Tebelleş

Bebeto…Bebek yüzlü anlamına gelen Bebeto. Adı buydu işte. Babasının hayran olduğu Brezilyalı bir futbolcunun adıydı bu. Babanın bu adı koyması kolay olmamıştı. Başta karısı olmak üzre tüm bir sülaleyi karşısına almıştı. Yine de doğumdan sekiz gün sonra gizlice Nüfus Müdürlüğüne gitti ve yeni isim konusunda ikirciklenen, başını eğip, burnunun üzerine düşmüş gözlüğünün üzerinden garip garip bakan memurun cebine sıkıştırdığı bir miktar parayla bebeğe, ”Bebeto” adıyla bir kimlik çıkarttı. Bebek bu isimle emdi annesini, bu isimle emekledi, bu isimle çarptı süt alnını salonun ortasında duran sehpanın köşesine. Bu isimle yarıldı alnı ve bu isimle ağladı defalarca.

Zamanla daha da büyüdü. Doğum günlerini kutlar oldu bu isimle. Ağzından saçtığı tükrükle karışık üfledi doğumgünü pastasının mumunu, bu isimle alkış aldı. Sokağa çıktı, boş arsalarda top oynadı, komşu evlerin camlarını kırdı. Okula başladı, kızların eteklerinin altlarına hep bu isimle baktı. Erkeklerle kavga etti tenefüslerde, yaka bağır dağınık bir halde, erkeklere inat gitti kızlarla ip atladı. Büyüdü…büyüdü bizim “Bebeto”. Ergen oldu, yaşının gerektirdiği cinsel yönelimleri yaşar oldu. Dergi yıllarıydı o yıllar. Bahsimiz elbette edebiyat dergileri değil: Playboy’u, Penthous’u, Hustler’i o yıllarda tanıdı. Banyoda o dergiler için gizli raf oluşturdu. Hiçbir oyuncusunun adını bilmemesine rağmen koyu bir Galatasaraylıydı Bebeto. Teknolojıyle arası yoktu. Babasının ona aldığı elektrıkli traş makinesini kullanmadı mesela. Sakal bıraktı. Çopur çopur olmuş yüzünü örtmek istercesine, gecekondu çatısında yaz sonu iyice kızaran kiremitleri andıran renkte sakalla çevirdi yüzunü…Çıkık alnına, keskin yüz hatlarına ve de dikenli tel gibi yüzünü sarmalayan sakallara rağmen adı “Bebeto “ydu hala.

Birkaç yıl önce çiftleri evlendirmeyi kendine misyon edinmiş bir tv programına katılmıştı. Programda tanıştığı yüzü çilli kızla işi pişirmiş, tanıştığı günün ilk akşamı mercimeği fırına vermişti. Buna rağmen iflah olmaz bir romantikti. İşte bu onun mottosuydu, “İflahsız Romantik”…Yeni tanıştığı kızları etkilemek için evde ne kadar şiir kitabı varsa sular seller gibi ezberlemeye razıydı. Ne var ki evde hiç şiir kitabı yoktu. Aslına bakılırsa evde hiç kitap yoktu. Kitap okumazdı çünkü. Kitaba verilen parayı gereksiz bulurdu. Zaten çalıştığı belediyenin Park ve Bahçeler Müdürlüğüne düzenli olarak Posta Gazetesi geliyor, sayfalarında duygu yüklü şiirler onu doyurmaya yetiyordu. Öyle ki, kimi zaman beğendiği bir mısranın altını kalemle çiziyor, o an çizecek kalem bulamayınca gazetenin o köşesini çarçabuk yırtıyor, cebine atıyordu.

Biraz sonra sakinleşince, yaptığı eylemi yüz kızartıcı buluyor, derin bir utançla az önce gazeteden yırttığı küpürü yakıyor, küllerini rüzgarda savruyordu. Etraftaki şaşkın bakışlara aldırmadan savrulan küllerin peşine düşüyordu sonra. Avucunda toplayıp tek tek özür diliyordu onlardan. Bu kez durum farklıydı. Programda tanıştiğı kıza aşık olmuş, onu etkileyecek daha derin bir şiir bulması gerektiğini düşünüyordu.

