Başucumda duvar taşı

Yıllar sonra, yüz yaşında kalktım köyüme gittim. Tanıdık kimse yoktu. Yaşlandıkça, çocukluğumun izlerini sürmek oldu yaptığım. Her tarafı aradım taradım, bulamadım arkasına saklandığım ağacı. Çocukken oynadığım boş arsanın yerinde yeller esiyordu. Evimiz yerinde yoktu ki, arsası olsun. Belki de o, sadece ön cephesiyle var olan bir sahne dekoruydu. Sırtım bir türlü ısınmak bilmiyordu, bu durumu bir türlü anlayamadım.
Yoldan geçen yaşlı bir adama eski caminin yerini sordum.
-“O cami yıkılalı bir asır oldu hanım” dedi adam, “Bulamazsın, hiç boşuna arama…”
-“Olsun, sen bana yerini tarif et” dedim, “Gerisine karışma.”

İki ihtiyar yola koyulduk. Dizlerimde derman yoktu ama belli etmedim. Var gücümle bastonuma dayanarak güç almaya çalıştım. Köyümün daracık taşlı yolları asfalt kaplıydı, şaşırmadım. Sonunda götürdü beni eski caminin olduğu yere.
-“İşte burasıydı.”dedi, dönüp arkasını gitti.
Caminin yerini bulunca evimizi de bulacağımı biliyordum.
Evimizi hapishane yapmışlarmış meğerse.Camiyi yıkmışlar. Çeşmesini, minberini götürüp bir müzeye koymuşlar. Bir asrı devirdikten sonra bunları görmek bir tuhaf yapıyor insanı.
-“Ben buralarda büyüdüm, bu daracık sokaklarda anam koşardı peşimden” dedim, kendi kendime. “Keşke kendime ait bir şeyler de bulabilseydim.”
Evimizin yerine dikilmiş olan hapishanenin duvarlarını okşadım, öpüp kokladım. Fesleğen ezdiğim, erguvan ağaçlarıyla arkadaş olduğum günleri hatırladım. Anam, babam, kardeşlerim geldi gözlerimin önüne. Yer sofrasında kırılan bir baş soğan kokusu…

Bitişiğimizdeki evin yerine market açmışlar.
Bir çocuk fırladı dışarı, elinde naylon torbalarla peşinden koşuşturan bir de anası…
-“Çocuk; her zaman, her yerde aynı çocuk” diye düşündüm.
Sanki elinde süpürgeyle anam da fırlayacaktı, bu yeni moda marketin kapısından. Korktum.
Anamdan hep korkardım.
Yüz yaşındaydım ama Bin yaşında da olsam, ben anamdan korkardım. Hapishanenin kapısında nöbet tutan jandarmalardan birini kestirdim gözüme.
-“Yavrum” dedim, “Nöbet tuttuğun bu yer evimdi bir zamanlar. Bu duvarın ardında bir odam vardı benim. Anam, babamla kavga ettiğinde, babam şuracıktaki sofada yatardı. Kardeşlerimin tümünü Cihan Harbinde kaybettim. Bu evde doğdum, bu evde büyüdüm ben. Rica etsem, bana bu duvardan bir parça verir misin?”
Şaşkınlıkla baktı jandarma eri.
Deli olup olmadığımı anlamaya çalıştığı her halinden belliydi.
-“Allah Allah, bu da nerden çıktı ?” dercesine başını salladı önce.
Karşısında dikilip durduğumu görünce kolay kurtulamayacağının farkına vardı. Kasaturasını çıkarttı, ihtiyatla etrafına bakındı.
Sonra duvardan bir taş parçası kazıyıp bana uzattı.
-“Ne yapacaksın bu taşı teyze?” diye sormayı da unutmadı.
-“Başımın üstüne dikip, artık uyuyacağım.” dedim.

Taşı cebime sokup yoluma devam ettim.
Bir tepenin ardına varana dek yürüdüm.
Soluğum kesilene dek yürüdüm, yürüdüm, yürüdüm.
Ilık bir yayla rüzgârı yalayıp geçti yüzümü…
Geniş uykulara yatmaya hazırdım artık.
Muazzam ve derin uykulara…
Cebimden çıkarttım taşı, bir ceviz ağacının dibine diktim.
Gözkapaklarım kapanmaya başladı.
Ölümü düşünmüyordum ama ölümüm bir hoş oldu.
Evimden bir parçayla huzurlu, uykuya daldım.
Derin, serin, dönüşsüz uykulara…