Sosyalizmden Emperyalist Hegemonya Mücadelesine

ÇİN’İN DIŞ POLİTİKA STRATEJİLERİ…

Mao döneminde izlenen dış politikayı iki döneme ayırmak olasıdır. İlk dönem, SSCB ile yakın ittifak içerisinde izlenen ” blokçu dış politika” dönemidir… İkinci dönem ise, SSCB ile ilişkilerin bozulmasından sonra başlar ve “üç dünya anlayışı” ile somutlaşır. “Üç Dünya” anlayışına göre, ABD ve SSCB birinci dünyayı, Japonya, Avrupa devletleri ikinci dünyayı, Asya -Japonya Hariç-, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri de üçüncü dünyayı oluşturur. Çin bu ikinci dönemde giderek “üçüncü dünyacı” bir dış politika eksenine kaydı ve kendini de birinci ve ikinci dünyaya karşı üçüncü dünyanın temsilcisi ve hatta önderi ayrı bir odak olarak tanımladı.

Blok ittifakı eksenli dış politikanın terk edilmesinin nedeni, Kruşçev döneminde yürütülen “anti Stalinist kampanya” ile birlikte SSCB’nin bu aynı dönemde emperyalist-kapitalist dünya ile “barış içinde bir arada yaşama”yı öngören bir dış politika stratejini benimsemiş olmasıydı. Yalta mutabakatı çerçevesinde oluşturulan statüko zaten Mao’nun Çin’ini rahatsız ediyordu. Bu mutabakat ekseninde SSCB tarafından Çin, ABD’nin Asya’daki ve Afrika’daki hegemonya alanlarına müdahil olmaması doğrultusunda baskılanmaktaydı. Mao, hem ABD’nin Çin’e mutlaka müdahale edeceğini düşünmesinden hem de “ulusal kurtuluşcu” veya “sosyalizan” mücadeleleri desteklemeyi “ideolojik ve ilkesel bir sorun” olarak görmesinden dolayı SSCB’nin bu tavrına soğuk bakmaktaydı. Kruşçev’le birlikte iş kapitalist dünya ile “barış içinde yaşama”nın resmi çizgi haline gelmesi noktasına varınca iki ülke arasındaki ittifak kopma noktasına geldi. Bir müddet sonra Mao’nun SSCB’yi sosyal emperyalist ilan etmesi ile ilişkiler tümden bozuldu. Ardı sıra Mao, Çin Sovyet sınırının Rus çarlık hükümeti tarafından zorla kurulduğunu ilan ederek, birkaç bin kilometrekarelik Sovyet toprakları üzerinde hak iddialarında bulundu. Nihayet bozuk ilişkiler 1969 yılında Damansky adasında çok büyümeden sonlandırılsa da iki devlet arasında bir askeri çatışmaya da yol açtı. Ama SSCB ile ilişkilerin o zamanki bozuluş nedeni Çin’in ABD’ye yakınlaşması değil tam aksine “SSCB’nin başta ABD olmak üzere emperyalist blokla danışıklı bir dış politika izlediği” eleştirisiyle ilgiliydi.

Mao’nun ardından…

Mao’nun ardından Çin’i kapitalist bir yola sokan Deng Xiaoping döneminde Çin’de, yalnızca ekonomi politikalar ve resmi ideolojik söylemler alanlarında değil aynı zamanda dış politika alanında da köklü bir yön değişimi gerçekleşmiştir.

Deng Xiaoping döneminde Mao’nun “Üç Dünya” stratejisi Rusya ile uzaklaşmayı ve ABD’ye yakınlaşmayı ve ülkedeki kapitalist restorasyonu haklılaştıracak biçimde revize edilerek, yeni dış politika stratejisinin temel doktrini haline getirildi. “Baş düşman” olarak görülen SSCB’ne karşı ehven-i şer olan ABD ve Batı ile ekonomik ve siyasi yakınlaşma siyaseti izlenmeye başlandı. Bu dönemin dış politikasını şekillendiren ikinci önemli prensip Deng’in 1990’da ilan ettiği “Düşük Profilli Kalma” doktrininde ifadesini bulmuştu. “Düşük profilli kalma” doktrini dış politikadaki sorunların çözümünde sakin hareket edilmesini ve fakat içeride ekonomik gelişim için temponun artırılmasını içermekteydi. Bu doktrini, “Çin’in gücünü saklama, uygun zamanı kollama stratejisi” olarak değerlendirenler de çok olmuştur. Gerçekten de Deng döneminde Çin, kapitalist Batı ile yakınlaşarak ve fakat dış politika alanında dünya işlerinden çekilerek tamamen kendi iç ekonomik gelişimine odaklanmıştır.

