“Emperyalist Demokrasi” Demokrasiye Karşı

“Demokratik ülkeler uluslararası ilişkilerde çok daha barışçıldırlar; savaşa daha az meylederler. En azından birbiriyle savaşma eğilimleri çok düşüktür. Demokratik ülkelerin sayısı artıkça, dünya ülkelerinin en azından çoğunda demokrasi geliştikçe, savaşlar da azalacak, dünya Kant’ın “ebedi barış” ütopyasına çok yakınlaşmış olacaktır.”

Uluslararası ilişkiler disiplininin en önemli teorilerinden olan liberal teorinin ve onun soğuk savaş sonrası versiyonu olan “demokratik barış” teorisinin bize özetle söylediği budur.

Demokratik ülkeler daha mı barışçıl?

Bu az çok tarih bilgisi olan, uluslararası çatışmaları ve savaşları iyi kötü izleyen biri için kolaylıkla ve olumsuz biçimde yanıtlanacak bir sorudur. Zaten bu iddiaların hileli ve anti bilimsel bazı ampirik çalışmalar dışında hiçbir nesnel dayanağı da yoktur. Aynı sorular etrafında yapılan bağımsız ampirik çalışmalar bu iddiayı yanlışlar niteliktedir. “Kantitatif yöntemleri kullanan çok sayıda değerlendirme, devletlerarası ilişkilerin en kolay ölçülebilen olgusu olarak savaş halini dikkate almıştır. 1816’dan günümüze çıkan tüm savaşlar savaşan devletlerin benimsediği rejime göre sınıflandırılmıştır. Bu araştırmaların sonucu tarihsel olarak demokrasilerin hiçbir zaman otokrasilerden daha barışçı olmadığını göstermektedir.”(1)

“Demokratik Barış” teorisinin bu konuda iki önemli iddiası daha var: demokratik ülkelerin uluslararası işbirliğine daha yakın olduğu ve bu iki konuda, otoriter ülkelerin ise daha savaşçı ve uluslararası işbirliğine kapalı oldukları… Bu iddialar da tarihsel verilerle desteklenebilen bir nitelikten yoksunlar. Aşağı yukarı tümü otokratik ülkelerden oluşan Viyana Kongresi örneğinden, Doğu Bloku ve Varşova Paktına, Bağlantısızlar hareketinden, Afrika Birliğine Latin Amerika’daki ABD karşıtı bölgesel ittifaklardan Arap ve İslam Birliğine vb. otoriter olarak nitelenen ülkeleri bir araya getiren çeşitli iş birlikler ve devletlerarası kurumsallaşmalar bu iddiayı çürütür niteliktedir. Bu tür kurumsal işbirliği girişimlerinin ise ABD ve Batı demokrasileri tarafından hoş karşılanmadığını ve bu güçlerin dağıtıcı müdahaleleriyle yüz yüze kaldığını da eklemek gerek.

Gelelim demokrat ülkelerin dış politikaların da daha demokrat olduğuna yönelik ön kabul niteliğindeki iddiaya: Bu iddia dış politikanın temel ve doğru kabullerinden biri olan dış politikanın iç politikanın bir uzantısı olduğu ilkesine dayanmaktadır ama bu ilkenin çok basitleştirilmiş bir yorumudur bu. SSCB–Doğu Bloku ve üçüncü dünyanın bağımsızlıkçı ülkelerinin izlediği dış politikalar somut olarak analiz edildiğinde, bu politikaların uluslararası alanı demokratikleştirmeye, var olan demokrasileri ise daha da derinleştirmeye yönelik boyutunun inkâr edilemez düzeyde olduğu görülebilir. Şöyle söylemek sanırım daha doğru bir tanımlama olacaktır; ABD-Batı ittifakı demokrasi alanında daha ziyade “serbest” seçimler, bazı demokratik denetim kurumlarının inşası ve insan hakları gibi ağırlıkla siyasal demokrasiyi ve birey özgürlüğünü geliştirmeyi hedefleyen konular üzerinde odaklanırken, SSCB ve müttefikleri daha çok alt sınıfların ekonomik ve sosyal haklarını genişletecek politikalar konusunda ısrarcı olmuşlardır. Yine “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, “kalkınma hakkı” gibi uluslararası alanı demokratikleştimeye yönelik antiemperyalist içerikli kavramların kabulünde, SSCB ve müttefikleri ile Afrika Birliği gibi bağımsızlıkçı oluşumların belirleyici etkileri olmuştur.

