinin izini sürmeye çalıştığını belirtiyor (2004: 26).
Nasıl Bir Yöntem?
Toplumsal hareketlerin analizi üzerinde çalışırken üç hususiyete dikkat etmek gerekir. Bunlar politik olanaklar, mobilizasyon yapıları ve anlamlandırma süreçleridir. Birinci faktör kabaca verili bir ulusal politik sistem içerisindeki kurumsal yapılar ve enformel güç ilişkilerinde yaşanan değişimlerin, bir toplumsal harekete olan etkileri üzerinde durmayı gerektirir. İkinci olarak mobilizasyon süreci ise insanları harekete geçiren ve kolektif eyleme yönelten resmi veya gayrı resmi kolektif araçların tümünü ifade etmektedir. Örgütler ve çeşitli toplumsal ağlar bu süreç içerisinde önemli bir rol oynar. Üçüncü olarak politik olanaklar ve mobilizasyon süreci arasındaki ilişkiyi ve bağlamı kuran anlamların çerçevelenmesidir. Toplumun o zamana kadarki kültürel yaşamı ve birikimi olarak kodlanabilecek anlamlar ve tanımlar, toplumsal hareketin çerçevesini de kuran bir etkendir Çetinkaya’ya göre. Çünkü hareketin öncüleri ve örgütleyicileri kolektif eylemi kültürel sembollerin yardımı olmadan inşa edemezler. Seçilen kültürel semboller ise hareket sürecinde yeniden tanımlanır ve anlamlandırılırlar (2004: 36). Toplumsal hareketler yepyeni semboller icat etmezler çoğunlukla, var olan semboller havuzundan koşulların atmosferine uygun olabileceklerden seçerek yeniden bu sembolleri kurar.
Toplumsal hareketlerin incelenmesinde hatalı varsayımlar da söz konusudur. Bunlardan biri, 1960’lardan sonra ortaya çıkan “yeni” toplumsal hareketlerin öncekilerden yapısal olarak farklı olduğudur. Söz konusu varsayıma göre, 9. yüzyıl ve 20. yüzyıl başı toplumsal hareketleri, bugün anladığımız şekilde toplumsal hareketler değil, sınıf hareketleridir. Bu sınıf hareketleri de dar bir iktisadi çıkar kavgası veren işçi hareketleri olarak görülür (2004: 27). Oysa modern toplumsal hareketlere daha yakından bakıldığında, ister ele aldıkları konular, ister taktikleri, ister örgütsel yapıları dikkate alınsın, bu hareketlerin “yeni” olarak nitelenen hareketlerle apaçık benzerlikleri ortadadır. “Yeni” toplumsal hareketler konusundaki incelemelerinin genelde, işçi hareketlerini ekonomik ilgilerle, zaman zaman da karikatürleştirerek göz ardı edişi, onların çok zengin bir mücadele yürüttüklerinin gözden kaçırılmasını beraberinde getirmiştir. Oysa bu hareketler farklı toplumsal kesimleri saflarında bir araya getirebilmiş, çalışma saatlerinin kısıtlanmasının yanında kadın ve çocukların çalışmalarını, göçmenlerin sorunlarını, eğitim ve kamusal hizmetlere ulaşma hatta oy hakkı gibi çeşitli problemlere el atmayı başarmıştır (2004: 29). Aşağıdan tarih perspektifinin gelişmesi ile beraber sıradan insanların çok değişik direnme biçimleri de araştırma konusu olmaya başlamış ve evrensel direniş gelenekleri gün yüzüne çıkmıştır. Ancak bu direniş biçimlerini, bir alternatif hareket olarak önerilen modern itaatsizlik eylemleri veya modern pasif direnişler ile karıştırmamak gerekir. Askeri yükümlülüklerden kaçınma, vergi ödemeyi savsatma gibi hareketler, geçen yüzyılların ezilenlerinin başvurduğu yaygın direniş biçimlerindendi (2004: 33). “Yeni” toplumsal hareketler üzerine olan literatür, sınıf hareketine kör kaldığı gibi dönemin milliyetçi hareketlerini de gözden kaçırmaktadır. Gerçekte milliyetçi oluşumlar bugün bile kitle hareketleri kadar yaygındır ve kimlik inşa etmeye dayanan, tüm sınıfsal aidiyetleri kesen, çok canlı sembollere, araçlara başvuran, gündelik hayatı politize eden bir harekettir. Bu da yöntemsel olarak bir bakış zafiyeti olduğunun göstergesi olarak okunmalıdır.
