Suç Aleti

Çalıştığım binadan çıkıp caddenin akşam kalabalığına karıştım. Paltomun yakasını kaldırdım, bütün düğmeleri boğazıma kadar ilikleyip saate baktım; altıyı beş geçiyordu. Sulu sepken yağış,  yerleri ıslatmış, karşıda Adalet Bakanlığı’nın ışıkları çoktan kararmıştı. Haftalık buluşmamız yediyi on geçe, aynı kahvedeydi. Önce çorbacıya girip sıcak sıcak zaman öldürmeyi düşünsem de, sonra “Beraber yeriz” deyip vazgeçtim.

Artık kimsenin önünden bile geçmeye cesaret edemediği, matem sessizliğindeki o kitapçıya uğrasam mı, uğramasam mı derken, ayaklarım beni kitapçının kapısına getirip bırakmıştı. Küçük dükkânda, her zamanki gibi,  ellerim cebimde kitaplara bakınırken, kadın dipteki masadan kalkıp yavaşça yanıma geldi, kollarını göğsünde kavuşturup öylece, sessiz bekledi. Bu sessizlik bana da bulaşmış, dilimin ucuna kadar gelen soruları soramamış, bir türlü konuşamamıştım.

Ilık bir Eylül karanlığında yönetime el koyan generaller bir buçuk yıldır iktidardaydı. İki kardeşin işlettiği bu kitabevi de baskının ilk hedeflerinden biri olmuş, o güne kadar serbestçe satılan kitaplar birden yasaklanıp toplatılmıştı. Kitaplarla beraber zincirlenen kardeşlerden biri, cezaevi aracı içinde dövülerek öldürülmüştü. Milyonlarca kitap yakılmış, yakılamayanlar toprak altında çürümeye bırakılmışken neden buraya geliyordum? Eski kalabalıklara duyduğum özlemden mi,  yoksa hayata bıraktığımız yerden yeniden başlama olanağının izlerini görme sabırsızlığımdan mıydı?

Caddelerde, sokaklarda, en çok da bulvar üzerinde yürüyerek buluşma yerine gelmiştim. Sırtına sarılı çocukla, meyve sandığını topuk darbeleriyle parçalayan kadının yanından geçip kahvenin gıcırdayan kapısını araladım. Kuruyan kar taneleri çoktan irileşip yerleri boyamaya başlamıştı. Yüzüme vuran insan soluğuna karışmış tütün dumanına aldırmadım. Onlardan biri olduğumu kanıtlamak ister gibi, kendimi gülümsemeye zorladım. Mırıl mırıl bir selamla içeri girdim. Çalışanı, müşterisi, televizyondaki konuşmacısıyla tamamı erkeklerden oluşan bu kalabalık, ne içeriye girdiğimin ne de göbeğimle kemerim arasında taşıdığım suç aletinin farkındaydı. Demir parmaklıklar içine hapsedilmiş yorgun televizyon duvarın tavana yakın köşesine asılmıştı. Tozlu camındaki konuşmacı, elindeki kâğıtlardan güney-doğu illeri Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kim bilir kaçıncı bildirisini okuyordu. Okunan emirler, uğultular arasında  duvarlara çarpıp parçalanıyor, sararmış parmaklarıyla iskambil kâğıtlarını tutanların, karanların, fırlatanların, omuzlarına dökülüp kayboluyordu.

Kapı dibindeki taburede, yumruğunu içine soktuğu ayakkabıyı fırçalayan boyacının sağındaki boş masaya oturdum. Bir yandan omuzlarımdaki karı çırpıyor,  bir yandan da generallerin adamlarından birinin salonda olup olmadığını yokluyordum. Sırtını paltoların asıldığı dip köşeye vermiş olan adam, gazeteyi masaya sermiş tek başına oturuyordu. Ondan başka içeri girdiğimi fark eden olmamıştı.  Acaba gazeteyi gerçekten okuyor muydu?

İzlenip izlenmediğimi anlamak için gözlerine bakmak istedim. Sonra bu isteğimi bastırıp çıkıp gitmeye yeltendim. Gelgelelim bu acemi hareketin daha beter dikkat çekeceğini düşünüp yerimden kıpırdamadım.

Daha bir yıl öncesine kadar kapısını iteleyip girdiğimiz o sıcak öğrenci evleri yüzyıllar öncesinde kalmış gibiydi… Siyasi eylemlere çoktan ara verilmiş, amansız sürek avlarından kutulmak için, evlerimizi, kentlerimizi değiştirmiş, iyi kötü demeden gazete ilanıyla bulduğumuz işlere yepyeni kimliklerle başvurmuştuk. Haftalık buluşmalarsa sağ olup olmadığımızı, yakalanıp yakalanmadığımızı kontrol etmek içindi. Parasızlığın, işsizliğin canımıza tak ettiği bitip tükenmez soğuk günlerde buluşmalar için en güvendiğimiz yerler bu ucuz işçi kahveleriydi şimdi.

İyi ama her tarafta serbestçe satılan günlük gazeteleri bile cebimizde taşıyamadığımız bu tehlikeli günlerde, buluşmaya üzerimde taşıdığım bu suç aletiyle gitmek, kendimi değilse bile arkadaşımı ateşe atmak olmuyor muydu? Evet, bu yaptığım aymazlıkların en affedilmeziydi. İçimden “Bir daha olmasın” diyerek kendime ihtar çektip saate baktım; yediye yirmi vardı.

