Yaşayabildiğin kadar Aşk… Anlatabildiğin kadar Masal…!!!

Bizansın iki yakası üzerinde yükselen bu şehirde ihtişamlı bir sis var…
Konyak içerek göğü yarıp geçmenin keyifli kışkırtıcılığı içindeyim…
Kuşkusuz romanlar ve şiirler benden bahsetmiyor ama ben öyle hissediyorum….
Halbuki karışık ve çelişkili söylentilerin kadını olmadım hiçbir zaman….
Gecelik ilişkilerim de olmadı mesela…
Olsaydı ne olurdu…?
Binbir gece sürecek bir masalın ezeli müjdesi mi bozulurdu…?….

” Ahenksiz bir kuş olma…Yakışmıyor ….”demişti gidenlerden biri…
Ahenksiz kelimesi , giderken
bırakılan bir cazibe gibi değil mi…?
Kollarıma bakıyorum…
Ellerime , bacaklarıma, yüzüme ,
İnce ince azalmışlar sanki…
Safran rengi gece suskun….Saçlarım , yatağın kenarından fil dişi parkelere akıyor…
Büzülüyorum…
Hızla ortadan kaldırması gereken en az yirmi yıllık fotoğraflar …
Kabul görmüş güvenli yolları tercih ettiğim bilindik sevda hikayeleri…
Bugün bile hala süren bir tasarımın ürünüyüm yani….
Zehir ve panzehirle, uyarıcı ve yatıştırıcıyla tıkabasa dolu şu resimler,
Yaşanmışlıkların darağaçları…
İradi belleğimin çağrışım araçları….

Sizi en fazla ne mutlu eder bilmiyorum….
Beni ,
Mutlak bir masumiyetle kaydettiğim ,
varlığımın erişilmez yeraltı hücrelerinde depoladığı çocukluk anıları…
Çaya batırılmış bir bisküviyle ortaya çıktığı söylenen sıralı sırasız yitirilmiş zaman…
İçimi acıta acıta yayılan konyağın beni gömdüğü hüzün…
Yüreğime dolan onca insan izinin içinde mızraklanmış yaralarım…

Ve o izlerin içinde,
Hep gülümseyen bir çift göz,
Gerçeği anlatan bir öz…
Ben bu kadar azken,
Belki de bu kadar çok ve yorgunken,
Bu denli özlemli ve vurgunken,
Zalim bir hafızayla gelen ,
ekmeği gibi soğuk ve vazgeçilmez kadın…
Annem…
Çok güzel masallar okurdu bana…
Okumaya başlamadan önce de ,
” Yalanın alçak karanlığından sakın,
İnsana çok hoş gelir kendini yükselten yalanlar….” derdi…
Devam ederdi,
”Akbalığı tutmuşlar, içini temizlemişler ve kuruması için güneşe asmışlar…
Üçüncü gün Akbalığın karın derisi buruşmaya başlamış,
kafası kurumuş, beyni havalanıp gevşemiş…
Ve akbalık böylece yaşamaya başlamış.
“Ne güzel” diyormuş durmadan,
“İyi ki bütün bunlar başıma geldi.
Artık benim ne fazla fikrim ne de fazla vicdanım var….
Ve ne de bunlara benzer şeylerim olacak.
Bendeki gereksiz her şeyi havalandırdılar, temizlediler,
kuruttular ve bundan sonra ben artık kendi yolumda kolay ve sakin adımlarla yürüyebilirim!”

Çok sonra öğrendim bu masalları,
Şçedrin’ in , Çar despotizminin ağır sansür koşulları altında kaleme aldığını…
Kötümserliğin , bireyciliğin çoğaldığı ,
aydın ve orta tabakanın ahlakının yozlastığı,
Aydın geçinenlerin,
Gericiliğin saldırısından korkarak sadece kendi çıkarlarını kolladıkları bir dönem……
Şçedrin,
Rus halkına;
feodal düzenin içinde keyfine bakan
soylu kesimden insanların,
toprak ağalarının, aydınların gerçek yüzünü göstermek istemiş
bu masallar aracılığıyla…

İşte bir gece bir kadın hem yaralıyken,
Hem yaralanmışların yakınıyken
Masalların ortasında duruyor…
Aslında siz de o kadınla aynı yerdesiniz…
Duyuyorum itirazları ,
Tabii ki Sizler
” İdealist Havuz Balığı….” görüntüsünde değilsiniz,
Korkak , Ilımlı ve Liberal….!
Tabii ki Bizler,
İsa ‘ nin son gecesinde kaybetmedik Vicdan’ ı…

Meyve vermeyen ve herseye razı olan ,
Kargaların tünedigi ağaçlar gibi oluşumuz , olsa olsa bir rivayet…
Üstelik Güneşte Kurutulmuş Akbalık son sözünü de söylemedi henüz…
“Kimse bir şey bilmemeli, bir şey anlamamalı ve bir şey ayrımsamamalı;
sarhoş gibi dolaşmalı herkes!”
Bunların hepsi,
Şçedrin ‘ in ,
Büyüklere anlattığı masalların kahramanları….!

Masalların ortasında duruyorum…
Tanrı’ nın hediyesi bir bahçede ,
Şehrazad’ ın edebi şarkısı çalıyor…
Ruhumda en travmatik etkiyi bırakan o aşıkla beraberim…
Eğilip kulağıma,
”Karanlık, ömrünü tamamlamış, bitmiş bir gerçektir;
ışık ise beklenen gerçektir. …
Ve o, ne olursa olsun gelecektir, gelecektir! …” diyor…
Duyuyor musunuz…?