“Ya Sahte Olmayan Diplomalar”

Birkaç anı birkaç soru

Yaşananlardan anımsananlar ve sorularla devam edelim ve en sonunda söylenecek olanı sorarak başlayalım…

“Sahte diploma” skandalı… Evet, gerçekten önemli ancak ondan çok daha önemlisi var. “Sahte olmayan diplomalar” gerçekten niteliksel açıdan yeterli mi, diploma “verilen ya da alan” kişi alanında bilimsel yetkin bir eğitim-öğrenim alarak mı bu hak edişe sahip olabiliyor, kişi diplomanın üzerinde yazılanları taşıyabilecek yetkinlikte mi, sonunda diplomayı “hazırlayan/veren” üniversite/akademi gerçekten üniversite/akademi mi, “evrensel” niteliklere sahip mi? Aynı soru farklı kelimelerle ya da aynı kelimelerin yerleri değiştirilerek defalarca sorulabilir ve sorulmalı.

Ne yazık ki geçmişi unutup, yok sayıp her şeyi dinci ırkçı faşist iktidarın yarattığı yozlaşmaya, çürümeye bağlamak büyük bir azim ve neredeyse topyekûn onay ve katılımla geldiğimiz çöküş noktasında yerli ve milli gerçekliğimizle yüzleşmekten itinayla kaçınmak; hafıza i beşer nisyan ile maluldür…

*

Ara not: 1983’de yüzbinlerde insan işkenceden geçirilirken, infaz edilirken İstanbul Üniversitesinin unvanları satırları dolduran o anlı şanlı profesörlerinin imzası ve diğer 28 üniversitenin rektörünün de katıldığı bir törenle “haiz olduğu ahlaki, faziletler ve ilmi kıymet ve meziyetlerinin tescili için” Kenan Evren’e fahri profesörlük ve hukuk doktorluğu unvanı verildi.

Kimse kusura bakmasın sorumun meşruiyetini sorgulamasın: bu sürecin altında imzası olan “hocaların” verdiği diploma ile son günlerde dillere düşen “sahte diplomalar” arasında niteliksel bir fark var mıdır?

*

Bir soru daha gerekli bu olup bitenler, sahtelikler vesaireler yeni olan günümüze özgü bir şey mi?

*

40 yıllık meslek hayatımdan aşağıdaki satırlara sızan sıkça tekrarladığım anılar, anıları işgal eden diplomalılar; yüzlercesi yazılmamak üzere… Devamında meslek yaşantımdan, tıp mahallesinden; tekil ya da istisnai olmayan…

Üniversite sınavına hazırlandığım yıllar, 70’lerin ikinci yarısı; bizler “daha iyi bir dünyanın” hayalini kurarken ülkenin heyecanla karanlığa hazırlandığı günlerde bir aile büyüğümün ıssız sokaklarda gençleri, aydınları pusuya düşürerek katleden faşistleri kast ederek söylediği “hepsine diploma verdiler” sözünü sıkça anımsarım; söz ettiği yer kentte “akademi” adını almış bir yüksekokuldu ve daha çok faşist paramiliter yapının kentteki yüksekokul ayağını oluşturuyordu –daha sonra üniversite adını aldı ancak “özelliği” değişmedi-.  İlk gençliğin saftirik halinde kuşkusuz olup bitenleri ve olacakları anlamak, algılamak biraz zor oluyordu; “diploma verilenlerin” hemen “hepsinin” ilerleyen yıllarda devlette önemli makamlara geldiğini gördüğümüzde ise epeyce yol alınmıştı!

Neredeyse kırk yıl sonra bir süre bakanlık bürokrasisinde önemli mevki edinen bir hekim kendi söylemiyle “cingenler hakkında” yaptığı bir çalışmayla –gerekli çevirileri odasına hapsettiği intörn hekimlere yaptırarak- kendisi gibilere unvan bahşetmek üzere açılan ya da yeniden biçimlendirilen üniversitelerden birinde doçentlik alıyordu; şu sıralarda aynı yolları izleyerek olasılıkla “prof” olmuştur…

*

Daha önce bu sayfalarda da yayınlanmış yazılardaki örneklerle/tekrarlarla / anımsatmaya devam edelim. 