Bir gün, iş çıkışı gittiği alışveriş merkezindeki kitapcıdan içeri daldı. Kitapları karıştırdı, işe yarar bir şiir buldu sonunda. Oracıkta ezberlemeye çalıştı, olmadı. Ortam gürültülüydü ona göre. Kitabevinin geniş salonunda çalan Itzhak Perlman’ın keman tınıları kafasını ütülüyordu. O ise dinginliğe önem verirdi. Kasiyer kıza doğru ilerledi. Ona müziğin sesini bir süreliğine kısıp kısamayacağını sordu. İstediği sonucu alınca aynı şiiri ezberlemeyi denedi yine. Olmuyor…olmuyor…olmuyordu. Hırsla sağa sola bakındı. Kendisini takip eden kimse olmadığını anlayınca sayfayı yırtıp pantolonun cebine tıkıştırdı. Biliyordu ki, bu davranış şık değildi. Kitaplar okunmak için basılıyordu, yırtılmak için değil. Pişman oldu yaptığına. Cebinden yırtık parçayı çıkardı, yırtılı yere düzelterek koydu. Kitabı elinde tutuyordu hala. Düşündü…düşündü, gözlerini kıstı ve yapması gereken şeyi yapmaya karar verdi. Kitabı ceketinin iç cebine yerleştirdi kasaya doğru yürüdü, kasaya uğramadan dışarı çıktı. Çıkmazdan evvel içinden alarmı söküp mağaza içinde bıraktığı için alarm ötmemişti…

Öğleden sonra kızla randevulaştığı cafeye geldi. Birkaç saat öncesinden geldiği için şiiri ezberledi, karşılıklı içtikleri kahvenin telvesine bakarak, fala dönüştürdü her bir cümleyi, bir güzel okudu o şiiri…Kız etkilenmiş, gözleri dolu dolu sarılmıştı Bebeto’ ya. Sarılırken daha önceki birçok sevgilisine sarıldığı gibi sol ayağını dizinden geriye doğru kırdı. Bu hareketle, kaldırdıgı bacağın iç kısmında pazuyu andıran geniş, yuvarlak bir kas kütlesi şişti.

Enfes bir romantızm abidesiydi her ikisi de. Sonrasında gençler birkaç ay daha deli dolu günler, geceler geçirdiler. Bir sabah kız öğürtülerle kusmaya başlayınca panikleyip hemen evlenme kararı aldılar. Ailelerini ikna ettiler. Önce aileler arasında nişan yapıldı, nişandan üç ay sonra da düğün. Her ikisinin ailesi de görgülüydüler, bu yüzden karşı tarafı zor durumda bırakacak düğün masrafı beklentilerine girmediler. Hoşnutsuz kimi durumlarda yaşansa da, iki arada bir derede susmasını bildiler. Nikah ve düğün aynı gün oldu. Önce Kurtuluş Parkında bulunan Vedat Dalokay Nikah Salonunda nikahları kıyıldı. Aynı günün akşamı, eş dost arasında mütevazi bir yemek yendi. Yalnız, buraya not düşülmesi gereken nikah sonrası yaşanan sıradışı bir olay vardı;

Şöyle ki, gelin ile damat mütevazi bir nikah olsun istemişlerdi. Her ikisi de onca süslü, şaşaalı kıyafetler giyen konukların karşısına blujean giyinerek çıkmışlardı. Gelinin başında usulen bir duvak, elinde kocaman beyaz güllerden oluşan gelin çiçeği vardı. Nikah sonrası Bebeto kızın elinden tutarak neredeyse koşarcasına çıktı salondan. Ne bir el öpme ritüeli, ne de toplu fotoğraf çektirme ayini…Bir an evvel evlerine gitmek için oturdukları semte giden otobüslerin kalktığı durağa geldiler. Önce gelin, elinde çiçek, başında duvakla bindi otobüse. Otobüs için gereken biletleri yoktu. Bebeto, sakallı yüzünü gül yağmuruna bıraktı ve olanca sevimli gülümseyişiyle şöföre, “Biz yeni evlendik, biletimiz yok. Bu güzel günün anısına bize şoförlük eder misiniz? “diye sordu. O kadar hoşlardı ki, şoför gülümseyerek baş selamı verdi onlara ve arkaya geçip, oturabilecekleri imasında bulundu. Otobüste bulunan ve sayıları on kişiyi geçmeyen insanlar şaşkınlıkla yanlarından geçen gelinle damada baktılar. Kendi aralarında fısıldaşanlar oldu. Sonra ön sırada oturan, emekli olduğu anlaşılan gözlüklü bir beyefendinin başlatttığı alkış, otobüsün diğer yolcularına sirayet etti. Şoför de bir kaç kez üst üste kornaya bastı. Saçları meçli, orta yaşı geçkin bir kadın, hareket eden otobüste düşmemek için koltuklara tutunarak arkaya, gelinle damadın yanına kadar gelmişti. Hoş bakışlarla gelini süzdü. Kadının hüzünle bakan mavi gözlerinin derinliklerinde beyaz bir kuğu suya girip çıkıyordu. Elini uzattı, gelinin ellerini tuttu, avuçlarının içine aldı. Birşey konuşmadan iki kadın öylece birbirlerine bakındılar. Şimdi saçları meçli kadının gözlerinin mavisine dalıp çıkan kuğu kıyıya çıkmış, öğle sonrası güneşinin altında geniş kanatlarını açıp, gagasıyla koltukaltını temizlemeye başlamıştı….