Jiang Zemin dönemi

Jiang Zemin döneminde ‘Üç Temsil Kuramı’ ve ‘Yeni Güvenlik Konsepti’ isimleriyle yürürlüğe konulan dış politika stratejilerine bakıldığında öne çıkanın Çin’i “gelişmiş üretici güçlerin, gelişmiş kültürlerin” temsilcisi haline getirmek görevi olduğu görülmektedir. Çin’in kapılarını kapitalist dünyaya açmak suretiyle ekonomik gelişimini sürdürmesi, bu anlamda kapitalist dünyayla uyumlu ve kazan kazan esasına dayalı bir dış siyaset izlenmesi bu belgelerin ana temalarıdır. Henüz askeri olarak zayıf olan ve yine henüz yaptığı önemli ekonomik atılımlara karşın ulaşılmak istenen düzeyden uzak olan Çin, bu doktrinler aracılığıyla dünyaya “ batı ile ekonomik ilişkileri ve ortak çıkarları geliştirmek dışında herhangi başka bir arayış içinde olmadıkları” mesajı vermekteydi. Kısacası Zemin, “daha çok Batı daha çok kapitalizm istiyoruz, herhangi bir gerilim ve çatışma tarafı ve taraftarı değiliz” diyerek, kendi döneminde de Deng’in düşük profilli dış politika anlayışını sürdürmek niyetinde olduğunu ortaya koymaktaydı.

Hu Jintao dönemi…

Ne var ki Hu Jintao döneminde işler artık renk değiştirmeye başlamıştır. Çin’in askeri ve özellikle ekonomik alanda ve üstelik de istenen istikametin ve sınırların dışına taşan biçimde teknolojik gelişmeye dayalı biçimde büyümesi, Batı da endişelere yol açmış ve bu dönemden itibaren Çin artık bir tehdit olarak nitelenmeye başlanmıştır. ‘Çin tehdidi’ kuramı bu dönemde, yani Hu Jintao döneminde ortaya çıkmıştır. Jintao,” yükselen Çin tehdidi” söylemine “Barışçıl Yükseliş ve Uyumlu Toplum” stratejisini açıklayarak yanıt vermiştir. Bu cevapta özetle denilmektedir ki “Çin bir tehdit değildir ve barışçıl bir yükseliş çizgisi izlemektedir ve izleyecektir.” Bu politika ile Çin, yükselen gücüne rağmen başat güç olma iddiasının bulunmadığını ve mevcudun korunması taraftarı olduğunu ifade ederek ABD ve Batı’ya bir anlamda güvence vermeye çalışmıştır. Bu güvence verme çabalarına karşın ABD’nin Asya’daki artan askeri varlığının ima ettiği tehdide karşı Çin, komşu devletleri yanına almaya yönelik adımları hızlandıracağını da yine bu aynı stratejinin bir parçası olarak dünyaya deklare etmiştir. Stratejinin “Uyumlu Toplum” başlığı kapsamında Çin, komşu devletler ile yakın ve güçlü ilişkiler kurmayı temel ve öncelikli bir amaç olarak saptamıştır.

Xi Jinping dönemi ya da dış politikada “düşük profil”e son…

Obama döneminden başlayarak ABD’nin Çin’i çevreleme siyaseti izlemeye başlaması, Japonya’nın ABD tarafından yeniden silahlandırılması, Güney Çin Denizi’nde Filipinler ve Vietnam ile yaşanan sınır gerginlikler bir üst başlıkta vurguladığımız gibi daha Hu Jintao döneminde Deng’in “düşük profilli dış politika” doktrininin sorgulanmasına yol açmış ve Çin’i kendi yakın çevresinde dış politika alanında daha aktif olmaya yöneltmişti. Ardından Trump döneminde gelen ticaret ve ekonomi savaşları, Çin’in açıkça en büyük düşman ilan edilmesi vb. “düşük profilli dış politika” anlayışının terk edilmesini motive etmiştir. Ama belirtmek gerekir ki bu gerekliliğin bir diğer unsuru da, Çin’in kapitalist dünya ekonomisi içindeki yerini güçlendirmesi, doğal olarak dünya siyasetinde de buna denk düşen yeni bir pozisyon arayışına girmesidir.

