Özgürlüğün sınırlarını nasıl çizeceğimiz sorusuyla karşılaştığımızda çoğumuzun aklına şu ezber edilmiş cümle gelir: Benim özgürlüğümün sınırları başkasının özgürlüğüdür. Benim özgürlüğüm başkasının özgürlüğüne zarar vermeye başladığı yerde biter. Özgürlüğüm başkasının özgürlüğünü yok eden bir özgürlük olmamalı. Yine de anlaması kolay değil. Başkasının ne yapma ne yapmama özgürlüğü ihlal edilmemeli örneğin? İşkence yapmaktan zevk alan bir sadist, kamusal alanda olguları temsil etme tekeli talep ettiği için gazetecileri ve muhalifleri hapse atan bir devlet yöneticisi, özgürlük adına savunulabilir mi?
Bu somut örnekleri herkesin özgürlüğünün eşit olup olmadığını sorgulamadan tartışamayız. Ontolojik bakımdan herkes özgür ama içerisinde bulunulan durum özgürlüğü sadece dışarıdan belirlemiyor; içeriden de biçimlendiriyor. Sadist bir gardiyanın işkence ettiği tutsak da özgürdür ama onun özgürlüğü onu insan olarak yıkmaya çalışan işkenceye karşı direnmek ile direnmemek arasına sıkışmıştır. Yani tutsaklık koşulları özgürlüğün aşabileceği bir koşul oluşturmak yerine, o özgürlüğü, onu nesneleştirmeye çalışan şeyle, varlığımızın nesne olabilme eğilimiyle mücadele eder hale getirir. Bazen kendi bedeninin nesneliğini ortadan kaldırmak, kendini öldürmeye varacak olsa bile, özneleşmenin tek yolu olabilir. Kendini öldürmek de, gardiyanın tutsağını işkencede nesneleştirme girişimi karşısında özgürlüğün bir tezahürüdür. Özgürlüklerin eşitsiz olduğu bir durumu savunmak özgürlüğü savunmak değil, tahakkümü meşrulaştırmaktır.
Temsil üzerinde tekel kurmak isteyen diktatöre gelelim. O bakış açılarının çokluğunu ortadan kaldırmak ister. Hepimiz dünyayı bir bakış açısından algılıyoruz ve başka bakış açıları da gerçekle ilişkimizi tamamlıyor. Başkaları da kendi bakış açılarından olayları, olguları ifade ettiği için olanın özünde ne olduğu, ne anlam ifade ettiği hakkında bir netlik kazanıyoruz. Bu süreçte eleştirel yetilerimize de çok ihtiyaç var elbette. Onlar olmasa söylemler arasında kaybolabilir, hangisinin olguları gerçeğe en yakın bir biçimde temsil ettiği konusunda bir karar veremeyebilirdik. Burada dünyaya ait deneyim silsilemizdeki tutarlılık da önemli bir rol oynuyor—önceki deneyimlerimiz ve sonrakiler, kişisel deneyimlerimiz ve başkalarınınkiler arasında bir iç içe geçme hasıl olmasa yaşadığımız dünya bir kaos olurdu. Gazetecilerin özgürce yazamadıkları dünya tutarsızlığın düzeltilemediği, saçmalaşmakta direnen bir dünyadır. Topluca akıl tutulması yaşamadan veya toplumca hakikatten vazgeçmeden böyle bir dünyada yaşayamazdık. Hakikatin konuşulamadığı ve paylaşılamadığı yerde özgürlük olabilir mi?
Peki edebiyatta özgürlük adına erkek bir yazarın çocuk pornosu yazma özgürlüğüne ne demeli? Erkeklerin kendilerini cinsel hazzın özgür öznesi çocukları ve kadınları da cinsel nesne olarak betimleme özgürlüğü savunulabilir mi? Özgürlüklerin eşitsiz olduğu bir durumdayız yine. Cinsel ezilmenin alanında ezilene karşı ve ezilenin özgürlüğü pahasına ezenin özgürlüğünü savunmaya çalışıyoruz. Üstelik kadınların ve çocukların her gün tacize uğradıkları ve öldürüldükleri ve sistemin bunu yapanları koruduğu bir yerdeyiz. Feminist akademisyen Senem Timuroğlu’nun Twitter’da yazdığı gibi: “Edebiyat özgürlük potansiyeli taşıyor, henüz özgür değil; zira yüzyıllardır erkek edebiyatın tahakküm diliyle, özgürlük safsatası teorileriyle işgal altında.”
Herkesin özgürlüğünün eşit olduğu yerde özgürlüğü savunmak ile eşit olmadığı yerde savunmak aynı şey değildir. Eşitsizliğin olduğu yerlerde özgürlüğü savunmak ezilenin özgürlüğünü savunmaktır.
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020