Yeni Bir Protesto Biçimi Olarak Boykot ve Osmanlı 1908 Boykotu
Eric Hobsbawm, “imparatorluk çağı” olarak adlandırdığı 1875-1914 arası dönemin en temel karakteristiğinin kitlelerin hareketliliği ve devletlerin meşruiyet krizi olduğunu söyler. Bahsedilen dönem boyunca dünyanın birçok farklı yöresinde kitle siyasetinin bir tezahürü olarak kitle hareketleri ile karşılaşmak gayet olağandır. Bu dönemde ayaklanmalar ve itaatsizlikler gibi modernite öncesi direnişler, devlet karşıtı olsun olmasın, modern toplumsal hareketlere dönüşmüştür. Bu dönüşümü dünyanın farklı coğrafyalarında gözlemek de mümkündür: Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da, İran’da, Meksika’da, Japonya’da, Ortadoğu’da, belli bir takım hedeflere ulaşmak için kamunun mobilizasyonunu amaçlayan birçok kitle hareketi ve örgütü ortaya çıkmıştı (2004: 27).
Bu çerçevede, Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet’in ilanından sonra, 1908 Ekim ayının ilk haftasında, Bulgaristan bağımsızlığını; Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Bosna-Hersek eyaletlerini ilhak ettiğini ilan etmiştir. Bu gelişmeler, Meşrutiyet rejiminin karşılaştığı ilk politik kriz olmuştur. Bu sırada hükümet ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bastırmakta hayli zorlandığı işçi grevleri gündemi belirlemiştir. Osmanlı devleti bu iki devletin hareketlerini tanımamış ve protesto etmiş, ancak bir savaş ilan etmeyi de göze alamayınca boykot yeni bir protesto biçimi olarak Osmanlı topraklarında ortaya çıkmıştır.
Boykotun ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında iki etken çok önemli rol oynamıştır. Bunlar Meşrutiyet’in ilanından sonra politik ve toplumsal yaşamdaki önemleri çok artmış olan basın ve cemiyetlerin etkinlikleridir. Boykotun resmi örgütü olan Boykotaj Cemiyeti yanında diğer birçok cemiyet de bu süreçte etkili olmuş, boykot geniş bir toplumsal kesime ulaşmıştı (2004: 18). 1908 Osmanlı Boykotu kendinden önceki reaksiyoner kolektif eylemlerden farklı olarak, gayet modern bir toplumsal hareket olarak ortaya çıkmıştır. Örgütleyicilerinin amaçları, boykotun süresi ve yaygınlığı, hedefleri, başvurduğu araç ve yollar göz önünde bulundurulduğunda 1908 Boykotu’nun kendinden önceki kendiliğinden ve yerel özellikler gösteren protesto biçimlerinden farklı olduğu açıktır (2004: 32). Boykot Ekim 1908’den Mart 1909’un başına kadar beş aylık bir süre boyunca çeşitli biçimlerde canlı kalmıştır. Dahası boykot kendi örgütlerini, hedeflerini ve hatta programını oluşturmakta da başarılı olmuştur. Boykot çok net hedef ve amaçlar ortaya koymuş ve bunları gerçekleştirmede de önemli yol kat etmiştir.
1908 Boykotu’nun en önemli özelliğinin kitlelerin ve aşağı sınıfların politikaya doğrudan katılımları olduğu söylenebilir. Liman işçilerinin yanı sıra sıradan Osmanlı vatandaşı kendiliğinden veya merkezi olarak örgütlenen, eylemlere katılmış, mahalle kahvehaneleri gibi kamusal mekanlarda boykotu tartışmış, toplantılar ve konferanslar düzenlemiş, Avusturya dükkanlarının önünde toplanarak alışveriş yapanları engellemeye çalışmış, boykotun simgesi olan metalar ile kendi tavrını kamusal alanda ortaya koymuştur. Boykotun başlaması ile kitlelerin toplumsal hareketliliği gün geçtikçe artmış ve hatta boykot eylemi daha başka tür alanlarda da gündeme gelmeye başlamıştır. Bu dizginlerinden boşanmış kitlesel eylemlilik süreci özellikle İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin girişimleri ile kontrol altına alınmış, daha örgütlü ve düzenlenmiş protesto biçimlerine sevk edilmiştir (2004: 380).
