Biri Çıkıp “Dur” Dese

Henüz yaşanmamış bir günün saflığını hissetmek için sabahları işe giderken yolumu uzatmayı göze alıp sahilden geçerdim hep. Arabanın camını açar ve denizin kokusunu çekerdim içime. Güneş, cilveli ışık oyunlarıyla aklımı çelmeye çalışır; bulutları renkten renge boyar, dalgalarda ışıldar, ağaçların yapraklarındaki çiy damlalarından göz kırpardı. O saatte tek tük balıkçılar olurdu kıyıda; oltalarını atmış sakin ve telaşsız beklerlerdi öylece. Gerçekte belki işsiz, kaygılı ve keyifsizdiler. Sorsam, saatler boyu anlatırlardı belki dertlerini, sorunlarını. Ama, ben dışarıdan bakardım onlara ve bir yerlere yetişme derdinde olmayışlarına gıpta ederdim.

Gemiler geçerdi öttürerek düdüklerini; uzak denizlerden gelen kocaman gemiler. Güvertelerinde, Boğaz’ın ihtişamını seyreden tayfalar olurdu. Issız sularda geçen uzun ve yalnız yolculuklardan sonra her iki yakasından da hayat fışkıran bu büyülü kentin soluk alıp verişine kapıldıklarını, ona doğru çekildiklerini, hatta bir an için akıllarından kendilerini sulara atıp kalabalığa karışmayı geçirdiklerini düşünürdüm. Yalnızlık, bilinmezliğin korkusuna ağır basabilirdi bazen, belirsizlik güvene tercih edilebilirdi. O tayfalardan birinin olsun, bu çılgınlığı yapmasını isterdim nedense; bir kadına bir bakışta vurulur gibi bir kente vurulup, hiç düşünmeden geçmişi terk edebilme cesaretini göstermesini ve kalbinin sesini dinlemesini… Ah, bir başarabilse, kanatlanmış yüreğimle yanına varır, bu sihirli ânın değerini anlayıp kaderine karşı gelebildiği ve kendi gemisinin dümenini ele geçirdiği için dualarımla kutsardım onu.

Simitçiler yürürdü kaldırımlarda, balıkçıların yanına giderlerdi günün ilk siftahını yapmak üzere. Durup ben de bir bardak çayın yanında sıcak bir simit yemek isterdim, ama işe geç kalacağımı düşünerek hemen vazgeçerdim. Bu küçük keyfin bütün bir güne yansıyacağını bilmeme rağmen genç tayfa için yarattığım hayallerin azıcığını bile kendim için yaratıp yaşayamazdım. O zamanlar hayatı fazla ciddiye alırdım.

Okul servislerinde başlarını cama dayamış, uykulu gözlerle bana bakan çocuklara el sallardım. Buğulu bakışlarında kendi çocukluğumu görürdüm. Sabahları çalar saatle uyanmak yerine annelerinin koynunda keyif yapmak istediklerini çok iyi bilirdim. Hiçbir dersin sevginin yerini tutamayacağını da… Sevginin aslında en önemli bilgi olduğunu anlatmak isterdim onlara ve bir disiplin işi olduğunu söylerdim. Bize bunu hiç anlatmadılar okullarda; korku aşılayarak zorla kendilerini saydırmayı öğrettiler sadece. Sevgiden bahsetmediler. Onu, zaten birilerine karşı duyduğumuz doğal bir his olarak gördüler. Nasıl besleneceğini, nasıl büyütüleceğini, ondan neler üretilebileceğini, tüm canlıların ve yaşamın tek kaynağının gerçekte o olduğunu bir kez bile dile getirmediler. Emek vermenin, gerektiğinde gocunmadan özveride bulunmanın, hesapsız ve beklentisiz olmanın, bağışlayabilmenin önemine değinmediler bile. Kendi haline bırakarak yaşar hale geldik sevgilerimizi ve hepsi de bir yerlerde ya soldu ya tükendi ya da büyüyemeden kaldı. Başka her şey için çaba harcadık, özen gösterdik, zamanla yarıştık da nedense sevgi için yapmadık bunları. İşte bu yüzden, okul servislerinde başlarını cama dayamış, uykulu gözlerle bana bakan çocuklara el sallarken içim isyanla dolardı ve Boğaz’ın akıntılarında zorlanan küçük bir kayık gibi zorlanırdım hayatın bir türlü değiştiremediğim akışını kabullenmeye çalışırken. Kabullenmemenin de bir tercih olabileceğini bilmezdim o vakitler. Boyun eğmeye şartlamıştı hep büyükler.

