1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim

Halil Berktay’ın 1 Mayıs’ta Habertürk televizyonunda sunulan Doğru Açı programında yaptığı ve yalanlara ve gerçeklerin açık bir biçimde çarpıtılmasına dayanan 1 Mayıs 1977 değerlendirmesi geniş bir yankı yarattı. Berktay bu açıklamasında şöyle diyordu:
“Devletin sola yapamayacağı bir şeyi sol kendi kendisine yapmış, ortaya bir fecaat çıkmıştı. Daha sonraki yıllar içinde bir sürü palavra atıldı. 35 yıl boyunca, davulcunun şahidi zurnacıdır misali, bu palavralar gerçek kabul edildi. O günlerde daha doğmamış olanlar geçip karşıma keskin nişancılardan bahsetmeye başladı. Sol, kendi yaptığı rezillikten bir mağduriyet efsanesi yarattı.”
Berktay bu açıklamalarıyla Türk gericiliğinin her iki fraksiyonuna da hizmet sunuyor. O, bir yandan, 1970’li yıllarda Milliyetçi Cephe hükümetleriyle el ele ağır suçlar işlemiş olan askerî kliği ve Kontrgerillayı aklamaya ve bir yandan da “darbeciliğe ve jakobenizme karşı savaşım” ve “millî iradenin üstünlüğü” söylemleriyle kendi gerici alternatif rejimini inşa etme çabası içinde olan İslâmî gericiliğin yanında yer almaya soyunmuş gözüküyor. Burjuva devletinin, yakın bir devrim tehlikesinin, güçlü bir devrimci hareketin ve işçi hareketinin baskısı altında olmadığı koşullarda yapılan bu çıkışın, sosyalizme ve Marksizm-Leninizme karşı sürdürülen bir önleyici savaş eylemi olduğunu söyleyebiliriz. Bir bölümü Berktay’ın içinde yer almış olduğu Aydınlık geleneğinden gelen liberal yazarlarımızın çoğu, bu vesileyle özel olarak Türkiye devrimci hareketinin geçmişini ve mirasını ve genel olarak Marksizm-Leninizmi, devrimci demokratizmi, ama aynı zamanda devrimci zor düşüncesi ve pratiğini karalama yarışına girdiler. Örneğin, tıpkı Halil Berktay gibi yıllar boyu, Türk burjuva devleti yanlısı Aydınlık hareketi içinde yönetici konumda bulunmuş olan Oral Çalışlar, aynı konuyu ele aldığı “1 Mayıs katliamı ve şiddetsever sol” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“1 Mayıs katliamında, sol gruplar arasındaki şiddetsever eğilimin, yaşananların asıl sebebini oluşturduğu görülebiliyor. Sol açısından inandırıcı özeleştiriye ihtiyaç var…
“Sonuç olarak, 1 Mayıs 1977 katliamında, sol gruplar arasındaki çatışmacı ve şiddetsever eğilimin, yaşananların asıl sebebini oluşturduğu görülebiliyor.”

Gene uzun yıllar Aydınlık hareketinin öndegelen yöneticileri arasında yer almış olan Gün Zileli ise, Berktay ve Çalışlar kadar ileri gitmemekle birlikte katliamın sorumluluğunu devlet ile “Maocular” arasında bölüştürmeyi seçmiş gözüküyor. Tarlabaşında meydana gelen çatışmada “Maocular”ın dört Uzel işçisini öldürdüklerini ileri süren bu “devlet-karşıtı” yazarımız şöyle buyuruyordu:
“Diyelim ki, devletin gizli güçlerinin bu provokasyonun hazırlanmasında hiçbir rolünün olmadığını ya da bu konuda net deliller olmadığını düşünsek bile, Taksim Meydanı’nda ölenlerin aşağı yukarı hepsinin (Tarlabaşındaki ‘Maocu-Sovyetçi’ çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisini çıkarırsak), devletin polis güçlerinin yarattığı kasıtlı panik sonucunda ezilerek öldükleri açıktır ki, solun bir kesiminin provokasyon ortamını hazırlaması gerçeği, devletin, çıplak gözle bile görülebilen provokasyonu gerçeğini ortadan kaldırmaz…

“Yani, provokasyondan, Maocu ve Sovyetçi gruplar kadar devlet güçleri de sorumludur. Hattâ devlet güçleri daha çok sorumludur.”
Zileli’nin “Tarlabaşındaki ‘Maocu-Sovyetçi’ çatışmasında öldürülen DİSK görevlisi dört Uzel işçisi”ne ilişkin bu bilgiyi nereden ve nasıl edindiğini bilmiyorum. Benim, elimdeki kaynaklara ve internet üzerinden yaptığım araştırmaya göre, o gün silâhla vurularak yaşamını yitiren dört kişi Hikmet Özkürkçü (öğretmen, 38 yaşında), Niyazi Darı (üniversite öğrencisi, 18 yaşında), Nazmi Arı (polis memuru, 26 yaşında) ve Kadir Balcı ya da Bağcı (35 yaşında). Bunlardan, mesleğini saptayamadığım Kadir Balcı (ya da Bağcı) dışındakilerin Uzel işçisi olmadıkları açık.