Çetinkaya 1908 sonrasında gelişen toplumsal hareketleri incelediği Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak[2] kitabında da 1908 boykotuna değinir. 1908 Osmanlı Boykotu kitabının bir devamı sayılabilecek bu kitapta boykotun başarılı olmasında etkin rol üstlenen kesimler olarak özellikle liman şehirlerindeki mavnacılar, hamallar ve kayıkçılar sayılır. Bu çalışan kesimlerin önemli rol oynamasının nedeni en örgütlü toplumsal grup olmalarından kaynaklanır. Bu işçi grupları yasal olmasa da çeşitli cemiyetler altında birleşmişler ve kendilerine sözcüler seçmişlerdir. Kerim Ağa, Ömer Onbaşı, Arap Ömer Ağa gibi cemiyet reislerinin adları sıkça anılır (2015: 140). 1908 Boykotu’nun işçilere ilerleyen süreçte çeşitli talepler dile getirme konusunda önemli bir deneyim sağladığı söylenebilir. Ayrıca Boykot Hareketi çalışanların mücadelelerine meşru bir “milli” sav katmış ve önemli toplumsal haklar kazanmalarına vesile olmuştur (2015: 142). Çalışanlar boykot faaliyetleri sayesinde devlet, ticaret kumpanyaları ve liman idaresi karşısındaki konumlarını güçlendirmiş oldular. Hareket içerisindeki etkin mevcudiyetleri limanlardaki geleneksel haklarının tasdik edilmesini kolaylaştırmıştır (2015: 143).
Kadınlar da 1908 boykotuna az da olsa katılım göstermişlerdir. Bu süreçte kadın dergileri çıkarmaya hatta dernek düzeyinde örgütlenmeye başladılar. Bu deneyimler daha sonraki yıllarda meyve vermeye de başlayacaktır. Örneğin 1910 yılında Bursa’da kadınlar, işçi hareketleri içerisinde de eylemci olarak rol almıştır (2015: 240). Kadınların toplumsal yaşamda daha fazla görünmeleri; tiyatrolara, konserlere gitmeye başlamaları ve kamusal alanda kendilerini duyurmaları söz konusu boykotlara katılımla ilişkili olarak değerlendirilebilir. Elbette boykotlar tek bir neden olarak öne sürülemez; önemli nedenlerden biri de dönemin daha çok savaşlarla geçmesi kadınların işgücüne katılımını da arttırmıştı ki bu da kamusal yaşama girişlerini kolaylaştırıcı bir nedendi.
1908 Osmanlı Boykotu’nun dünyanın farklı bölgelerinde yapılmış boykotlarla ortak olan birtakım özellikleri de vardır. Her şeyden önce Çin, İran, İrlanda, Mısır ve Osmanlı boykotlarının hepsi yükselen milliyetçilik hareketlerinin ilk evrelerinde ortaya çıkmıştır. Bu boykotlar milli fikirleri popüler kılmış ve “ulusal meseleleri” kamusal meseleler haline getirmiştir. Toplumun çok farklı kesimleri bu toplumsal hareketler içerisinde bir araya gelmişler ve bu durum daha sonra milliyetçi hareketlerinin de bir özelliği haline gelmiştir. 1908 Osmanlı Boykotu’nda tüccarlar, liman işçileri, bürokrasinin alt kademeleri, farklı cemaatler bu toplumsal hareketin bir şekilde içinde yer almışlardır. Sıradan insanlar ve aşağı sınıflar kendilerini ifade etme fırsatı ve olanağı bulmuşlardır. Dahası tüm boykot hareketleri ülke çapında etkin olmayı başarmışlardır.