Nitekim Jintao’dan sonra gelen Xi Jinping’in döneminde dış politikada önemli değişimler yaşanmıştır. Dönemin öne çıkan dış politika ilkeleri, Ulusal Canlanma ve Başarı İçin Mücadele olmuştur. Ulusal Canlanma daha çok ‘Çin Rüyası’ olarak adlandırılır. Çin rüyası, ekonomik gelişimi yeni bir merhaleye çıkarmak, Çin halkının refah seviyesini yükseltmek, yeni gelişmelerin yarattığı yeni güvenlik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik reformları derinleştirmek, Çin ulusunu tarihsel ve kültürel mirasına uygun yüksek ve etkin bir mertebeye taşımak ve “Çin’e özgü sosyalizm ”in inşası olarak özetlenebilir. Başarı için Mücadele, Çin Rüyası politikasının devamı niteliğini taşır. Temelinde Çin Rüyası’nın nasıl gerçekleştirileceğinin bir ifadesi olmakla birlikte, bu amaç doğrultusunda Çin dış politikasının yeniden şekillendirilmesini de içermektedir. Barış için Mücadele stratejisiyle artık Çin, dış politikada o güne dek izlediği pasif konumunu terk edip aktif bir dış politika izlemeye başlayacağı mesajını acık acık vermeye başlamıştır. Şi Jinping, ÇKP’nin bir dış ilişkiler seminerinde, 24 Ekim 2013’te “Başarı için Mücadele doktrinini ilan etmiş ve “artık Çin’, dünya diplomasisinde etkin bir unsur olacaktır” demiştir. Çin o günden sonra özellikle de kendi çevresindeki bölgelerde Amerikan askeri üstünlüğünü olduğu kadar diplomatik üstünlüğünü de sorgulayacak, Çin ordusunda da bu sorgulamanın askeri arka palanını oluşturabilecek bir yapısal değişim hayata geçirilecektir.

Stratejiden Pratiğe Çin Dış Politikası…

Çin süreç içerisinde kendi yakın bölgesinden başlayarak, Afrika, Ortadoğu, Orta Asya, Latin Amerika ve hatta giderek Avrupa coğrafyasında etkinliğini artırmıştır. İçlerinde bazı ABD müttefiklerinin ve yanı sıra Rusya ve Hindistan gibi önemli ülkelerinde yer aldığı pek çok bölgesel kurumlaşmanın oluşturulmasında başrolde olmuştur. 15 Asya ve Pasifik ülkesi arasında imzalanan Bölgesel Kapsamlı Ekonomik Ortaklık (RCAP) sözleşmesi, AB ve Çin arasında imzalanan iki taraflı yatırım anlaşması, Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya ve Güney Afrika’nın oluşturduğu BRICS grubu ve birleşik bir askeri-politik blok olarak Şangay İşbirliği gibi… Çin, bu adımları atarken Trump dönemi ABD’sinin içe kapanma ve dünyadan çekilme politikasının yarattığı boşluktan azami ölçüde kendi lehine yaralanmasını da bilmiştir. Afrika’dan Orta Asya’ya pek çok ülkeyi açtığı kredilerle ödeyemeyecekleri ölçüde borçlandırmak, bu yöntemle bu ülkelerle bağımlılık temelli bir ilişki inşa etmek ve yine bu ülkelerdeki liman vb. gibi stratejik alanlara ödenemeyen borçların karşılığı olarak el koymak, bu etkinlik artışını sağlayan bir diğer önemli yöntemdir.

Özetle Çin’in ekonomik ve -henüz daha zayıf olsa da- askeri-diplomatik alanlarda son yıllarda sergilediği gelişme, Amerikan küresel hegemonyasını sorgulamaya açar nitelik ve düzeydedir. Çin dış politikasının bölgesel bağlamda en önemli hedefi, Tayvan’ın “bir devlet iki sistem” politikası çerçevesinde “anavatana katılması”dır. (Tıpkı Hong Kong ve Macao gibi). Bu başarıldığında, Çin’in bir küresel güç olarak gelişiminin önü açılacaktır. Çin, “Başarı İçin Mücadele Etme” doktrinine geçişle birlikte küresel emperyalist bir güç olma yönündeki atılımını (dış politika alanında da) tamamlamak istiyor.

Çin ve sıcak savaş tehdidi…

Çin’in bugüne kadar ki dış politikası askeri güç-sert güç eksenli bir politika olmadığı gibi diplomasi ağırlıklı da değildir. “Düşük profiili dış politika stratejisi”nin içeriğine uygun biçimde büyük ölçüde ekonomik ilişkilerin geliştirilmesine dayalı bir dış politika söz konusudur. “Barış içinde ekonomik yarışma” olarak nitelenebilecek bu politika, aynı zamanda “yumuşak güç” politikası olarak da tanımlanabilir. Çin bu süreçte askeri çatışma ve gerilimlerden olabildiğince uzak durmaya çalışan bir yaklaşım sergilemiştir.