Bu veri bolluğuna rağmen sonraki yıllarda şaşırmaya devam edecektim. Birkaç örnek: yıllarca suçiçeği ile kızamık hastalığını birbirinden ayırt edemeyen bir hekimle aynı işyerini paylaşma şansına erişecektim. Tıp bilgisi ve becerisinin üstünlüğü konusunda kuşku duyulmayan bu şahıs siyasi bağlantıları sayesinde hep üste olmayı becerdi; “karşı siyasi” bağlantılarını da kullanmaktan imtina etmedi ya da kullanılmaktan…  Tekrarla tekil örnek değildir; okuyanlar kendilerinden çok sayıda örneği bulmak ta zorlanmayacaktır.

80’li yıllarda başlayan ve son on yıllarda sahte diploma rezaletini gölgede bırakan özelleştirme sonucu sadece tabela ve sakil bir binadan oluşan tıp fakültelerinin birinden mezun olan genç bir hekim yönettiğim bir eğitim programında “hiç hasta görmeden okulu bitirdiğinden” söz ediyordu.  İlçe hastanesinin acil servisinde çalışan bu genç “ nöbetlerinde hasta gelmemesi için dua ettiğini” samimi bir şekilde itiraf ederken sohbete katılan yeni mezun diğer genç hekimler de aynı dertten mustarip olduklarını söylüyorlar, “hasta korkularını” aşmanın yolunu deneyimli yardımcı sağlık personeline danışarak ve onların deneyimlerine pratiğe yönelik bilgilerine “sığınarak” bulduklarını dile getiriyorlardı. 

Vs.

*

Birde “gerçek diploma” sürecine meşruiyet kazandırmak için oynanan sınav oyunları var; TUS’dan önce devlet “eğitim” hastanelerine uzmanlık için girişte merkezi sınav uygulanırken tıp fakültelerinde uzmanlık giriş sınavları ana bilim dalı –kürsü!- tarafından yapılıyordu. Bu sınavların her şeklinin şaibesiz olduğunu kim iddia edebilir. İstisnalar kaideyi doğrulamak için vardır. Ülkemizde kural şaibe ve adaletsizliktir.  

70’li yıllarda bile “soruların çalınmış olduğuna” dair dedikoduları anımsıyoruz; hukuki sonuçlarını hakkında hiçbir bilgi sahibi olamadığımız… “Milliyetçi Cephe” hükümetleri her konuda olduğu gibi bu bağlamda da oldukça maharetliydi… İyi bir miras bıraktılar! Kürsülerin yaptığı sınavların “sonucu” ise fakülte içindeki zaman zaman siyasi, zaman zaman masonik kliklerin / çetelerin, farmason yapılanmaların, hocaların –hoca çocuklarının karşılıklı pazarlıkla yerleştirilmesi!- aralarındaki savaşın kazananına ya da pazarlıklara göre belirlenebiliyordu. 

“Mecburi hizmet” için çalıştığım ilçede –diğer taraftan önceki paragraftaki listede belirtilen gruplar için mecburi hizmeti aşmanın / yapmamanın sahte rapor vs. gibi hukuka uygun “meşru” yolları da olabiliyordu!- mecburi hizmeti birlikte yaptığımız bir hekim bölgedeki kimi hekimlerle birlikte doğudaki bir tıp fakültesinden aldıkları davetle gidip uzmanlık sınav sorununu aşmış olarak dönebiliyorlardı. Cemaat-tarikat yapılanması o yıllarında sorunuydu; görmezliğe gelinen… Ya da Ege bölgesinden bir tıp fakültesinin Göz ABD sınavına gidip –ona yetmeyince torpili- hiç çalışmadan gittiği Genel Cerrahi uzmanlığı sınavını kazanıyordu!  Daha sonraki TUS yıllarında da aynı iş yerinden bir hekim büyük bir dokunulmazlık özgüveniyle “bana radyoloji asistanlığı teklif ettiler ama beğenmedim” diyebiliyordu.

35 yıl öncesine anılara çöplüğe dönmenin zamanı:

“Birkaç yıl süründüğüm ölümün kokusunu yakından tattığım dağların ıssızlığında neler yitirdiğimi an be an görerek “akademik unvan” peşinde sınavlara hazırlandım, sınav başarısının yanında son aşamada verilen sözlerin yerine getirileceğine, özünde bir boyun eğmeden başka bir anlama gelmeyen gereksiz çabalarımın bu bağlamda karşılık bulacağına inanıyordum. İnanmak istiyordum. Üç aşamalı sınavın ilkinin sonuçları açıklanacaktı o gün; başarılı olacağıma “kazanacağıma” inanıyordum. Biliyordum ki “diğerlerinden” çok daha bilgili ve donanımlıydım. Saflık işte böyle, gerçeğe tutunamayacağının farkına varamamaktır. Fakülte giriş kapısının camına asılırdı sonuçlar. Yirmi kişiydi sınava giren ve sonuçta iki kişi yürümeye devam edecekti. Biz heyecanla sonuçların asılmasını beklerken, dediğim gibi daha ilk aşamaydı ve kazanıp kazanmama değil alınacak puan önemliydi bu aşama için, İşte o “iki kişi” biz sınav sonuçlarını beklerken ait oldukları sınıfın bütün davranışsal özelliklerini gösteren küstah bir dille “arkadaşlar biz çoktan bürokratik girişimlerimizi bile tamamladık on beş gün içinde bölümde başlıyoruz bu sıcakta buralarda heba olmayın” diyerek hayallerimize, en azından benimkilere noktayı koydular. Duruma direnmemeye, tekrar tekrar deneyip daha iyi yenilmelere gerek olmadığına karar verdim o an. O an iş/meslek anlamında “başarılı” bir gelecek beklentisi içinde olmamam gerektiğini öğrendim. Hayallerimin bir daha geri gelmemek üzere yok olup gittiğini…”

*

Sonra TUS devreye sokuldu –tıpta uzmanlık sınavı- şeklen sınavlara bir adalet /eşitlik geldiği sanılıyordu. Oysa o yıllarda da kimse soru çalınmadığını iddia edemez, hele ki FETÖ rezilliği sonradan böylesine deşifre olmuşken… Ne var ki daha ilk TUS sınavında –girdiğim tek TUS- eski bir arkadaş sınav kapısında “şu sorular çıkacak” diyerek birkaç soruyu kulağıma fısıldamıştı. 

Daha tartışılan önemli bir konu ise TUS sınavı olmalı; TUS’un tıp eğitiminin niteliğini nasıl etkilediği de pek tartışılmayan ancak önemli bir soru olarak önümüzde durmakta. 

Diğer taraftan TUS “engelini” herhangi bir yolla aşamayan kimi hekimler için yurt dışında “kimi ülkelerdeki” bırakın eşdeğerliliğini, binası ve hatta tabelası olduğu bile şüpheli tıp fakültelerinden (!) birkaç bin dolar karşılığı uzmanlık diploması almanın yolu açıldı. (TUS+ vakası / eski bir yazıdan…) Bu “haktan” sadece belirli bir siyasi bağlantıları olanların yararlandığını söylersek kimi tetebelilere haksızlık etmiş oluruz aynı zamanda tetebenin suskunluğunun da nedenini anlamasak da hissedebiliriz!

*

Dahası var mı? Var. Ne torpilli sınavla, ne soruları çalarak ne de birkaç bin dolarla açılan diploma yolları? Evet, dahası var: “beyanla” hekim olanlara ne demeli: sıkça yazdığım şu Suriyeli Hekimler meselesi… Savaş sürecinde Türkiye’de “misafir” edilenler arasında hekim olduğunu “beyan edenlere” –savaş vardı diplomalarını nasıl bulsunlar eşdeğerliği nasıl kanıtlasınlar!-  DSÖ finansörlüğünde birkaç haftalık “eğitimin” ardından Türkiye’de hekimlik yapmalarının yolu açılıyordu… (DSÖ/WHO laboratuvarı olarak Türkiye…)

*

Her hücreyi işgal etmiş yozlaşma ve çürüme… Geri dönüşsüz bir an; çöküşün hemen yanı başında; ne mi yapmalı: “…diğer taraftan bende ya da benim gibi olanlarda da bir çöküşe rıza hali söz konusu olabilir mi? Sessizce geleni karşılamak, artık kaçınılmaz olanı… Öncesinde ve ardından “demokrasi” oyunu ile faşizmin sürdürülebilirliği sağlandığından beri altta olanlar, her zaman “altta” olanlar, ben ya da benim gibi olanlar değil miydi? O halde diyemez miyiz coşkulu bir heyecanla sevinçli bir telaş içinde “Gelsin tufan, topyekûn yıkım, kıyamet. Umut yok, bırakında topyekûn ya da ne varsa bilebildiğimiz hep birlikte çöküşün, dibe vuruşun ve ardından gelecek yok oluşun cazibesini ve bu cazibenin hazzını yaşayalım! Fazla mı hedonist oldu, fazla mı kinik? Ve hiç kuşkusuz her kuşağa nasip olmaz bu durum!”

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)