Deniz görünmez olurdu, arkada kalırdı balıkçılar, gemiler, kayıklar ve simitçiler. Güneş, binaların arasında kaybolurdu. Trafik lambalarının kırmızı ışıklarında takılır kalırdım, aklımın takılı kaldığı yerler başka yerler olsa da. Yanımdaki, önümdeki otomobillerde işadamları ve işkadınları olurdu; sabırsız ve asabi görünürlerdi hep. Direksiyonda duran ellerinden, parmaklarını oynatışlarındaki gerilimden hissederdim bunu. Gecikmek, yetişememek, kaçırmak telaşıyla beklerlerdi yeşilin yanmasını ve sonra hırçın hareketlerle basarlardı gaza. Hiç sorgulamadan düzene ayak uydurmak ve o delice hay huyun içinde egolarını şişirmek için koştururlardı. Ben ise “ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında” misali fark eder, tanımlar, karşı çıkar ama ne yapmam gerektiğini bir türlü bulamazdım. O farkındalıkla hayalleri gerçek gibi hissetmenin, sonuçları yaşamadan görmenin ve korkusuzca eyleme geçmenin mucizeler yaratabildiğini sonradan anladım. İnsanların kendi senaryolarını yazarak, kendi kaderlerini çizmeye muktedir olduklarını öğrenmem uzun yıllar aldı.

Salvador Dali, 1931, The Persistence Of Memory, Salvador Dal

Zaman, kadrajdaki dijital göstergelerden, bileklerdeki şık saatlerden gözükse, saniyeler tıkır tıkır akıp gitse de, biri çıkıp “Dur!” dediğinde sanki duracakmış gibi gelirdi. O biri, her kimse, geliverse, zaman dursa, hayat ne olurdu acaba?

Bence, devam ederdi yine… Korku, telaş ve hız da donardı akrep ve yelkovanla birlike. Bir şeyler eksilirken bazı şeyler çoğalırdı belki de. Gökyüzüne bakardı insanlar, güneşi ve ayı izlerlerdi zamanı anlamak için. Gölgelerini keşfeder, o gölgelerden ibaret olmadıklarını hisseder, sahtesini fark edip gerçeğine kavuşma arzusuyla yaşamları boyunca ilk kez içlerine bakarlardı. Orada başka bir “ben”, başka bir kimlik olduğunu anlar ve onu tanımaya girişirlerdi. Gecenin ve gündüzün içinde kendi zamanlarını bulur, karanlığın ve aydınlığın derinliklerinde kaybolurlardı. Mevsimlerin değiştiğini takvim yapraklarından anlamazlardı artık; ağaçlar, kuşlar, böcekler ve çiçekler gibi yaşarlardı, duyularıyla hisseder, sezgileriyle kavrarlardı. Daha önce algılamadıkları güzellikleri algılarlardı; renkler canlanır, kokular keskinleşir, sesler belirginleşirdi. Erguvanların pembelerine bulanır, limon çiçeklerinin saflığıyla arınırlardı. Bülbüllerin de bir şarkısı olduğunu fark eder, martıların çığlıklarında yaşlı bir kadının kahkahalarını duyarlardı. Zamansız kalmanın kaosu, gerçek zamanı bulmanın huzuruna dönüşürdü yavaş yavaş… Binyıllar boyunca hep önüne ve arkasına bakarak yaşamış olan insanoğlu, başını yukarıya kaldırdığında ya da şöyle bir çevresine bakındığında gelecek ve geçmiş o ânın içinde erir giderdi. Anları bir akbaba gibi didikleyen, yok eden “zaman”, tek bir andan ibaret olurdu. Herkes o ânın içinde yaşar, o ânın duygusuyla bütünleşir, o ânın hakkını verirdi. Sevgi, o anda yeşerir, o anda gelişir, o anda büyür, o anda beslenir ve çoğalırdı.

İşte o anda, bir balıkçı tekrar sulara yollardı oltasına takılan bir balığı, uzak denizlerden gelen yalnız bir denizci yeni bir yaşamın kucağına atıverirdi kendisini, bir kadın durup sıcak bir simit alır ve iyi demlenmiş bir bardak çay ısmarlardı kendisine, küçük bir çocuk annesinin koynunda açardı gözlerini, bir işadamı adam olduğunu, bir işkadını kadın olduğunu hatırlardı yeniden… Uyanırdı insanlar o derin uykularından. Ve biri, bir yerlerde Özdemir Asaf’ın “Yaşam” şiirini mırıldanırdı içinden:

Sanırım görmediniz;
Şimdi şuradan geçti.
Yazık görmediyseniz,
Böcek gibi güzeldi.

 

Kiraz GÖKIRMAK
Latest posts by Kiraz GÖKIRMAK (see all)