Çetinkaya’ya göre 1908 Osmanlı Boykotu genel anlamda hedeflerine ulaşmıştır. Osmanlı devleti Avusturya ve Macaristan İmparatorluğu ve Bulgaristan’dan Berlin Anlaşması’nın hükümlerini kendi aleyhine ihlal ettikleri dolayısıyla tazminat talep etmiştir. Her ne kadar bu iki devlet başlarda tazminat vermeye yanaşmamışlarsa da boykot hareketinin de etkisiyle Osmanlı devletinin talebini kabul etmek zorunda kalmışlardır. Osmanlı devletinin tazminat olarak aldığı miktar, kendi talep ettiğinden daha az olmasına rağmen özellikle Avusturya’nın belli bir miktar ödemeyi kabul etmesi boykot hareketinin bir sonucu olmuştur (2004: 378). Boykot ve sokak gösterileri, erken dönem Müslüman/Türk milliyetçiliğinin[3] repertuvarındaki en tipik araçlar olarak bundan sonra yer alacaktır. Bu tarihten sonra ne zaman bir diplomatik ya da ulusal sorun ortaya çıksa, Müslüman/Türk milliyetçi hareketi protesto gösterileri düzenleyecek ve İmparatorluğun düşmanlarına karşı ekonomik boykotlar örgütleyecekti.
1908 Osmanlı Boykotu’nun Getirdikleri
Her şeyden önce boykotun kendisi kamuoyunun “milli” duygularını galeyana getirmede ve insanlar arasında dayanışma ruhu yaratmada en önemli araçlardan bir tanesiydi. Örneğin boykot hareketinin en etkili gücü olan basın, boykot süresince bir kamusal forum şeklini almıştır. Gazeteciler boykot kampanyası boyunca kamuoyunu çok başarılı bir şekilde yönlendirmeyi becermişlerdir. Osmanlı eliti bu süreli yayınlar sayesinde fikir alışverişinde bulunmanın yanı sıra Osmanlı kamuoyunda da bilginin dağılmasını sağlayabilmiştir. Osmanlı basını ya da değişik iletişim teknikleri sayesinde birbirlerinden haberdar olan farklı şehirlerdeki boykotçular, bir “hayali cemaat” yaratmada son derece başarılı olmuşlardır.
Osmanlı basınında farklı bölgeler arasındaki iletişimi sağlayan haberler kadar boykot ile ilgili olarak köylerden alınan mektuplara da yer verilmiştir. Kamusal mekanlar, boykotun en önemli aktörü olan gazetelerin toplu okumasına da olanak sağlamış ve gazetelerin etkisi kat be kat artmıştır. Boykot hareketi süresince kişisel çıkar karşısında kamusal sorumlulukların altını çizen “hamiyet” kavramı hareketin kilit kavramlardan birisi olmuştur. 1908 Osmanlı Boykotu kitle siyasetinin ve kamuoyunun öneminin arttığı bir deneyim olarak yaşanmıştır (2004: 382). Boykot örgütleri ülkenin hemen her köşesinde örgütlenmişler ve toplumsal seferberliğin gerçekleştirilmesinde önemli roller oynamışlardır. Bu örgütlerin örgütledikleri kitlesel gösteri ve mitingler ve basın kampanyaları boykotu yurt çapında kamusal bir mesele haline getirmiştir. Gösteriler, “fes yırtma bayramları,” ve yeni milli serpuşlar gibi kamuoyunu derinden etkileyen olağanüstülükler, sıradan insanı gündelik hayatın ritmi ve rutini dışına çekerek boykotun etkinliğinin artmasına katkıda bulunmuşlardır. Bir festival havası yaratan bu durum ve olgular bir toplumsal hareketin en önemli bileşenlerindendir. Bu festival hali ve sıra dışılıklar kitlelerin politik ve kamusal alana akışlarını kolaylaştırmıştır (2004: 381). Kitlelerin sokaklardaki şiddet dışı eylemleri için bir meşruiyet zemini doğmuştur. Bu boykotlar, sınırları gün geçtikçe genişleyen kamusal alan içerisinde ortaya çıkmış ve bu kamusal gerçekliği ve sivil toplumun sınırlarını daha da genişletmişlerdir. Bu yeni alan politikanın gerçekleştiği ve toplumsal hareketlerin kendilerini temsil ve ifade ettikleri düzlemi oluşturmuştur.
Toplumun farklı kesimleri de boykot ile ilgili çeşitli taleplerini ve görüşlerini bu araçları kullanarak ifade etme deneyimi kazanmışlardır. Örneğin boykotun içinde yer alan liman işçileri, taleplerini kamuoyuna duyurma noktasında basından fazlasıyla yararlanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu dahilinde yaşayan Bosnalılar da yayınladıkları çeşitli yazılarla ile kaybedilmiş topraklarda kalan Müslümanların problemlerini kamuoyunun gündemine taşımaya çalışmışlardır. Aynı şekilde boykot örgütleri de kararlarını ve kamuoyundan isteklerini dağıttıkları bildirilerle, duvarlara astıkları afişlerle Osmanlılara ulaştırmaya çalışmışlardır (2004: 41).