Peki, “düşük profiili dış politika”nın yerini daha aktif bir dış politika stratejisinin alacağının açıklandığı ve buna askeri harcamaların artırılışının da eşlik ettiği bugün, Çin’in artık yumuşak güç politikasından sert güç politikasına geçmeye başladığı söylenebilir mi? Pek sanmıyorum… Öncelikle aktif dış politika ile yumuşak güç politikası birbirini dışlamaz ve ikinci olarak da yumuşak güç politikasının daha etkili olabilmesi için de arka planda hatırı sayılır bir sert güç potansiyelinin varlığını gerektirir. Fakat kanaatimizin esas nedeni bunlar değildir; Çin’in hegemonya mücadelesindeki en avantajlı olduğu alanın ekonomi alanı olmasıdır. Ayrıca kural olarak yükselmekte olan güçler yerine göz diktiği güçlerle erken hesaplaşmaya girmek istemezler. Hesaplaşmayı kendinin en güçlü rakibinin ise en zayıf olduğu anda gündemlerine alırlar. Bugünün henüz o gün olmadığı ise aşikârdır.

Ama tam tersine egemenliği tehdit edilen güç egemenliğini tehdit etme potansiyeline ulaşan gücü, henüz tüm cephelerde kendisiyle baş edebilecek bir güce erişmeden erken hesaplaşmalara zorlamaya çalışır. Hele söz konusu olan dünyanın hala açık ara en büyük askeri gücü olan ABD ve henüz bu alanda ABD ile mukayese edilemez zayıflıkta olan Çin söz konusuysa; bu genel doğru daha fazla geçerlidir. Nitekim son Ukrayna krizi de dahil Çin Halk Cumhuriyeti ABD ile doğrudan karşı karşıya geliş sonucu doğuracak hamlelerden özenle kaçınmıştır. Kendisi için stratejik önemde gördüğü Güney Çin Denizi ve özelde Tayvan sorunu gibi birkaç başlık dışında yakın gelecekte de Çin’in azami ölçüde askeri gerilim ve çatışma yaratacak hamlelerden uzak duracağı söylenebilir.

Çin bu günden sonra da muhtemelen uluslararası alanda “barışçıl ekonomik rekabet” politikasını korumaya gayret edecektir. “Barışçıl ekonomik rekabet” politikası, devletlerin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı, ortak fayda, karşılıklı saldırmazlık, devletlerin iç işlerine karışmama ve eşit ilişkiler gibi unsurlara dayanmaktadır. Görülmektedir ki tıpkı Rusya’nın olduğu gibi Çin’in de hegemonya mücadelesindeki bugünkü stratejisi, kendi şekillendirecekleri yeni bir dünya düzeni değil, öncelikle ABD merkezli tek kutuplu dünya düzeni öncesine, yani geçmişin Westfelyan ilkelerine dayalı uluslararası düzene geri dönmektir. Bu hedefin kendisi de Çin’in dış politikasını en azından yakın vade için mümkün olduğunca işlerin sıcak çatışma noktasına gelmemesi doğrultusunda kurgulayacağına dair bir başka önemli işaretidir.

Tekrar soracak olursak peki, o zaman dış siyasette düşük profilli dış politikadan aktif profilli dış politikaya geçmek ve askeri hazırlıklara özel bir ağırlık kazandırmak Çin dış politikası açısından ne anlama gelmektedir? Çin bu yeni stratejiye geçişle bugün bir savaş istemese de kendisine yönelik askeri girişimler ya da örneğin Tayvan sorunu gibi alanlarda kendisine yönelik provokatif hamleler karşısında sessiz kalmayacağını, gelen saldırılara yanıt vermekte tereddüt etmeyeceğini deklare etmiş olmaktadır. Zira bu tür girişimlere karşı caydırıcı olabilmek Çin’in ekonomik gücünün karşılığı olabilen bir dış politika ağırlığına sahip olabilmesi ve hegemonya iddialarını sürdürebilmesi açısından artık bir zorunluluk haline gelmiştir. Bugün sahip olduğu askeri güçte, hegemonya tesisi için yetersiz olsa da, yakın çevresindeki kendi aleyhine hamleler açısından fazlasıyla caydırıcı olabilecek bir düzeydedir.

Mahmut ÜSTÜN