Masaların arasında tepsiyle dolaşan garson,  son kalan soğuk çayı, ellerimin yanı başına bırakınca bardağı avuçlarımın arasına aldım; “Bu çay soğumuş!” bile diyememiştim. Doksan güne çıkarılan gözaltı süresini, kokan, kanayan, morarmış vücutları, yağlanmış saçları, kurumuş kan izlerini düşününce, şekeri atıp hızla karıştırdım.

Dirsekleri tezgâha dayalı, yüzü kapıya dönük garsonun, “Arama var beyler!” demesiyle herkes gibi ben de başımı hızla dışarıya çevirdim; resmi otomobilden inen resmi giyimli olmayan adamlar, kısacık tüfeklerle içeri daldıklarında uğultu, yerini tanıdık bir sessizliğe bırakmıştı. Acaba içeride benden başka üzerinde suç aleti olan var mıydı? Biraz sonra bütün kalabalık, tıraşlı, kravatlı bir gencin, nasıl yakalanıp götürüldüğünü konuşacak, “Sen fark ettin mi girdiğini?” sorularını “Hiç de anarşite benzer yanı yoktu” yorumları izleyecekti. Kısa süren bu şaşkınlıktan sonraysa yine oyunlarına dönüp bıraktıkları yerden sürdüreceklerdi.

Beş kişiden deri ceketli olanı kapıyı tuttu. Kahvenin sahibi gibi en önde giren, rahat davranışlı, kara kuru adamın “Kimlikler beyler!” demesiyle bazı eller ceket içlerine, bazılarıysa arka ceplere yöneldi; kimileriyse çoktan kimliklerini çıkarıp masalara bırakmış, umursamazca oyunlarını sürdürüyordu. Ortalığı kaplayan kimliklerle salon birkaç saniyeliğine gökyüzü mavisine boyanmışken, üzerimdeki suç aletini usulca masanın altına bırakmayı planlıyordum ki, vazgeçtim. Yerinden fırlayacak gibi atan kalbimin yumruk darbelerini şiddetle duyumsuyordum. Sıra bana geldiğinde yüzüme hafiften bir gülücük yerleştirip kimliğimi uzatırken beynime gelip oturan o saçma  soruya yanıt arıyordum; içeride benden başka kravatlı kimse var mıydı?

Karşımdaki polis uzattığım kimliği alıp yüzüme doğru kaldırdı, başını hafifçe sağa eğdi. Deneyimli keskin bakışları gözlerimle yüzümde dolaşıyordu. Sahneye yeni çıkan acemi şarkıcılar gibiydim. Ne tarafa bakınacağımı bilemeden tedirginliğimi saklamaya çalışıp gözlerimi, kahvenin kirli duvarlarıyla kararmış tavanı arasında gezdiriyordum.

Zaman durmuş, ilerlemiyordu. Üst araması da yapacaklar mıydı, bilmiyordum.  Nüfus cüzdanımın arka yüzünü çevirdi, bekledi, kuru bir sesle sordu: “Öğrenci misin?” Kravatıma götürdüğüm elimin parmağıyla yakamdaki düğümü sağa sola oynatırken, Muhasebeciyim” dedim. Kimliğimi geri verdi.

Çıktılar.

Gıcırdayan kapı açılınca sanki mevsim aniden değişmiş burnuma vuran taze bahar kokuları içimi coşkuyla doldurmuştu. Saat yediye üç vardı. Beş geçe arkadaşım dışarıda göründü; tarak şekline soktuğu parmaklarıyla saçlarındaki karları sıyırıyordu. Yerimden kalkıp çay parasını ödemeye giderken gazete okuyan adama baktım;  yan masaya sokulmuş konken oynayanları izliyordu, beni görmedi. “Birer çay içseydik” diyen arkadaşa arama yapıldığını fısıldayınca üstelemedi. Çıktık.

Kendi kentimizde kendimizi görünmez kılıp kaybolmak için köşeleri dönerken arkamıza bakmayı unutmadan sokaklarda dolaşıp durduk. Kendimize kuru fasulye ziyafeti çekerken o gün askeri cezaevinin görüş günü olduğunu anımsadık. Üzerimde taşıdığım  şeyden hiç söz etmedim ona. Sadece, “Bugün biraz erken ayrılsak” dedim. Gelecek buluşmanın yerini, gününü belirleyip sekiz buçukta ayrıldık.

Bahçe kapısına geldiğimde saat dokuz olmuştu. Avluyu geçip tahta merdivenin kararmış basamaklarını tırmandım. Sarhoş edici bir hafiflikle odaya girdim. Kapıyı kilitleyip sürgüledim, elektrik düğmesini çevirip ışığı yaktım, birkaç hamamböceği tanıdık çıtırtılarla kaçıştı, perdeyi çektim. Yerdeki elektrik ocağının dünden kalma kopuk tellerini, çay kaşığıyla üst üste getirip fişini prize taktım, çaydanlığı üstüne koydum. Yer yatağımın ortasına bağdaş kurup oturdum. Kemerimin altından Ahmet Arif yapımı suç aletini çıkardım, altmış yedinci sayfayı açtım: “Hamravat suyu donmuş, Dicle’de dört parmak buz, Çayı, kardan demliyorlardı.[1]


1 Ahmet Arif’in Hasretinden Prangalar Eskittim adlı kitabında yer alan “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebenin Ninnisi” şiirinden.