1908 Osmanlı Boykotu içerisinde farklı aktörler çeşitli roller oynamışlardır. Bundan dolayı boykot hareketi içerisindeki bu farklı dinamiklerin birbirlerinden ayrılan ve hatta bazen çatışan çıkarları da olmuştur. Yine liman işçileri boykotun temel hedeflerinin yanı sıra kendi sınıfsal çıkarlarını da başarılı bir şekilde gündeme getirebilmişlerdir. Boykot hareketinin en faal güçlerinden birisi olan liman işçileri, bu merkezi konumlarından ücret artışları söz konusu olduğunda faydalanmasını bilmişlerdir. Bunun yanında kendi lonca örgütlenmelerine ilişkin, bazı yöneticilerin değiştirilmesi gibi hususlarda başarılı olmuşlardır. 1908 Eylül grev dalgasındaki yenilgilerini, “milli” bir eylemin içerisinde telafi ettikleri söylenebilir. Sınıf çıkarlarını savunmanın, bu tür bir toplumsal eylemin içerisinde yer alındığında daha başarıyla gerçekleşebileceği tecrübesi, boykotun getirdiği bir bilinç olarak belirlenebilir. Her daim sınıf çıkarları doğrultusunda tetikte olan egemen sınıf ise liman işçilerinin boykot sonrasında da eylemlerine devam etme girişimlerinin olası sonuçlarını çok iyi bildiğinden gelişebilecek hareketleri bastırma yoluna gitmişlerdir (2004: 379).
Örgüt, modern toplumsal hareketlerin en ayırt edici bileşenidir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra yaygınlaşan cemiyetler toplumsal mobilizasyonda önemli işlevler görmüşlerdir. 1908 Osmanlı Boykotu da kısa bir süre içerisinde kendi örgütlerini oluşturmuştur. Bunlar, Harb-ı lktisadi Cemiyeti ve Boykotaj Sendikası’dır. İlki daha çok boykot hareketini imparatorluğun farklı köşelerine ve toplumun çeşitli kesimlerine yaymaya çalışan bir sivil toplum örgütü iken, ikincisi daha çok Avusturya ve Bulgar mallarını satın almayı, ithal etmeyi ve satmayı reddeden tüccarların örgütlenmesine dayanmıştır (2004: 44). Osmanlı Boykotu Ekim 1908’den itibaren beş ay sürdükten sonra 26 Şubat 1909 tarihinde Boykotaj Sendikası’nın kararıyla boykota son verilmiştir.
Osmanlı hükümeti de boykottan istifade etmesini bilmiştir. Askeri yollara başvurmaya pek niyeti olamayan bir hükümet için boykot hareketi Avusturya ve Bulgaristan’a karşı baskı yapabilmenin yegane yolu olmuştur. Bundan dolayı kendi iradesi dışında gelişen ve yayılan bir toplumsal harekete belli ölçülerde müsamaha göstermek zorunda kalmıştır. Dönemin en önemli ve itibarlı örgütü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti ise boykotu her şeyden önce kendiliğinden tepkilerin Meşrutiyet karşıtı bir hal almasını engelleyecek bir araç olarak görmüştür. Cemiyet kısa zamanda boykotun kitleleri ve kamuoyunu mobilize eden gücünün farkına varmış ve bundan yeterince faydalanmaya çalışmıştır. Her ne kadar kitlelerin meydanları, sokakları doldurmalarını endişeyle karşılamışsa da, özellikle taşrada gücünü arttırmak için kitlelerin ve kamuoyunun mobilizasyonuna sıklıkla başvurmuştur. 1908 Osmanlı Boykotu sırasında küçük şehir ve kasabalarda bulunan cemiyet kadroları kolektif eylemlerin örgütlenmesinde çok önemli roller üstlenmişlerdir (2004: 379).
