“Amerikalılar giderek tarihsiz bir halk, sadece belleği olan bir halk, yani yaşamın kaçınılmaz gerçekleri –trajedi, hüzün, ahlâksal belirsizlik- karşısında hazırlıksız ve dolayısıyla çetin etik sorunlarla yüzleşmeye isteksiz bir halk hâline geliyorlar.”
-Elliot Gorn, “Professing History: Distinguishing Between Memory and Past,” (=”Tarihçi Kesilmek: Bellekle Geçmişi Ayırdetmek”) Chronicle of Higher Education (28 Nisan 2000)
-Elliot Gorn, “Professing History: Distinguishing Between Memory and Past,” (=”Tarihçi Kesilmek: Bellekle Geçmişi Ayırdetmek”) Chronicle of Higher Education (28 Nisan 2000)
2002 Ağustosunda Başkan George Bush Amerika’da, kitle imha silâhlarına sahip olduğu ileri sürülen Irak diktatörü Saddam Hüseyin’i devirme amacıyla savaş tamtamlarını çalmaya başladı. Bush bunu; kanıt, maliyet konularında bilgi, “neden şimdi” sorusunun yanıtını sunmaksızın ya da böylesi bir savaşın uzun erimli sonuçlarına değinmeksizin yaptı.
Ve 2002 Ekiminde, ABD Kongresi sadece başkana tarihte eşi görülmemiş bir “önleyici savaş”a karşı savaş açma yetkisi bağışlamakla kalmadı; o bunu, böylesine provoke edilmemiş bir işgalin nedenleri, kanıtları, maliyetleri ve ulus -ve dünya- açısından uzun süreli sonuçları konusunda da hiç bir şey sormaksızın yaptı. Ancak savaşa alışkın -ve savaşa ve şiddetin kullanımına yatkın- bir demokratik toplum savaşı böyle alelacele, liderlerine savaş konusunda herhangi bir soru sormaksızın ve onlardan yanıt talep etmeksizin kabul edebilirdi.
Ve sonunda, ancak Fransızlar’ın, Almanlar’ın, Ruslar’ın ve Çinliler’in itirazları bazı Amerikalılar’ı, gerçekte nelerin planlanmakta olduğuna ilişkin sorular sormaya zorladı. Bush’un Irak’a karşı savaşı Şubat 2003 ortalarında başlatmasını önleyen bunun yanısıra 15 Şubat 2003’de milyonlarca insanın dünyanın her yanındaki 350 kentte yaptığı savaş-karşıtı gösteriler oldu.
Ama, hiç bir şeyin, Bush yönetiminin savaş seferberliğini durduramayacağı hissediliyordu. Amerikan diplomatlarının BM Güvenlik Konseyi’nden yetki kopartma çabalarının başarısızlığa uğramasının da, hemen hemen tümü sessiz kalan ya da savaşı destekleyen Kongre üyelerinin umurunda olmadığı görülüyordu. Ardı arkası kesilmeyen kamuoyu yoklamaları, önemli ve uzun erimli bağlaşıkların ve dünyanın dörtbir yanındaki savaş karşıtı göstericilerin giderek daha öfkeli hale gelen itirazlarına rağmen -ya da bundan ötürü- Amerikan halkının çoğunluğunun, önleyici bir savaşa verdiği desteği sürdürdüğünü gösteriyordu.
Amerikan okullarında ve ders kitaplarında -ister büyük isterse küçük ölçekli olsun- savaşın ve ev içi şiddetin, bu ülkenin hemen hemen 400 yıl önce kuruluşunun ilk günlerinden bu yana Amerikan yaşamı ve kültürü içinde çok yaygın olduğu gerçeği öğretilmez. Konunun öndegelen tarihçisi Richard Maxwell Brown’a göre, değişik biçimler alan şiddet “ulusal deneyimimizin hemen hemen bütün evreleri ve veçhelerine eşlik etmiştir” ve “değerler sistemimizin açıkça itiraf edilmeyen (yeraltındaki) bir parçasıdır.” Gerçekten de, “uzak sömürge geçmişimizden bu yana yinelenen bir dizi şiddet epizotu yurttaşlarımız üzerinde bir şiddete yatkınlık izi bırakmıştır.”
Demek oluyor ki Amerika 11 Eylül saldırısının çok öncesinden bu yana savaşa ve ev içi şiddete ulus düzeyindeki tutkunluğunu ortaya koymuştur; ancak liderleri ve aydınları geçen yüzyılın hemen hemen tümü boyunca, Amerikan halkının da sorgulamaksızın benimsediği bir ulusal öz-imge, ahlâksal, “barışsever” Amerikan ulusu söylencesini geliştirmekten geri durmamışlardır.
