Militarizm sözcüğü ilk defa 1850’li yıllarında Fransa’da askeri bir darbe yapan Luis Bonapart’ın askeri diktatörlüğünü karakterize etmek için 1860’larda Fransız düşünür Joseph Proudhon tarafından kullanılmıştır. Bonapartizm olarak nitelenen bu darbe, Roma İmparatorluğu’nda Sezar dönemine göndermeler yapılarak teorileştirilmiştir. Sonraki yıllarda ordunun devleti ve toplumu yukarıdan aşağıya doğru yeniden düzenleme fonksiyonuyla ilgili olarak tanımlanmıştır. Sözcüğün geniş anlamı ile ifade etmek gerekirse militarizm, devlet ve toplum hayatında askeriyenin egemen olması, ulusal ve sınıfsal mücadelelerin ezilmesi için ordunun gücünün ve etkisinin artırılması, devletin bir tür askerileştirilmesi şeklinde tanımlanabilir. Militarizm bütün sömürüye dayalı toplumlarda görülmekle birlikte esas olarak kapitalist toplumda ve özellikle de kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesiyle belirgin bir nitelik kazanmıştır. Militarizm daha geniş tanımlamalarda, “Ordunun siyasal ve toplumsal hayatta etkin rol alması, sorunların çözümünde şiddet kullanımının meşru görülmesi, hiyerarşinin yüceltilmesi, erkekliğin şiddet kullanımı kadınlığın ise korunma ihtiyacı ile özdeşleştirilmesi” gibi özellikler vurgulanmıştır.
Militarizmin ideolojik ve siyasal felsefesi konusunda kendisine Roma İmparatoru Sezar’ı model alan Napolyon Bonapart’ın (1762-1821) bazı sözleri damga vurmuştur. Napolyon, “Benim metresim iktidardır. Onun elimden alınmasına, hatta ona yan gözle bakılmasına bile gelemem” demiştir. Napolyon’un “Eninde sonunda devleti yönetmek için asker olmalıdır. Devlet, yalnız mahmuzlar ve çizmelerle yönetilir” sözleri bugün hala militarist kesimler arasında önemini korumaktadır. “Ben kan döktüm, belki daha da dökeceğim, ama öfkelenmeden ve sadece kan almanın politika hekimliğinde (Napolyon’un bu benzetmesi ilginçtir) yeri olduğu için” demiştir. “Bir devleti yönetmek için bir sürü yargıç, bir sürü jandarma, bir sürü asker ve bir hayli de para ister” diyerek savaşın en özlü tanımını yapmıştır.
Napolyon’un “Bütün devletlerin politikası coğrafyalarındadır” görüşü geçen yüzyılın jeo-politik ve jeo-stratejik tezlerin temelini oluştururken, “Coğrafya savaşmak içindir” söylemi günümüzde yeniden egemen olmaya başlamıştır. Öte yandan tarihin tanıdığı bütün “büyük” adamlar (Cengiz Han, Timurlenk, Sezar, Napolyon, Hitler vb.) adlarını tarihe yaptıkları kanlı savaşlarla yazdırmıştır. Kandan beslenen bu diktatörlerin savaş stratejileri, önce düşmanı yaratmak ve sonra da onu en kısa zamanda ve en etkili bir şekilde ve tabi ki her türlü aracı kullanarak yok etmek olmuştur. Bu militarist anlayışın genel mantığını Napolyon şu sözüyle anlatmıştır: “Ben Katolik geçinerek Vendee savaşını kazandım; Müslüman geçinerek Mısır’a yerleştim; Papacı geçinerek İtalya’da yürekleri kazandım. Bir Yahudi halkını yönetecek olsam, Süleyman’ın tapınağını yeniden kurardım”.
Doğu’nun tüm despotik devletleri gibi Osmanlı İmparatorluğu askeri ve bürokratik bir devletti. Siyasette her türlü hilenin, oyun ve entrikanın geçerli olduğu bu düzende, çok güçlü bir devlet ve devlete kul olma geleneği oluştu. Osmanlı feodal dar görüşlülüğü ve devletin Doğulu gelenekleri İmparatorluğun Avrupa’daki gerilemesini sadece askeri başarısızlıklarda aramaya yöneltti. III. Selim döneminde başlayan ve II. Mahmut’la hızlanan ve daha sonraki dönemlerde devam eden Batılılaşma çabaları, ilk planda Batının askeri üstünlüğüne karşı ordunun yeniden düzenlenmesi ve modernleşmesi şeklinde oldu. Bu askeri bakış tarzı, güçlü ve modern bir orduyla “devletin bekasının” sağlanabileceği tezine dayandırıldı ve bu doğrultuda yapılan her şey, sonunda devlete militer/askeri bir karakter kazandırdı. “Batılı olma” ya da “Doğulu kalma” ikilemi Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet ve toplum hayatında temel bir ayrışma ve saflaşma yarattı.
Bu olgu, İmparatorluğun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinden günümüze kadar devam eden devlet ve toplum hayatını belirleyen siyasal bir rota oldu. Cumhuriyet ideolojisinin rafine edilmiş milli prensiplerini ifade eden Kemalizm, ordunun kollayıcılığına ve koruyuculuğuna dayanarak resmi dokunulmazlığını sürdürdü. Kemalist rejim tarafından olağanüstü düzeyde yüceltilen ordu, halkın üzerinde bir baskı gücü olarak toplumsal ayrıcalık kazandı. Ordu, devlet ve siyaset ilişkileri rejimin karakterini belirledi. Askeri darbelerle malül bir ülke haline gelen Türkiye’de militarizm, tarihçi Alfred Vagts’ın deyişiyle “savaş zamanından çok barış zamanında” gelişti ve güçlendi. Kuşaktan kuşağa aktarılan “asker millet” ve “her Türk asker doğar”, “devletin ve milletin bölünmez bütünlüğü” gibi militarist söylemler, cumhuriyet dönemi boyunca siyasal ve toplumsal yaşamın en etkili ideolojik performansı oldu.
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023