Geriye bir tek demokratik ülkeler birbiriyle daha az savaşır iddiası kalıyor. Bu iddia tarihsel veriler üzerinden en azından nicel anlamda ilk bakışta doğru gibi görünüyor. Fakat burada iki önemli soru var: ilki, bu ülkeler demokrasi oldukları için mi yoksa emperyalist oldukları için mi birbiriyle savaşmamak konusunda daha özenli davranmaktadırlar? Zira emperyalist ülkelerin birbiriyle savaşının yeni bir dünya savaşına dönüşme olasılığı herhalde çok yüksektir. Şöyle de söyleyebiliriz: İstisnalar bir yana kural olarak emperyalist hegemonya krizleri çok derin bir nitelik kazandığında, yani bu krizin savaş dışında bir çözümü kalmadığında, ancak bu koşullarda emperyalist ülkeler birbirleriyle savaşı göze alırlar. Dahası bu ülkeler birbiriyle doğrudan savaşmadıkları zamanlarda taşeron ülkeler aracılığıyla ve vekâlet savaşı gibi yöntemlerle aslında birbiriyle savaş halindedirler de… Ayrıca demokratik ülkelerin nicel olarak birbiriyle daha az savaşıyor olduğunu gösteren ampirik araştırmalar, bu bilginin ötesine geçerek bu savaşların “haklı ya da haksız savaş” kavramları açısından yeri ve bu -savaşların yıkıcılık düzeyleri (insan kaybı, doğa tahribi, kentsel yıkım vb.) açısından ne ifade ettikleri bilgisini bizlere sunmamaktalar. İkincisi, “demokratik barış teorisi” demokratik ve emperyalist olan bu ülkelerin birebiriyle savaşmamasında soğuk savaş koşullarının -yani sosyalizm tehditlinin- ne kadar etkili olduğuna dair bir analize de sahip değildir.

ABD ve Batı diğer ülkeleri demokratikleştiriyor mu?

Liberal demokrasinin tarihi eğer Fransız Devriminden başlatırsanız en az 250 yıl… Her halükarda hayli uzun bir tarihten söz ediyoruz… Dünya düzeninin demokratikleşmesi çabası içinde olduğu iddia edilen dünyanın en kudretli-hegemon ülkeleri, bunca yıl içinde dünya düzenini şekillendirmekte tartışılmaz biçimde belirleyici olurlarken en az 250 yıllık çaba sonucunda nasıl olmuştur da demokrasi alanındaki amaçlarına ulaşmakta bu kadar başarısız olmuşlardır? Öyle ki dünya üzerinde bugün mevcut olan 208 ülke içinde demokratikliği tartışılmaz nitelikte olan -sağdan da saysanız soldan da- hep topu bugün sadece 20 civarında ülke var ve işin ironik yanı bu ülkelerdeki tartışılmaz sayılan demokrasilerin bile bugün artık tehdit altında olduğu herkesin paylaştığı bir ortak kanı… Ve yine nasıl olmakta ki demokratikliği tartışılmaz sayılan 20 civarındaki (2) ülkenin hepsinin ortak mazisi yaygın biçimde sömürgecilik ve emperyalizmle suçlanmakta? Bugün Ukrayna da, Rusya’nın insanlık dışı biçimde nükleer silah kullanma tehdidi altında (3) otoriterlik ve demokrasi tercihinin savaştığını ve Rusya kazanırsa otoriterliğin ‘Hür Dünya Bloku” kazanırsa özelde Ukrayna da genelde dünya da demokrasinin kazanacağını yüksek sesle haykıran liberaller bu konu ve sorular üzerinde zerrece düşünmüş müdür?

