Martı Feryadı

“Deniz baştan başa masmavi bir gülüştü”
(Halikarnas Balıkçısı)

Nebi amca “Vira bismillah” diyerek halatları çözüp, motoru çalıştırdı. Sabahın alacakaranlığında Papirüsun koynunda ağır ağır denize açıldık.

Uçsuz bucaksız karanlıkta, her gece bir oltanın ucuna asılı gibi duran ve ışığıyla bana arkadaşlık eden ay, o gece görünürde yoktu, seslendim,
– Kaptan! Ay karanlık…

Nebi amca istifini hiç bozmuyor, bir yandan rotasını takip ediyor, diğer yandan da iğne ağı örüyordu. O hali nakış işlerken göz ucuyla çocuğunu izleyen annelere benziyordu.

Tekrar sordum.
– Kaptan! Ay karanlık!

“Bu gece ay denizden vurur” dedi.

Ay’ın denizden vurması ne demekti bir anlam verememiştim.

Ay denize düşer mi…?

Çocuk aklımın cevapsız kaldığı soruların ve hayal dünyamın ağırlığıyla içim geçmiş uyumuşum kısa bir süre.

Rüya mı kâbus mu bilemedim;
annem beni denize verdi, deniz beni teknesine aldı, dalgalar tekneyi beşik gibi salladı.

Sonra;
İri, hantal gövdeli martılar, canhıraş bir feryatla gelip balıkçıdan rızkını istedi. Ancak daha denizden nasibini alamayan balıkçı duymazdan geldi. Sarı perdeli ayaklar, zifiri karanlıkta kaybolup gitti. Martı çığlıkları ve kaptanın “ya nasip ya nasip” sesleriyle, uyandım.

Nebi amca görmeye alışık olmadığım bir heyecanla uzun gövdesini tekneden aşağı sarkıtmış denize düşen bir şeyi yakalamaya çalışıyor gibiydi. Sarı çizmeleri o güne kadar hiç fark etmediğim bir ayrıntı gibi gözüme çarpmıştı.

“Senin yaşlarında ben de korkardım martı seslerinden. Hatta duymamak için kulaklarımı kapatırdım. Sonra öğrendim ki; martılar yavrularını korumak için çığlık atarmış. Eğer biri diğerinden korkacaksa, korkması gereken martıdır evlat, çünkü biz insanların, denize attığı çöpler bile onlar için ölümcül olabiliyor.”

Kaptanın bu sözleri suçlu hissettirmişti. Kim bilir kaç martının müsebbibi olmuştum. Konuyu değiştirmek, zihnimdeki bu düşünceleri dağıtmak istercesine aniden soru vermiştim
-Kaptan! Denizde kedi balığı var mıdır?

Nebi amca soruyu değil de aklımdan geçenleri duymuşçasına daha çok, hatta bazı yaşanmışlıklarla anlatmaya devam etmişti.
Meğer plastik parçalarını sindiremeyen martılar sürekli tokluk hissi ile açlıktan ölüyormuş.

Denize ve onun canlılarına karşı ne kadar da hoyrat olduğumuzu düşündüm.

Attığım pet kapakları bir martının midesinde olabilir mi? Bu rüya, zifiri karanlıkta gördüğüm martı ayakları, feryatlar… Ölümüne neden olduğum martıların, uyuyan vicdanımı uyandırma çabası mıydı yoksa. O ana kadar rüzgârıyla, dalgasıyla huzur bulduğum ve beslendiğim deniz, adeta boğuyordu beni.

Martı feryatlarından mı içimdeki sorgulamanın verdiği boğulma hissinden mi bilmiyordum…
Aklıma babamın öldüğü gün geldi. Annemin ve komşu kadınların feryat figan çığlıklarını düşündüm. Ne kadar da benziyorlardı martılara.
Babam, uzun yıllar lastik üreten bir fabrikada çalışmış ve kullandıkları kimyasal maddeden dolayı kanser olmuştu. O sabah derin uykusundan bir daha uyanamayacağını bana uygun bir dille anlatmışlardı.

“Allah’ın sevgili kuluymuş… Herkese nasip olmazmış sıcak yatağında ölmek”

Meğer cennetin anahtarı, ölümün de hayırlısı varmış…

Nebi amca yine zihnimdeki yolculuğu görmüş, engel olmak ister gibi,
“Gel evlat gel yakamoz var!” dedi.

Suyu yararak açılan teknenin etrafında mavi ve yeşilin iç içe geçtiği turkuazı gördüğümde sihirli bir iksir keşfetmişçesine ayağıma batan kıymığa aldırış etmeyecek acısını duymayacak kadar sermest olmuştum.

Nebi amca,
“Denizin kedisi var mı bilemem, ama bak ateş böcekleri var” ded.

O soruyu duymazdan gelip yeri geldiğinde cevaplaması dikkatimden kaçmamıştı fakat suyun renkli ışıkları bana bir kâşif gururu yaşatmış rüyamı ve boğulma hissini dahi unutmuştum.

Ve deniz, gözyaşları dalga olmuş hüzünle gülümsüyordu, derinliği ve içinde yaşam taşıyan şefkatiyle bizi de sırtlamıştı üstelik.

Biz de artık inci, mercan kadar ona aittik…