………….
Yedi Yıl Sonra……………
Kapıyı sertçe çarpıp, çıktı evden. Asansöre binmeyi düşündü bir an. İkinci katta oturduğunu hatırlayıp, ” Devletin elektriğini ne diye boşuna harcayayım “ diye düşünerek, merdivenleri kullanmaya başladı. İnerken, altı numarada oturan emekli yüzbaşı Ziya Bey in, sırf ibnelik olsun diye ziline bastı ve kaçtı. Dışarı çıktı, hafif bir yağmurlu hava vardı. Üç numarada oturan Semra Hanımın küçük sevimli köpeği dışarıdaydı. Parlak kahverengi tüyleri yapış yapış olmuş, ıslanmıştı. Semra hanım evinde, sokakta sahipsiz kalmış kedi ve köpekleri besliyordu. Bu sevimli köpeciği hava alsın diye bikaç saatlığıne dışarı bırakmış olabilirdi. Eğildi Bebeto, köpeği sevmek istedi. Eğildi… biraz daha eğildi ve dengesini kaybedip yüzüstü düştü toprağa. Doğruldu yerinden, üstünü başını çırptı ve tekrar eğildi. Şimdi köpekle gözgöze gelmişti…O biliyordu ki, iki canlı arasında kurulacak olan sağlıklı iletişimin yolu göz temasından, göz hizasından geçerdi. Bu saptama, insanlar için doğru olduğu kadar, hayvanlar içinde böyleydi. Bir tek karısıyla kuramıyordu bu istediği iletişimi. Sabah evden sinirli çıkmasını tetıkleyen olay, böylesi bir eksiklikten kaynaklanıyor olabilirdi. Yoksa aklı başında her sağlıklı erkek, kahvaltıda patates kızartması, rafadan yumurta isterdi. Herkes bilirdi bu kadarını. Kendisinin de hakkıydı bu. Karısı niye öbür kadınların kocalarına hazırladığı kızartma ve rafadan yumurtadan yapmıyordu.

………..
Köpeğin yumuşak tüylerini okşamaya başladı. Bir yandan da acıdı köpeğin dışarıda kalmışlığına, zavallılığına…Birkaç defa kendisi de gecenin bir yarısı sarhoş bir vaziyette eve geldiği ve karısının ona evin kapısını açmadığı için dışarda kaldığından anlayabiliyordu köpeciği. İşte sağlıklı iletişim bir başka olmazsa olmazı buydu; empati kurma durumu. Sevmeye devam etti köpeği. Sırtından karnına doğru okşarken, aşağıda, köpeğin yumuşak karnının hemen ötesinde eline sert bir şey değdi.

Sobaya değmişcesine hızla çekti elini ve dudağını büzerek, “ Pis hayvan “ deyip doğruldu yerinden. Az kalsın çantasındaki bisküviyi çıkarıp, verecekti köpeğe. “İyi ki vermemişim” diye düşündü.

Elini toprağa sürttü ilkin, sonra çantasından çıkardığı ıslak mendille sildi. Eğildi, biraz geriden köpeğin altına baktı yine. Köpek hala ereksiyonel bir vaziyetteydi ve dili dışarıda, kesik kesik soluyarak kendisine bakıyordu. İşe geç kalacağı endişesiyle köpeği arkada bıraktı, yürümeye başladı. Ama o da ne!..Köpek de peşi sıra gelmeye başlamıştı. Hatta Bebeto bir adım önden yürürken, köpek de bunun eğitimini almışcasına Bebeto’nun adımlarını her attığında, bir o bacağın arasından bir bu bacağın arasından, mekik dokurcasına bir sağa bir sola geçiyordu. Durdu, köpeği kovmaya çalıştı. Ama köpek gitmiyordu. Karşısında öylece durmuş, başını hafifçe yana eğmiş, sarkık kulakları ile masumca ona bakıyordu….Sanırım köpek ona tebelleş olmuştu ve gitmek istemıyordu. Gözlerini yerde gezdirdi bir şey aranırcasına. Hemen sağında, siteyiçevreleyen çam ağaçlarının birinin dibinde irice bir taş buldu ve küfrederek köpeğe fırlattı. Köpek birkaç adım ötesinde durmasına rağmen isabet ettiremedi. O esnada köpekten gürültülü bir yellenme sesi duydu. İyice sinirlendi Bebeto, ikinci bir taşı aradı, buldu ve fırlattı köpeğe. Taş yine isabet etmemişti. Köpek bu kez ilkinden daha gürültülü yellenerek arkasını döndü. Sağda, genç bir fidanın dibine bacaklarını ayırarak işedi. Bebeto’ya bir kez daha baktı, kafayı eğdi bu kez. Bebeto’nun beceriksizliğine acımış olmalı ki, içler acısı bir vııyyklama sesi çıkararak üzgünce arkasını dönerek uzaklaştı oradan.
Bebeto nihayet başarmıştıişte, uzaklaştırmıştı kendisine tebelleş olan köpeği. Ama bu kez vicdanı rahatsız olmuştu.

