Elma armut parolasıyla saklandığım taş duvarın ardında, herkesin beni aramasının hazzını ne ebê ne de sobe olmaya değişmezdim…
Ta ki elinde bavuluyla babamı görene dek…
“Elma dersem çık! Armut dersem çıkmaaaaa!”
O an tüm duvarlar elmaa… diye yankılanıyor ve ben
kozasından çıkmaya hazır bir kelebeğe dönüşüyorum.
Adeta uçarak konuyorum omuzlarına, kanatlarım ıslak. Önce tanımıyor beni, üzülüyorum.
Sarılmaktan imtina ediyorum bir an, sonra öpüyorum elini, alnıma götürürken kafamı okşayıp saçımdan öpüyor. Daha önce hiç öpülmemişti saçlarım, garipsiyorum.
İçim içime sığmaz oluyor, göğsümü gere gere yürürken elimi tutuyor.
Babasını bekleyen bir çocuktan bebeğini bekleyen bir anneye dönüşüyorum…
Sus halim dile geliyor.
“ Bana bebek aldın mı?
Güzel mi?
Gözleri mavi mi? “
Hiç bir imla kuralına uymaksızın peşi sıra sorduğum sorular, gülüşünde koca bir gökkuşağı oluyor ve ben içimdeki kelebekleri salıveriyorum, sokağımıza bahar geliyor…
Taş duvardan evimize kadar olan mesafede sivri burunlu ayakkabıları ve geniş paça kumaş pantolonuyla attığı her adımın fotoğrafını belleğime işliyorum. Eve yaklaştıkça sımsıkı tuttuğu elim gevşiyor. Ellerimize son kez bakıp kirpiklerimle deklanşöre basıveriyorum.
O fotoğrafı bir daha çekemeyeceğimi biliyorum.
Bir anda bırakıyor elimi ve soğuk bir esinti avucumun içini yalayıp geçiyor.
Gözlerimi bir an bile ayırmadan özlem ve hayranlıkla seyrediyorum. Uzun boyu, pos bıyığı ve keskin bakışlarıyla tüm masalların ölümsüz kahramanı oluyor.
Yine bir gurbet dönüşü ve annemin beklentili bakışları altında eş dost kucaklaşmalar, karşılıklı hatırlaşmalar, çaylar yemekler, bir köyden ötekine kız kaçırmalar, yol kesmeler, ayı kovalamalar… Derken, sabrım tükeniyor, göz kapaklarım ağırlaşıyor, istemsizce karşıki dağları yıkacak oflar çıkıyor ağzımdan.
Bir an önce gitse şu misafirler! diye söyleniyorum.
Sabırsızlığımı fark edince, bavulu açmak için ayağa kalkıyor.
Kalbim akıntıya karşı yüzen somon balıklarının adanmışlığıyla vuruyor göğsüme. Öylece bakakalıyorum ellerine, tıpkı bir sihirbazın şapkadan hediyeler çıkartmasını izler gibi sıranın tavşana gelmesini bekliyorum.
Son kez şapkaya elini daldıran sihirbaz, çizgi filmlerde gördüğüm Noel paketlerine benzeyen kutuyu nihayet uzatıyor bana
“Al bakalım,
sırtüstü yatırdığında uyur, amaa ona iyi bakmazsan ağlar” diyor.
Alıyorum bebeği kucağıma bir dünyadan öbürüne, dereden atlar gibi atlıyorum.
O gece ne rüzgarın ıslığı ne de ağaçların mırıldanması korkutuyor beni… Sımsıkı kucaklayıp bir kedi gibi tüylerimi kabartarak evdeki diğer kuzen ve kardeşlerime karşı koruma kalkanı oluşturuyorum bir süre…
Sonunda göz kapaklarımın ağırlığına dayanamayıp dalıyorum uykuya.
Sabah
“Önüm arkam, sağım solum sobe…” sesiyle uyanıyorum. Yatağım boş…
Rüya mı gördüm? Babam gelmemiş miydi? diye etrafıma bakınırken bahçeden gelen sesleri duyuyor, pencereye doğru yürüyorum. Köyden gelen akrabalar ve babam bahçeye kurdukları masada kahvaltı ediyor.
Kardeşim annemin kucağında, bebeğim ise kardeşimin kucağında öylece oturuyorlar. Onları gördüğüm anda Kabil’in kardeşine duyduğu kıskançlığı, öfkeyi hissediyor ve sonrasında ilk günah ilk bağışlama gibi tohumlar ekiyorum yüreğime.
Avazım çıktığı kadar bağırmak istesem de kuytu bir köşede sessizce ağlıyor, kendimi görünür kılmak için görünmezlik pelerini diliyorum tanrıdan.
Çok geçmeden elinde bebekle geliyor babam. Elini sırtımda hissediyorum. Ağlamayı hemen kesip oracıkta taş kesiliyorum kıpırdamamak için neredeyse, nefes almak istemiyorum çünkü babamın eli içimdeki ateşin havayla buluşmasını engelliyor. Sevginin dokunduğu her yara gibi anneme ve kardeşime karşı olan öfkem sabun köpüğü gibi sönüp gidiyor.
“Ağlama hadi, bak sen ağlarsan o da ağlar…” diyor ve bebek ağlamaya başlıyor. Ağlama sesine irkilip ayağa kalkıyorum. Biraz da anlam veremediğim için ne düşüneceğimi bilmez bir halde yutkunuyorum. Her yüzüstü çevirdiğimde tekrar tekrar ağlıyor bebek.
Kardeşime alıştığını beni sevmediğini söyleyip ben de ağlıyorum.
Gülüyor babam, “hayır seni çok sevmiş, öyle dedi bana”
Belki de babasını özlüyor. Al onu babasına götür diyorum.
Yüzündeki gülümsemenin yerine buruk bir hüzün oturuyor. Ne yapacağını bilemiyor… Anlıyorum ki bir ömre sığmayan acıların tamamını özlemle harmanlayıp babamın avuçlarına bıraktım.
Kafasını kaşıyıp düşünüyor. Bir süre sonra üstündeki gri yeleği çıkarıp beyaz bir gömlek giyinip, doktor oluyor…
“Bebeğinizin nesi var hanımefendi”
Susuyorum.
Sırtını açabilir misiniz…
Alelacele bebeğin elbisesini çıkartıyorum. Ağlaması için konulan pili gösterip; “bakın bebeğinizin sırtında yara var” diyor. “Ama korkmayın ameliyat yapıp yarasını çıkaracağız ve bir daha ağlamayacak bebeğiniz”
Bebeğin sırtından pili çıkartıp üstüne yara bandı yapıştırıyor.
Bir daha hiç ağlamıyor bebeğim.
O günden beri nerde mutsuz ve ağlayan birini görsem sırtındaki yaraya şefkatle dokunup, acısının hafiflediğini düşünüyorum.
Şimdi sobanın arkasına çöken babamın, hastalıktan küçülmüş bedenine, ellerine dokunsam acıları diner mi…?
- Hatun Sebilciyan ve Sabiha Gökçen - 25 Ağustos 2023
- Metin Altıok’un en sevdiğim şiiridir “SARIL BANA” - 25 Haziran 2023
- Zihin ağrısı - 2 Eylül 2022