Emperyalizm ve demokrasi bu durumda aynı madalyonun iki yüzü müdür?

Çeşitli nedenlerle bu soruya teorik olarak olumlu yanıt veremeyiz. Ama pratik olarak ve yukarıda ifade edilen tablo üzerinden bakıldığında tablonun böyle görüldüğü de açık. Teorik olarak diyemeyiz zira her şeyden önce, emperyalizm demokrasilerden çok sonra kapitalizmin ileriki tarihlerinde şekillenmiştir; ama sömürgecilik dönemindeki kaynak aktarımının bu ülkelerin ekonomik gelişmesinde bir katkıları ve bunun da demokratikleşmeyi kolaylaştırıcı bir yanı olduğunu söyleyebiliriz. İkinci olarak; her emperyalist ülkenin demokratik olması diye bir gerekliliğin olmaması da böyle dolaysız bir bağlantının kurulamayacağını bize gösterir. Üçüncüsü, buraya kadar demokrasi derken kast ettiğimiz burjuva liberal demokrasi formudur ve bu formun insanlık için artık dar geldiği ve doğrudan demokrasi formlarının da yer alacağı daha katılımcı bir demokrasi arayışının tartışılır hale geldiği bir tarihsel süreçteyiz. Bu türden bir demokrasinin kapitalizmle ve dolayısıyla emperyalizmle uyuşmaktan ziyade çatışma içinde kendine yaşam bulacağını söylemek yanıltıcı olmayacaktır. Bu durum da emperyalizmle demokrasi arasında doğrusal bir ilişki kurulamayacağına ve hatta tam tersine aralarında çatışmalı bir ilişkinin mevcut olduğuna dair bir başka önemli veridir.

Emperyalizmle demokrasi ilişkisine devletlerarası sistem açısından baktığımızda da hem destekleyici hem de engelleyici, hem barışçıl hem de çatışmalı bir ilişki görüyoruz. Emperyalizm, emperyalist olan ülkelerdeki demokrasi açısından besleyici ve kolaylaştırıcı bir etmenken bağımlı ve daha az ekonomik güce sahip ülkeler açısından engelleyici ya da en azından sınırlayıcı bir rol oynamaktadır. Demokrasi sınıfsal bir denge durumunun devlet düzeyindeki kurumsal-yönetsel yansıması olarak tanımlanabilir. Eğer bu üst sınıflar içindeki bir denge durumuysa biz buna “liberal demokrasi” diyoruz ama eğer bu denge durumunu tanımlayan güçlerden birisi de işçi sınıfı ve alt sınıflar ise biz buna “sosyal demokrasi” diyoruz. Fakat tek başına bir denge durumu kendiliğinden demokrasiyi getirmez aksine sistem içi çatışmaları artırabilir. Demokrasiye yol açabilmesi için bu durumun yeni bir düzeyde istikrar üretebilmesi gerekir. Bu istikrarı üreten ise söz konusu ülkenin mümkün olabildiği ölçüde kendi iç ve dış barışını sağlayabilmesidir. İç barıştan kastımız sahip olunan iç kaynakların tarafları çatışmadan ziyade uzlaşmayı seçmeye yöneltecek tatmin edicilikte olmasıdır. Yani “kazan kazan” formülünün geçerli olabileceği düzeyde bir iç kaynak zenginliğinin mevcudiyetidir… Dış barıştan kastımız ise bu ülkenin dış barıştan yana olması ya da savaşmaması anlamında değildir; kendisiyle savaşılmanın kolaylıkla göze alınamayacağı bir ekonomik, siyasi ve tabi ki askeri güce sahip olması, yani caydırıcılığının çok yüksek olması anlamındadır. Ancak emperyalist ülkeler bütün bu koşulları bir arada taşıyabilecek güç ve olanaklara sahip olabildiği için bugünkü dünyada demokrasisi övülen ve örnek alınan ülkeler aynı zamanda bir başka pencereden emperyalizmleri nedeniyle nefret edilen ülkelerdir de… Peki diğer ülkeler? Onlarda demokrasi tam da bu koşulların bir araya gelmesinin zorluğu nedeniyle ya hiç yoktur ya da doyumluk değil tadımlık düzeydedir.