Kafası karışık bir halde isyerine geldi. Kendisine “Günaydın Bebeto, şu bizim iki aylık çay parasını artık versen diyordum ha, ne dersin? ”diye seslenen çaycı Kinyas’ın selamını bile almadı. Çünkü aklı fikri, oturduğu sitede canını yaktığı köpekteydi. Öğle yemeğine de çıkmadı o gün. Canı sıkkındı ve açlık hissetmiyordu. Ama kan şekeri düşmesin diye, dışarıdan birbuçuk İskender söyledi. Yemeğini geç getirdiğini bahane ederek, paketci çocuğa çıkıştı. Hatta onu cezalandırmak adına, yediği yemeğin parasını “Sonra veririm,kaçmıyoruz ya” diyerek, vermedi.

Saatler geçtikce, ne yapsa ne etse de, sabahki yaşadıklarını unutamıyordu. O köpek tanrı tarafından gönderilen doğru yolugösteren bir işaret olabılırdi..Köpek kılığına girmiş, milyarlarca insanın arasından dost olmak için sadece onu seçmiş bir uzaylı da olabilirdi. Oysa o ne yapmıştı, kovmuştu köpeği…Bu durumda hayvan olan köpek değil, asıl kendisiydi. Öğleden sonra hiçbir işe bakmadı. Hatta dairedeki kadınların, kendi aralarında fiskos yaparak “regl”dönemi ağrılarından bahsetmeleri, onu zerre kadar ilgilendirmemişti. Elindeki kalemi, elinin üzerinde gezdirerek parmakları arasında çevirip yakalamaya çalışıyor ve her defasında başaramayıp, kalemi yere düşürüyordu. Bir ara, elinin üzerine, sırt kısmına 1 tl koydu. Diğer eliyle müdahale etmeksizin, o 1 tl yi parmakları arasından içeri dışarı kaydırmak suretiyle, başparmaktan serçe parmağına kadar kaydırmayı denedi. Onu da yapamadı. Olmamıştı, ilk parmakta para yere düşmüştü. Saat beşe gelmekteydi bu arada. Çantasını kaptı, beşi bile beklemeden çıktı. Servise bindi. Servis trafikte, kırmızıya yakalandıkça sövdü saydı içinden. Şöförü tersledi. Acemilikle suçladı onu. Bir an önce oturduğu yere varıp köpeği görmeli, sevmeli vicdanını rahatlatmalıydı.

Köpecik evin orda, çimlerin üzerindeydi işte. Köpek onu görünce, arkasını döndü, yine gürültüyle yellendi ve öte tarafta onu bekleyen başka köpeğin yanına koştu. O ise aldırmadı tüm bu olanlara. Bir başka canlıyla da olsa, köpeği mutlu görmek yetmişti ona. O böyle küçük şeylerle mutlu olacak kadar alçakgönüllüydü. Keşke oturdukları dairenın ve yeni aldıkları arabanın kredisi bitseydi. O zaman daha bir mutlu olurdu kendisi. İnsan isterse, şayet içten isterse, bir hayvandan dahi çok şey öğrenebilirdi hayatta. O öğrenmişti işte yaşamın anlamını. İçi huzurla doldu bir an. Şimdi eve gidip karısına sarılmalı, onu bir daha üzmeyeceğine söz vermeliydi. Belki karısı onun bu içtenliğini, samimiyetini karşılıksız sevgisini ödüllendirecek, ateşli bir sevişmeyle cevap verecekti.
Binanın altına geldi, başını yukarı kadırdı, balkondan kendisine el sallayan karısını gördü. İşte oradaydı,uğruna Roma yı bile yakacağı sevgilisi, canı cananı, her şeyi bekliyordu onu afeti devran gibi. Karısı el sallarken balkondan, rüzgardan olsa gerek, saçlarını tepesinde topuzladığı tokası çıktı yerinden, Bebeto’nun ayaklarının dibine düştü. Eğildi tokayı eline aldı, evirdi çevirdi parmaklarının arasından. O an içini sebepsiz bir öfke bulutu kaplamıştı, kaşlarını çattı. Dişlerini gıcırdattı. Hızlı hızlı soluduğundan, kırçıllaşmaya yüz tutmuş sakallarının kapladığı avurtları iyice çöküp kakmaya başlamıştı. Başını kaldırıp olanca gücüyle bağırdı karısına, “Sersem kadın, daha bir tokaya bile sahip çıkamıyorsun.Tokanın düşeceği hiç mi aklına gelmedi? Seni gidi sersem budala!…”