Berktay, Çalışlar ve Zileli’nin bugün 1 Mayıs 1977 konusunda takındıkları tavır, onların bu trajik olaydan hemen sonra takındıkları tavırla üç aşağı beş yukarı örtüşüyor. Aydınlık hareketinin yayımladığı Halkın Sesi’nin 1 Mayıs 1977’den sonra çıkan 107. sayısında aynen şöyle yazılmıştı:
“Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu’nun oluşturduğu üçlü oportünist ittifak ise bütün uyarılara rağmen birçok devrimciyi polisin tuzağına götürmüş, polise onbinlerce emekçiye saldırma fırsatı yaratmış, tam anlamıyla provokatör rolü oynamıştır. İzledikleri başıbozuk mâceracı siyaset, onları polisin ve revizyonizmin oyuncağı hâline getirmiştir…
“Halkın Kurtuluşu, Halkın Birliği ve Halkın Yolu şefleri ile birlikte yürünmez. Bunlarla yürüyenler halkla birlikte yürüyemezler.” (3) Berktay, Çalışlar ve Zileli’nin, Aydınlık hareketiyle ilişkilerini kesmelerinden yıllar sonra, hâlâ bir Aydınlıkçı ruhu taşıyor olmalarını ve devlete cepheden karşı değilse de mesafeli olduklarını ileri sürmelerine rağmen bu olayda devletin yanında saf tutmalarını görmek ilginç, ama pek de şaşırtıcı değil.
*
Başka kalemler tarafından da desteklenen bu ideolojik saldırı kampanyası, “solun kendi geçmişi, tarihi ve hatalarıyla hesaplaşması” talebiyle yürütülmektedir. Bu talebin, ikiyüzlülüğün doruğu olduğu tartışma götürmez. Neden? Şundan: Sadece Alman Nazileri, Japon militaristleri değil, onların izinden giden ABD ve AB emperyalistleri de onmilyonlarca insanın kanını dökmüşlerdir ve dökmeye devam etmektedirler. Bu koşullarda, özellikle bu sonuncuların liberal ve reformist kuyrukları “kendi” devrimcilerini “özeleştiri” vermeye çağırma hakkına sâhip. Eğer Halil Berktay ve onun gibi düşünenler, mâsum insanların kanının dökülmesinden gerçekten rahatsızlık duyuyorlarsa, öncelikle milyonlarca ve milyonlarca insana kıymış olan ABD, İsrail, Britanya, Fransa, Almanya gibi kriminal ve terörist devletleri mahkûm etmekle işe başlamalı ve ardından da Yugoslavya, Somali, Afganistan, Lübnan, Filistin, Irak, Pakistan, Somali, Libya, Suriye halklarının kanını dökenlerle aynı safta yer alan ve/ ya da daha fazla kan dökmek için yanıp tutuşan Türk gericilerine ve onların Amerikalı efendilerine karşı çıkmalıdırlar.

