Kibirli ulusların (…ki kibirsiz ulus yoktur) içine doğduk, yaşadık ve yine -öyle anlaşılıyor ki- onun içinde öleceğiz. Elden düşme, hadi biraz daha kibar olalım, ikinci el düşüncelerin bildik nesnelerine dönüştük. Bildik insanların bildik kararları için, kahır, gözyaşı, iş, emek ürettik.
Akıl yaşamak için değil, hayatı yarı-açık tutmak için vardı sanki bizim için. Eğer tabiatın ahlâkı bize yalan söylemiyorsa, her şey; su gibi, doğal, nasıl olması gerekiyorsa öyle olmalıydı.
Gezegenle ilişkimiz, her var olanın diğer var olanlarla varlığın bütünlüğü gereği çok yönlü ve demokratik olmalıydı. Her var olan bu zorunlu ilişkiden bağımsız olamazdı. Ama aldığımız eğitim ve öğrendiğimiz ahlâk böyle söylemiyordu; ulusçuluğun zorunlu koşulu olarak, yeryüzü birliğinin bozulması gerekiyordu. Öyle de oldu…
Böylece hayat, ömür boyu çekmek zorunda olduğumuz bir cezaya dönüştü. Bu minvalde devrimler peydahladık, nutuklar çektik, marşlar besteledik, bayraklar dalgalandırdık. Bir şeylerden/birilerinden korkmamız sağlandı. Böylece korkumuz en amansız düşmanımız oldu. Bu kötü bir şaka ya da oyun mu? Şayet bu bir oyunsa neden hep biz birilerinin dublörü olduk.
Ortada bir suç olduğu kesin; peki suçlu kim? ”Suçlu ayağa kalk” dense, biliyorum kimse kalkmayacak ayağa. Şunu öğrenmiştim ki; ”suç herkesin olduğu zaman, aslında hiç kimsenindir.”
Hadi biraz daha “acımasız ” olayım, doğanın vücudunu satarak ondan faydalandık; karşılığında ona ne verdik. Bunun ensest ilişkiden ne farkı var. Diğer taraftan, altın suyuna batırılmış kadar parlak, güzel günler diledik kendimize…
Şöyle sonlandırayım bu kısa deneme yazısını: Anlıyorum ki (sözüm elbette ki insana), gönlünün çiçek açmasını istiyorsun. Peki, çiçek olmayı denedin mi hiç ötekine.
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024