Hep beraber yaşadığımız, toplumsal bir anlamı olan olaylar hakkında konuşmak bazen kişisel şeyler hakkında konuşmaktan daha zor. Bir kişinin başına gelen bir olay hepimizi etkiliyorsa, hepimizin hayatına dair bir şey söylüyorsa, sadece basit bir tanık değilsinizdir. Her hangi bir olay, yaşadığınız yeri yaşanmaya değer veya değmez bir mekan olarak yeniden tanımlıyorsa, o olaya sadece bir başkasıyla ilgiliymiş gibi uzaktan bakamazsınız. Aynı ülkede yaşıyoruz. Burada yaşayan insanlardan, olan biten şeylerden ve olamayan, yok olan, eksik olan şeylerden kendimizi sorumlu hissediyoruz. Belki de, hepimiz hissetmiyoruz; sadece bir kısmımız umursuyoruz.
Bir kadının yaşam hakkı ihlal edildiği halde hukukun nasıl atıl kaldığını televizyonlardan ağlayarak izliyoruz. Siyasi olarak güçlü ve ayrıcalıklı olanların cezasızlığının alışıldık bir gösteri haline gelmiş olmasına şaşırmayı acaba ne zaman bıraktık? Siyasi haklarımıza karşı yapılan, hiçbir rasyonel gerekçesi olmayan müdahaleler, yurttaş olarak bizi parçalamaya, hayal kırıklığına uğratmaya devam ediyor. Hukukun üstünlüğü ortadan kalkıp intikama benzeyen, anlaşılmaz tutuklamalar yapıldıkça sadece kamusal hayat değil, kamusal anlatı da çöküyor. Geriye korku, kaygı, güvensizlik ve öfke kalıyor. Vicdanımızın onaylamadığı bir takım eylemlerin zorbaca dayatıldığı bir sürecin içerisinde iken, tutarlı bir kamusal anlatı, açıklama da kurgulanamadığı için, geçmişten devşirilen tarihsel hayaletler imdada çağırılıyor.
Bu kimlik inşa etme arzusu, bu halkla ilişkiler sokaklarımızı ne kadar acıklı karikatürlerle dolduruyor. Her direkte bir hakan, her otobüs durağında bir sultan, her köprüde bir padişah. Bu geçmişe neden bu kadar ihtiyacımız var? Şiddeti ve gücün keyfiliğini meşrulaştırmak için mi? Diyaloğa, akla, evrensel normlara dayanan siyaset yaşamının bir hükmü olmadığını mı göstermeye ihtiyaç var? Güçlünün hukukunun adaleti ezip geçtiğini mi kabul edelim? Tarihselliğimiz bundan ibaretse eğer, geriye kocaman bir saçmalık ve umutsuzluk hissi kalmaz mı?
İnsanlığın ürettiği hukuki, siyasi ve kültürel değerler şiddetin saçmalığı ve keyfiliği karşısında hiç bu kadar aciz kalmış mıydı? Dayatmacı bir siyasi süper-ego aramızdan birilerini zalimce cezalandırıyor; cezalandırdığı gruplara kendi değerlerini tıpkı bir balmumuna mühür basarcasına kabul ettirip onları istediği şekle sokmaya çalışıyor. Siyasi hakları ezilenler, bu süper-egoyu kabul etselerdi onların bilinçlerinde bir yarılma meydana gelirdi, çünkü insanlar gerçeklik deneyimlerini, yaşadıkları sıkıntıları ifade edecek bir kanal bulamazken medyadan kimlikçi, büyüklenmeci, meşrulaştırıcı sesler yayıldıkça ya bilinç çiftleşir ya da toplu bir depresyon başlar.
İktidarın medyasından gelen sesler şizofrenik telkinler gibi kolektif halüsinasyonlarda dolaşmakta zaten. Eve, ülkeye kapatılmış olarak ya bir bilinç yarılması yaşıyoruz ya zaten depresyondayız ya da depresyona karşı kâh umutla kâh umutsuzca direnmeye çabalıyoruz. Kendimize sorup duruyoruz: kişisel mi yoksa toplumsal bir patoloji mi bu? Ezilme, yok sayılma, insanın sesinin nefesinin kesilmesi tabii ki bir depresyon sebebidir. Depresyon bireyseldir ama onu toplumsal ve psişik dinamikler arasında bir ilişki kurmadan çözemeyebiliriz. Kelimelerin ve temsillerin hayatımız için bir anlam ifade etmesi için onların duyguyla yüklenmesi gerek. Kelimeler ile duygular birbirinden koptuğu zaman hem temsiller hem de hayat anlamsızlaşır. Ne var ki, bazen insanın duygulanımları onları ifade edecek araçlardan yoksun bırakılmıştır. Çevremizin imkanları, sosyo-ekonomik koşullar yüzünden çok daraldığı için bizi hayatta tutacak kelimelere ve ilişkilere erişemeyebiliriz. Kimi zaman da o araçları kullanmak tehlikeli veya yasak olduğu için dile getiremediğimiz duygulanımlar vardır; buradaki imkânsızlık, kendi ruhumuzda ve bedenimizde derman bulamamaktan evvel nesneldir.
- Otomatik Portakal ve Belirlenimcilik - 6 Kasım 2020
- Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyeti - 1 Kasım 2020
- Duygular ve Sözler - 10 Ekim 2020