Türkiye devrimci hareketinin çeşitli bileşenleri elbette geçmişte işledikleri çeşitli hatalar ve hattâ suçlarla hesaplaşmalı, işçilere ve halka bu hata ve suçlarının hesabını vermelidirler. (Bu husus, Kürt ulusal hareketi için de geçerlidir.) Onlar, bu hata ve suçlara yol açan siyasal anlayışlarını, sol gruplar arasında çatışmalara yol açan sektarizmlerini, kendi bünyelerine yer yer provokatör ajanların sızmasına yol açmış olan örgütsel hatalarını vb. gözden geçirmelidirler. Aslında bu gruplar 1970’lerden bu yana geçen süre içinde, bu tür özeleştiri ve yüzleşmeleri bölük pörçük bir biçimde ya da belli ölçülerde gerçekleştirmişlerdir; daha da ileri gidilmesinin, bu özeleştiri ve yüzleşme sürecinin daha kapsamlı ve derinlikli bir biçimde yapılmasının gerekli olduğu söylenebilir elbet. Ne var ki ben bu gerekliliğin, neredeyse yok olma noktasına gelmiş olan Türkiye devrimci hareketin kalıntılarının öncelikli görevi olduğunu düşünmüyorum. Var olan devrimci çevrelerin öncelikli görevi Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da yeniden siyasal yaşamı etkileyen bir güç hâline gelme savaşımıdır; geçmişin hatalarıyla yüzleşme ve onlarla hesaplaşma görevi, ancak böyle bir süreç içinde ve ona paralel olarak yerine getirilebilir. Ama bir kez daha belirtmek gerekir: Özellikle 2001’den bu yana Ortadoğu, Orta Asya ve Afrika halklarının kanını oluk oluk akıtan Washington, Londra ve Brüksel’deki savaş suçluları ve devlet teröristleri ve onların güdümünde bölge halklarına karşı savaş hazırlıkları yapan gerici burjuvazi ve onun liberal uzantıları bu tartışmanın taraf ya da muhatapları olmadıkları gibi savcı ve yargıçları da asla değildirler ve olamazlar.

Berktay’ın, Taraf gazetesinin de desteğiyle bugünlerde bu savı ortaya atmasının çok özel ya da kişisel bir nedeni olduğunu düşünmüyorum; ancak bu gerici çıkışın tümüyle rastlantısal bir nitelik taşıdığını ve güncel gelişmelerle ilgisi olmadığını söylemek de doğru değil. O, her şey ortadayken, bilim insanı titizliğini tümüyle bir yana bırakıyor, gerçekleri göz göre göre çarpıtmaya girişiyor ve böylelikle kendi kişisel ve profesyonel saygınlığını da yellere savurmayı göze alıyor. Yazar, Star gazetesinde konuyu değerlendirirken 1 Mayıs 1977’de yaşananların bir istihbarat operasyonu olduğunu kaydeden, 1 Mayıs 1977 olaylarının solun kendi iç hesaplaşması olamayacağını söyleyen eski MİT elemanı Mahir Kaynak’ın bile gerisinde kalıyor. O, başkalarının yanı sıra Hüseyin Gülerce gibi gerici bir yazarın dikkat çektiği çeşitli olguları (yapılan çekimlerde Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edenlerin görüntüsünün varlığı, Emniyet’in, kanıt olarak mahkemeye sunulan filmden bu görüntüleri kesmiş olması, MİT’nın katliamdan sonra hazırladığı 5 Mayıs 1977 tarihli istihbarat raporunu mahkemeye göndermemesi, Genelkurmay Başkanlığı’nın, kendi arşivinde ortaya çıkan bu belgeyi mahkemeye sunarken bunun “devlet sırrı” niteliği taşıyabileceğini belirtmesi vb.) ve hattâ Sular İdaresi’nin üzerinden ateş edildiğini doğrulayan ve mahkeme kayıtlarına geçen telsiz konuşmalarını ve polis ve asker ifadelerini bile görmezden gelebiliyor. (4) Ve o, gerek 12 Eylül faşizmi döneminde ve gerekse daha sonraları, egemen sınıfların esas olarak 1 Mayıs 1977’yi, solu ve devrimci güçleri suçlamak ve sergilemek için kullanmak yerine bu konunun üzerini örtmeyi tercih etmelerinden de gereken sonucu çıkaramıyor.

Daha da önemlisi Berktay, 1 Mayıs 1977’nin 12 Eylül 1980 faşist darbesine uzanan zincirin çok önemli bir halkası, ama SADECE BİR HALKASI olduğu çıplak gerçeğini görmezden geliyor. Oysa bu katliam; işçi ve emekçi halk hareketini ezmek, dağınık olmakla birlikte önemli bir güce sâhip olan devrimci hareketi çökertmek ve canlanmakta olan Kürt ulusal hareketinin önünü kesmek için yapılan saldırı, cinâyet, provokasyon ve katliamlar sürecinin bir parçasıydı. Bu durumda Berktay’ı ve onun ortaklarını böylesine irrasyonel ve hırçın bir tarzda davranmaya zorlayan koşulların neler olduğunu sormazlık edemeyiz. “Dürüst” bir burjuva bilim insanı gibi davranmaya çalışmış olsaydı Berktay’ın kendisi de, bu çıkışına yol açan ve/ ya da zemin oluşturan objektif ve subjektif faktörler üzerinde kafa yorabilir ve bu çıkışının nedenlerini açığa çıkarabilirdi. Onun yapmadığını ben yapacağım.

14-16 Mayıs 2012