Ulusal, barışsever öz-imgesine rağmen Amerikan yurtseverliği çoğunlukla askerî, hatta militarist bir tarzda bulmuştur anlatımını. En azından yedi başkan seçilmelerini esas olarak askerî kariyerlerine borçlu iken (George Washington 1789, Andrew Jackson, 1828, William Henry Harrison, 1840, Zachary Taylor, 1848, Ulysses S. Grant, 1868, Theodore Roosevelt, 1898, and Dwight David Eisenhower, 1952), örneğin Richard Nixon ve John F. Kennedy gibileri askerî sicillerini kullanarak başkanlığa yükselmiş ve federal düzeyde ve eyalet düzeyinde sayısız diğer yetkili bulundukları yere gelebilmek için savaş sicillerinden ve askerîsicillerinden yararlanmışlardır.
20. yüzyılın ilk onyıllarında Başkan Woodrow Wilson’dan başlamak üzere, ulusun liderleri ülkeyi moralist retorik kullanarak savaşa sürüklemeye başladılar. Onlar Amerikalılar’a kararlılıkla, ulusun dünyadaki istisnai misyonunun onun savaşa girmesini gerektirdiğini söylüyorlardı; ama onlara göre Amerika savaşa girdiğinde de, sadece ahlâksal açıdan haklı olanı yapardı.
1898’de Dışişleri Bakanı John Hay, İspanyol-Amerikan savaşını “görkemli küçük savaş” biçiminde niteleyerek övmüştü. Yorumcular İkinci Dünya Savaşı’nı “iyi savaş” ve bu savaşta çarpışanları “En Üstün Amerikan Kuşağı” sözleriyle göklere çıkarmış ve Başkan George Bush 29 Ocak 1991’de, Irak’a karşı savaşa girişeceği sırada, “Biz Amerikalılar’ız; bizim çetin özgürlük savaşımını omuzlamak gibi özel bir sorumluluğumuz bulunuyor. Ve biz işin içine girdiğimizde özgürlük yaşama geçer” demişti.
Bu, Amerika’nın bütün savaşlarını, üstünü, çıkarlarını korumaya hizmet eden bir moralist retorikle örttüğü bayağı motiflerle yaptığını ileri sürmekten ziyade Amerikalılar’ın, savaşın Amerikan deneyiminin tümü boyunca oynadığı büyük rolü kavramaktan uzak oldukları anlamına gelir.
Bununla birlikte tarihçiler, diğer bazı önemli hususların yanısıra savaşın Amerikalılar’a nasıl dövüşmeleri gerektiğini öğrettiğinin, farklı öğelerden oluşan Amerikan nüfusunu birleştirmeye hizmet ettiğinin ve ulusal ekonomiyi uyarmaya yardımcı olduğunun pekala bilincindedirler. Fakat, Amerikalılar’ın öz-imgesini zayıflatmama kaygısıyla olsa gerek, onların Amerikan halkına verdikleri mesaj bu olmamıştır.
Savaşların ne denli sık yaşandığını ve ABD’nin evriminde ne denli merkezi bir rol oynadığını görmek için bir liste yapmaya başlamamız yeterli olacaktır. Amerika’nın savaşları 1622’de Kızılderililerin Jamestown; Virginia’ya saldırmalarıyla başladı; bunu 1635-36’da New England’daki Pequot Savaşı ve Massachusetts’in kasabalarının hemen hemen yarısının yokedilmesiyle sonuçlanan Kral Philips savaşı izledi. Yerli Kızılderililerle savaşlar ve çarpışmalar 1900’e değin sürecekti.
1689 ile 1763 yılları arasında İngiltere’nin ve onun Kuzey Amerika kolonilerinin, Fransız imparatorluğunun (ve onların Amerikalı Kızılderili bağlaşıklarının), İspanyol ve Hollanda imparatorluklarının karıştığı dört büyük emperyal savaş oldu. Kabaca aynı dönemde, yani 1641 ile 1759 yılları arasında beşi büyük ayaklanma (örneğin 1676-1677‘de Virginia’da Bacon’s Ayaklanması, 1689-1692‘de New York’ta Leisler’s Ayaklanması ve gene 1689-1692‘de Maryland’da Coode’s Ayaklanması) boyutlarına ulaşan 18 yerleşimci patlaması ve 40 kargaşa yaşandı.
Amerikalılar İngiltere’den bağımsızlıklarını ve Mississippi ırmağına kadar olan sınırlarını Devrimci Savaşın sonunda elde ettiler.
1812-1815 yılları arasında İngiltere’ye karşı ikinci savaş bağımsızlığımızı perçinlerken, 1622 ile 1900 yılları arasında Yerli Amerikalı Kızılderililer’le yapılan 40 savaş sonunda ulusal egemenlik alanımıza milyonlarca ve milyonlarca akr toprak ekledik.
1848’de, California ile New Mexico’nun yanısıra Utah ve Wyoming’in bazı bölümleri de içinde olmak üzere bütün güneybatı, Meksika’ya karşı yapılan savaş sonunda ele geçirildi. 1861 ile 1865 yılları arasındaki İç Savaş ise Amerika’nın tarihindeki en kanlı savaştı.
Amerika’nın denizaşırı imparatorluğunun oluşumu, ABD’nin Filipinler, Küba ve Porto Riko’nun kontrolünü eline geçirmesiyle sonuçlanan İspanyol-Amerikan Savaşı ve Filipinler İsyanı’yla (1898-1902) başladı.