Osmanlı’nın bu dönemde imparatorluktan ulus devlete dönüşümün çok hızlı yaşandığına kuşku yok. Söz konusu boykot Müslümanlar ve gayri Müslimler arasındaki ilişkilerin kötüleşmesine ciddi katkılarda bulunmuştur. 1908 Boykotu, İmparatorluk içerisindeki farklı unsurları yabancı bir düşmana karşı birleştirmek için de kullanılmıştı. Öte yandan Yunanistan’a karşı gerçekleştirilen boykot Müslüman/Türk ve Rum cemaatlerinin birbirlerinden uzaklaşmasını ve farklılaşmasını hedeflemekteydi. Sonuç olarak bu iki cemaat arasında Boykot Hareketi yanında eğitimden askerliğe, kiliselerden meclis meselelerine değişik sorunlar ortaya çıktı (2015: 22). Daha sonra Balkan Savaşları yenilgilerinin de Osmanlı Devleti ve toplumu üzerinde büyük etkileri oldu. Balkanlardaki toprakların kaybı ve eski tebaaları tarafından yenilgiye uğratılmaları Osmanlıları derinden sarstı. Müslüman muhacirlerin Osmanlı topraklarına sürülüşünde çok büyük bir artış oldu ve İmparatorluktaki Müslüman/ Türk milliyetçiliği daha da güçlendi. 1908’in üzerinden çok geçmeden yani Balkan Savaşlarından sonra, gündeme gelen boykot vb. girişimlerde bildiriler Müslümanların birbirlerini desteklemesi gerektiğine vurgu yapar olmuştu. Karşıt şeklide yerli gayri Müslimler ise İmparatorluğa ihanetle itham edilecektir. Bu, Osmanlı elitlerinin kitleleri yukarıdan harekete geçirilme tecrübesini arttırdığını da gösterir niteliktedir. Bunu, Osmanlı’da gündelik yaşamın dönüşümü ve kamusal alanda kitlenin kazandığı hareketlilikle Kitap eleştirisi: Bir Toplumsal Hareketin Analizi: 1908 Osmanlı Boykotu 97 bağlantılandırmak mümkündür.
1908 Osmanlı Boykotu’nun en büyük mirası Türkiye politik literatürüne yeni bir kavramın girişini sağlamasıdır. Bunun yanında boykot “milli iktisat”ın doğuşuna önemli bir itki sağlamıştır; boykot bir geçiş dönemi içerisinde doğmuş, dahası ona katkıda bulunmuştur. Bu geçiş Osmanlı İmparatorluğu’nda egemen olan iktisadi düşüncenin klasik liberalizm ilkelerinden “devletçi,” “korumacı,” ilkelere geçişi olarak okunabilir. Her ne kadar 1908 yılında devletin ekonomiye müdahalesi gündeme gelmemiş ve ticari hayatta serbestlik ilkesi sorgulanmamışsa da Osmanlılar “milli” iktisadın güçlendirilmesi gerektiğini tartışmaya başlamışlardır. Boykotun bu ortama katkısı, her şeyden önce bu tartışmaları körüklemesi, yerli malı kullanımını popüler bir konu haline getirmesi ve yabancı güçlere bağımlılığı azaltacak şekilde güçlü bir Osmanlı sanayi kurulması talebini gündeme getirmesidir. 1908 Osmanlı Boykotu milli bir iktisat, ama daha çok milli bir sanayi fikriyatını sıradan insanın gündelik tartışmasına sokmuş oldu (2004: 383). Yerli bir sanayinin kurulmasına hedefine yönelik düşünceler gündeme sıkça geldi ve Milli İktisat tezi bağlamında özellikle de kapitülasyonların kaldırılmasına yönelik talepler arttı. Meşrutiyet’in getirdiği kardeşlik ortamı sönmeye başladıktan sonra özellikle İttihatçılar, Müslüman ve Türklerin ekonomi içerisindeki etkinliğini geliştirmek için kendi tasarımlarını geliştirmeye başladılar. Boykot sayesinde siyasal etkinliğin öznesi haline gelmeye başlayan kitleler, işçiler, tüccarlar ve eşraf yerli bir sanayi oluşturulmasına dönük talepleri dile getirdiği gibi Osmanlı ekonomisindeki yabancı hakimiyetine yönelik eleştiriler de dile getirmeye başlamıştır. Zamanla gayri Müslimler, Milli İktisat lehine görüş bildirenlerin en önemli hedeflerinden biri haline gelmeye başlamıştır. 1908 sonrasında Boykot Hareketi’nin genel söylemi Osmanlıcılığı temel alıyordu ama daha sonra 1910-11 Boykotu sırasında İslami ve Türkçü unsurlar da bu söylem içerisindeki yerlerini aldılar (2015: 133). Bu dönemde çıkan kültür sanat dergilerinde, gazetelerde, kitaplarda söz konusu İslami ve Türkçü söylemler sıkça yer bulmuştur.
