Siyaset, Rant ve Yargı İlişkilerine Dair Uzun Bir Hikaye

“İnsanlar, hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır/ o ferah delişmen gözüken birçok alınlarda/ betondan tanrılara kulluğun zırhı vardır.”

İsmet Özel’in nahoş olmadan önce yazdığı şiirlerinden dizeler bunlar. “Zaten hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır?” diye sorar Mevlâna. Hoş olan her şey gün gelir nahoş olur.

Hakikaten de insan hangi dünyaya kulak kesilmişse ötekine sağır kalır. İnsanın kulak kesildiği dünya da kendi dünyası değil, başkasının dünyasıdır, kötülüğü namertliği, çiğliği ve çirkinliği aradığı yer ötekilerin dünyasıdır.

Bu ben ve öteki ayrımı da benim ve ötekinin dünyası da yapaydır, muhayyeldir. Beni ötekinden, dünyalarımızı birbirinden ayıran şey vehmimizden ibarettir.

Yine de insan başkalarının dünyası diye baktığı yerde gördüklerine dair gösterdiği tepki konusunda da samimidir, çünkü kendi dünyasının kokuşmuşluğuna sağırdır. Kişinin bu durumu hakkaniyet terazisine vurulsa bu kişinin münafık olduğunu söylemek bile çok zordur. Zira, münafık kendisi hakkında bildiğini gizlemek kastıyla hareket ettiği için münafıktır, kendi dünyasına sağır olan ise kendisinden bihaberdir.

Kırk yılın başında bir değerli bir hukukçuyu, Orhan Gazi Ertekin’i dinlemeye gittiğimizde, orada dinlediklerim bağlamında bir yazı yazmış, sonraki zamanlarda da bu mevzudan bahsedeceğimi söylemiştim.

O konferans sonrasında sevgili Murat Sevinç hocayla karşılaşıp ayak üstü sohbet etmiştik. “Nasıl ki, darbe teşebbüsü başkaları için Allah’ın lütfu olduysa, o teşebbüsün mağdurlarının sana KHK darbesi yapmaları da bize Allah’ın lütfu oldu” diye nahoş bir espriyle başlatmıştık sohbeti.

“Milyonlarca seçmenden biri olarak, bir sürahiye oy veririm” muhtevalı yazısından açmıştık konuyu. Güncel olanı, bugünü eleştirenlerin hiç de eleştirici makamında oturmayı hakketmediklerini, aslında olanın tipik bir “hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır kalma” halinden ibaret olduğundan dem vurmuştum. Burada yazacaklarım da o sohbetten mülhem.

Sivas katliamının dumanının tüttüğü, Nevruz kutlamalarının helikopterlerle tarandığı, Tansu Çillerin, arkasına yardımcısı Murat Karayalçın’ı alıp, televizyon ekranlarında infaz edilecekler listelerini salladığı, Kürt bürokratların infaz edildiği zamanlardı. Devlet kadrolarından Alevi ve Kürt olanlar ayıklanıyordu ve sıranın bana da gelmekte olduğunun bütün emareleri mevcuttu. Zaten sebepsiz gözaltı ve mesnetsiz suçlamalar gidişatı gösteriyordu. Başımın çaresine bakmalıydım. Birileri git demeden kapıyı çarpıp çıktım.

Böylece, hedef tahtasından çıkıp özel ve güzel sektörün hizmetine adadım kendimi. Çok kalmadım sokakta. İlkin kıymetli üstadım ve eski genel müdürüm bana kapısını açtı. Derken çok geçmeden ülkede 28 Şubat süreci adım adım işlemeye başlamıştı.

Sarıklı Cübbeli bir takım insanların Kocatepe camisinde “şeriat isteriz” diye bağırtıldığı, devletin karanlık yüzünün Susurluk’taki bir kazada gün yüzüne çıktığı, Sincan’da tankların yürütüldüğü, İktidarın bir kanadının vatandaşlara, imanı kin ve nefretle yoğurun talimatları vererek muhaliflere kerhaneci, generallerin başbakanlık koltuğundaki zata pezevenk dediği o günlerde, 28 Şubatın kudretli generallerin “silahsız kuvvetler” dediği kuvvetlerden biriyle mali müşavir olarak yolum kesişmişti.

Anlatacağım hikâye de bu döneme ait.

M. Şirin ÖZTÜRK
Latest posts by M. Şirin ÖZTÜRK (see all)