Zira içinde bulunduğumuz kapitalist sistem nasıl kendi içinde sınıfsal, cinsel, etnik, dinsel vb. alanlarda (ki hepsinin temel nedeni sınıfsaldır) hiyerarşik bir yapıya sahipse, devletler sistemi de aynı biçimde hiyerarşiktir. Nasıl kapitalist ülkeler içinde çok nadiren sınıfsal atlamalar mümkünse devletler sisteminde de nadiren sınıf atlamalar olabilmektedir. Ama ülke içlerinde ve devletlerarası sistemdeki hiyerarşik yapının kendisi baki kalmaktadır (4). Bu durum kural olarak emperyalist olmayan ülkelerde kapitalist ilişkilerin ve ekonomik gelişmenin yerinde saydığı anlamına gelmiyor. Hatta bazıları bugün yüz yıl önceki demokratik ve emperyalist ülkelerin o günkü durumlarından ekonomik olarak daha da güçlüdürler. Buna rağmen neden bu ülkelerde demokrasi paralel biçimde ve aynı oranda gelişmiyor? Bu sorunun yanıtı rekabet ve bağımlılık ilişkileri nedeniyle göreli gelişme eşitsizliğinin sonuçlarının mutlak gelişmeden daha belirleyici olmasıdır(5). Mutlak anlamda gelişmiş olmak tek başına istikrar sağlamamakta ekonomik ve siyasal alandaki kırılganlıkları ortadan kaldıramamaktadır. Ek olarak emperyalist ülkelerin bu çerçevedeki rolleri de “demokratik barış teorisinin” iddiasının tersine kırılganlık ve istikrarsızlığı azaltan değil pekiştiren niteliktedir. Ülkeler arası hiyerarşik kapitalist sistemin bekası mutlak anlamda değil ama göreli anlamda hem ekonomik alanda hem dış ilişkiler bağlamında azgelişmişlik ilişkisinin yeniden üretilmesini gerekli kılar.

Bu mekanizmanın ekonomik boyutlarını iktisat yazınındaki uluslararası ekonomik işbölümü başlığı altında görebilirsiniz; kısaca özetlersek en ileri ve stratejik teknolojilerin emperyalist ülkelerde toplanmas,ı eskiyen ve ikincil olanların da diğer ülkelere kaydırılması esasına dayanır bu işbölümü. Ama biz burada dış politikanın savaş da dâhil siyasal boyutları üzerinde durmakta olduğumuz için hiyerarşik sistemin bu alanda nasıl yeniden üretildiği üzerine yoğunlaşacağız. Aslında bu mekanizmalar demokratik olarak anılan ülkelerin demokrasi ve insan haklarını geliştirmek, istikrar ve yönetilebilirliği tesis etmek vb. gerekçelerle, Balkanlar, Latin Amerika, Ortadoğu, Afrika vb.nde izledikleri yöntemler üzerinden rahatlıkla teşhis edilebilir. Emperyalist demokratik ülkeler önce ilkel-barbar, şimdilerde otoriter olarak nitelenen ülkelere önceleri medeniyet şimdilerde ise insan hakları ve demokrasi götürmek için başlıca şu yöntemleri kullandılar:

1-O toprakların ve toplulukların yeraltı ve üstü kaynaklarını kendilerine mal etmek,

2- Bu coğrafyalarda sınırları tarihsel toplumsal realitelere göre değil kendi çıkarlarına göre dizayn ederek uluslaşma ve ulusal devletleşme süreçlerini sakatlamak (Balkanlar, Ortadoğu, Afrika vb.),

3- Daha önce aralarında ciddi hiç bir sorun olmayan etnik ve mezhepsel kimlikler arasındaki ya da aşiretler aası çelişkileri derinleştirmek, istikrarlı bir birlik yaratılmasına engel olmak (bu alanda özellikle daha beyaz tene sahip olanları ya da medeniyetle soy ya da ırk akrabalığı olduğunu düşündüklerini yönetici elit haline getirip diğerlerini paryalaştırarak kalıcı bir iç savaş ortamı yaratmak (Ruanda, Afganistan, Irak, Libya vb)

4- İşçi sınıfı ve yoksul köylülük gibi çıkarları demokrasinin gelişimi ile dolaysızca bağlantılı sınıfların örgütlenme ve mücadele dinamiklerini baltalamak,

5- Keyfe keder bazı ülkelerde insan hakları ve adil serbest seçimler için baskı yaparken, daha sık olarak serbest seçimlerle iktidara gelmiş olmasına karşın kendi çıkarlarına zıt gördükleri iktidarlara karşı ekonomik ve siyasi abluka, sabotaj, iş savaş kışkırtıcılığı ve açık darbe ve hatta işgal girişimleri içinde bulunmak… (Ukrayna, Şili, Bolivya, Venezüela vb.)

Tüm bu müdahalelerin sonucunda müdahale edilen ülkeler ne demokrasi ve insan hakları skalasında daha yüksek bir noktaya ulaşmışlar, ne istikrar ve yönetilebilirlik alanında olumlu bir mesafe kat etmişler, ne daha sağlam bir ekonomik temele kavuşmuşlar, ne de iç barış açısından mevcut hallerinden daha iyi bir ortam oluşmuştur. Tam aksine bu ülkeler daha çok iç bölünme ve iç savaşla, daha çok yasadışı ekonominin etkinliğiyle, daha istikrarsız ve yönetilebilirlikten uzak bir siyasal kurumsal tabloyla, dinsel ya da faşizan şiddet ve kitlesel kıyımlarla karşı karşıya kalmışlardır. En son örnek Ukrayna olmak üzere Afganistan, Irak, Libya, Suriye, Ruanda vb. geriye doğru insan hakları, demokrasi, istikrar, iç savaşı ve katliamları engellemek vb. gerekçelerle yapılan müdahaleleri öncesi ve sonrasıyla karşılaştırmak müdahale amacı olarak deklare edilenlerle gerçekleşenlerin tam ters istikamette olduğunu ortaya koyacaktır(6).

Tüm anlattıklarımızın peşi sıra bu bölümü şu sonuç cümleleri ile sonlandırmak yerinde olacaktır: Kapitalist emperyalist sistemin demokratik baş aktörlerinin demokrasi ve refahı ile daha az gelişmiş ve daha bağımlı ülkelerin refah ve demokrasileri arasında -bazı dönemlerde tam ters istikamette- daha genel bir kural olarak asimetrik bir ilişki vardır. Bu ülkelerin sahte cenneti ile geri kalan coğrafyaların ıstırabı arasında birbirini çelen değil bilakis birbirini besleyen bir nedensellik söz konusudur. Devam edeceğiz…


1-Kozmopolit Demokrasi, Der: D. Archibugi ve D. Held, Ütopya Kitapevi Yayınları, Editör önsözü, s: 16 ve 17