Değerlendirme
Bir tarihsel ana odaklanarak buradaki olgu ve olayları geniş tarihsel akışla bağlamlandırmak Türkiye’de özellikle de tarih yazımında pek sık rastlanır bir durum olmamıştır. Özellikle de sıradan insanların günlük yaşamını, düşüncelerini ve etkinliklerini hesaba katarak tarihin ana akışında bir onların rolünü belirlemek aynı zamanda pek de kolay altından kalkılacak bir çalışma değildir. Doğan Çetinkaya’nın hem 1908 Boykotu kitabı hem de Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak kitabı Osmanlı’nın son dönemindeki çalkantılı yıllarında kitlelerin, işçilerin siyasal alanda boy gösterme deneyimlerini ve bu deneyimlerin sonraki süreçlerde getirdiklerini ortaya koymakta önemli bir kaynak olarak anılmalı.
Çetinkaya’nın bir özelliği de sadece ilgilendiği konuyu etraflıca ele alışı değil, bir yandan da sosyal bilimlerin topluma ne şekilde ve nereden bakması gerektiğine dair değerlendirmelerinin sağlamlığıdır. Milliyetçi zihniyetin ve modernleşmeci kuramların kaba sabalığının toplumsal gerçekliği anlamaktan uzaklığı, aşağıdakilerin göz ardı edilerek devletçi kafayla yazılmalarının eleştirisinin yanında liberal bakışın da sivil toplumun yokluğu ve devletin bastırıcı gücüne yaptığı vurguyla gerçekliği anlamada yarattığı zaafları ortaya dikkatlice koymasıdır. “Öyle ki, Türkiye’nin sahip olduğu “devlet geleneği” toplumdaki sivil sesleri boğmuştur. Devletin dışında toplumun çeşitli kesimlerinin nefes alacağı bir yer yoktur. Bu görüşün en uç örneğini kitabının adına da yansıyacak bir şekilde Metin Heper vermiştir: Türkiye’de Devlet Geleneği.” (2004: 21).
1908 Osmanlı Boykotu, anılan diğer boykotlar gibi modem bir toplumsal hareket olarak ortaya çıkmıştır. Elimizdeki kitap bu toplumsal hareketin farklı yönlerini gözden kaçırmayarak iktisadi bir aracın nasıl toplumsal ve politik bir silaha dönüştüğünü incelemeye çalışmıştır. Kendi içinde çok farklı dinamikleri barındırmış olan bu popüler hareketin incelenmesi, toplumun farklı kesimlerinin tarihte oynadıkları rollere bir nebze ışık tutabilirse, bu kitap yazılma amacını gerçekleştirmiş olacaktır.
Bu yazı daha önce Katkı dergisinin 10. sayısında (Aralık 2020) yayınlanmıştır. Link: http://www.katki.org/wp-content/uploads/2021/01/katki10.pdf
[1] Doğan Çetinkaya (2004). 1908 Osmanlı Boykotu Bir Toplumsal Hareketin Analizi, İstanbul: İletişim Yayınları.
[2] Doğan Çetinkaya (2015) Osmanlı’yı Müslümanlaştırmak: Kitle Siyaseti, Toplumsal Sınıflar, Boykotlar ve Milli İktisat (1909- 1914), çev. Ö. Bircan, İstanbul: İletişim.
[3] Söz konusu dönem her ne kadar Türk milliyetçiliğinin yükseldiği bir dönem olarak görülse de, dönemin söylemi büyük ölçüde Müslüman kimliği üzerindedir. Ortak kimliğin ayırıcı işareti olarak milliyetçi hareketin atıfta bulunduğu asli payda İslam’dı. Bu dönemin milliyetçiliğinden Doğan Çetinkaya bu nedenle çalışma boyunca Müslüman/Türk milliyetçiliği ifadesini yeğlediğini belirtiyor.
- Bir Sosyalist Duruş - 20 Nisan 2023
- Aromatik Kültüre Karşı Bilim: Miandji’nin Aromatik Adam’ı - 27 Aralık 2022
- Bir Mikro İktidar Okuması: Plautus’un Tecimen’i (Mercator) - 12 Nisan 2022