2- IDDEA gibi uzmanlık kurumları, AB ve BM gibi kurumlar, Economist gibi yayın organları düzenli olarak demokrasi raporu yayınlamaktalar. Bu raporlar da bazen “liberal demokratik ülkelerin sayısı 15 arttı, 25 azaldı” gibi rapor notlarına da rastlanır. Zira eski Doğu Avrupa ülkeleri gibi seçim yapılan ve bazı denetleyici kurumlar oluşturan ülkeler hemencecik demokratik ülkeler sınıfına dâhil edilirler; kısa bir süre sonra da darbe, seçilmiş hükümetin anti demokratik yönelimler göstermesi gibi nedenlerle küme düşürülürler. Zaten raporlarda da “tam demokratik ülkeler”, “kısmi demokratik ülkeler”, “kusurlu demokrasiler” vb. bir dizi alt kategori vardır. Literatürde de hibrit demokrasiler, yarı otoriter demokrasiler, yarışmacı otoriterlik, popülist demokrasiler vb. gibi kavramlarla anılan bu ülkelerin çoğunun demokrasisi, daha iyi anlaşılması için örnek olsun, Türkiye demokrasisinden çok daha tartışmalı bir düzeydedir. Tam demokrasi denilen ülkelerin sayısı ise belirttiğim gibi 20 kadardır…

3- Nükleer silahın kullanımı üzerine felaket senaryolarının çok konuşulduğu bu günlerde Saddam’dan önce hatırlanması gerekenler var: Dünyanın bugüne kadar şahit olduğu en büyük savaş felaketinin Hiroşima ve Nagazaki de yaşandı ve üstelik savaşın kaderi açısından hiçbir önemi olmamasına karşın sırf deneme amaçlı ve yanı sıra SSBB’ye gözdağı verebilmek için gerçekleştirildi bu nükleer katliam… Katliamın “demokrasi şampiyonu” failinin adını vermeye herhalde gerek yoktur.

4-“Ne var ki uluslararası ilişkilerin ana akım literatürü Keohane ve Nye’ın Yeni-Liberal “Karşılıklı Bağımlılık” kuramından hareketle uluslararası sistemi, kuzey- güney arasındaki eşitsizlik ve bağımlılık üzerinden değil, çoklu bağlarla birbirine geçmiş bir karşılıklı bağımlılık üzerinden analiz etti. ABD, Soğuk Savaş koşullarında Marksizm’e alternatif olarak, Talcott Parsons’ın yapısalcı ve işlevselc bir Weber yorumunu temel alan Modernleşmeci yaklaşımı dış politikasında uygulamaya sokmuştu. Modernleşme Kuramı, W.W. Rostow’un kalkınmanın beş aşaması yaklaşımında belirttiği gibi, devletleri doğrusal bir gelişim çizgisi üzerinde belirli aşamalarda tanımlarken, azgelişmişliğin de çevre devletlerin kendi içlerindeki yapısal eksikliklerinden kaynaklandığını iddia ediyordu.” İlhan Uzgel ve Nazan Bedirhanoğlu, “Eleştirel Bir Literatür Değerlendirmesi: Dışlamadan Sınırlı Tanımaya, Uluslararası İlişkiler Kuramları ve Marksizm” Uluslararası İlişkiler Dergisi

5-Lenin’in “Eşitsiz Gelişme”, Troçki’nin “Eşitsiz Bileşik Gelişme” olarak nitelendirdiği kavram daha çok iktisadi ve siyasi alanı kapsayan bir alanda kullanılmış olsa da uluslararası ilişkiler alanındaki gelişmelerin analizinde de son derece kullanışlıdır.

6- Ruanda, Afganistan, Libya gibi ülkelerde yaşanan müdahalelerin ayrıştırıcı, istikrarsızlaştırıcı, iç savaş tetikleyici, yönetilebilirliği ortan kaldırıcı ve mafyavari ekonominin yaygınlaşmasına hizmet edici etkileri için bkz: Evren Balta, “ Küresel Güvenlik Kompleksi”, İletişim Yay.

Mahmut ÜSTÜN