Ardından Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Kore Polis Harekatı (1949-1952) ve Amerika’nın tarihindeki en uzun -ve en pahalı- savaş olan 1959 ile 1975 yılları arasındaki Vietnam Savaşı geldi.
Bu arada, 1789 ile 1945 yılları arasında, dünyanın değişik yerlerinde başkanlık tarafından yetkilendirilen en az 200 askerî harekat yaşandığını belirtmeliyiz. Diğerlerinin yanısıra, bu askerî harekatlar 1849’da Hindiçini’nin bombalanması ve 1904 ile 1934 yılları arasında hemen hemen tüm Karayip ve Orta Amerika ülkelerinin işgallerini de içeriyordu. Hatta Dışişleri Bakanı Dean Rusk, ABD’nin Küba’da Fidel Kastro’ya karşı askerî müdâhalesini haklı göstermek için 17 Eylül 1962’de ABD Senato Oturumuna 1789 ile 1960 yılları arasındaki 200’den fazla (şimdi “düşük yoğunluklu çatışma” denen) “emsal”den oluşan bir liste sunabilecekti.
1945 ile 1989 yılları arasındaki Soğuk Savaş döneminde ABD, doğrudan ya da yardımcıları aracılığıyla, açık ya da üstü örtülü olarak ve dünyanın her yanındaki üslerinden hareketle savaş yürüttü.
1989’da Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra ABD, (Ocak ve Şubat 1991’de Irak’a karşı) Körfez Savaşında, eski Yugoslavya’da (1999’da) ve 2001’de Taliban hükümetine ve 2003’de Afganistan’da ve Filipinler’de uluslararası teröristlere karşı harekatlarda olduğu gibi önemli askerî harekatlara girişti. Bu listeye 2003’de Irak’a karşı başlatılan savaşı ve belki onun ardından, son dönemde nükleer silâhlarını ve füzelerini gösteren Kuzey Kore’ye karşı açılabilecek savaşı ekleyebiliriz.
Amerikan tarihçileri savaşları, özellikle de İç Savaşı ve İkinci Dünya Savaşını doymak bilmezcesine incelemişlerdir; ancak onlar dikkatlerini hemen hemen her zaman savaşın nedenleri ve sonuçları ve yönetimi, savaşalanı taktikleri ve stratejisi vb. üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Savaşın Amerikan kültürel yaşamı üzerindeki genel ve spesifik etkileri çoğu zaman gözden kaçırılmıştır; savaşla sivil yaşamdaki şiddet arasında kurulması olanaklı bağlantılar hâlâ bilinmezler ülkesinin sınırları içinde bulunmaktadır. Acaba savaş, doğrudan ya da dolaylı olarak Amerikalılar’da saldırganlığa ve şiddet kullanımına yatkınlık iklimi mi yaratmıştır, yoksa bunun tersi mi sözkonusudur?
Amerikan tarihçileri ve araştırmacıları bu sorunu hiç bir zaman doyurucu bir biçimde araştırmamışlardır. Halbuki, tarihçilerin ezici çoğunluğu Amerika’nın şiddete eğilimli bir ülke olmuş olduğunu ve hâlâ da öyle olduğunu başından beri biliyorlardı. Fakat onlar bu konu üzerinde çok az durmuş ve halkı, ulusal kültürlerinin bu önemli veçhesi hakkında gerçekçi bir kavrayış edinme olanağından yoksun bırakmışlardır. Bu eksiklik, bir yandan liselerde, kolejlerde ve üniversitelerde kullanılan ve Amerika’daki şiddeti açıklamaya kalkışmak bir yana, bu konuya ciddi olarak eğilmeye bile kalkışmamış olan tekstlerde ve bir yandan da bu tekstler esas alınarak hazırlanan popüler tarih kitaplarında en açık bir biçimde gözlemlenebilir.
Dolayısıyla, Amerikan yaşamı ve tarihinde şiddetin merkezi rolü konusunun derinden kavrandığı söylenemez.
Amerikan tarihçilerinin ezici çoğunluğu Amerika’nın “üst düzey” şiddet ortamını incelememiş, tartışmamış ve onun hakkında yazmamışsa, bunun nedeni şiddetin sık ve yaygın kullanımına ilişkin sağlam veri ve bilgi yokluğu değil, şiddet ile Amerikan kültürünün çözülmezcesine sarmaş dolaş olduğu realitesiyle yüzleşme karşısında duyulan isteksizliktir.
Bir dizi tanınmış öndegelen tarihçi bunun böyle olduğunu yıllardır saptamış bulunuyorlar.
1970’de yayımlanan American Violence: A Documentary History (=Amerika’da Şiddet: Belgesel Bir Tarih) adlı temel belgeler kolleksiyonunda, iki kez Pulitzer Ödülünü kazanmış bulunan tarihçi Richard Hofstadter şöyle yazıyordu:
“Amerikan şiddetini incelemeye başlayan birini en çok etkileyen, bu olgunun tarihimizde ne denli sıradan ve yaygın oluşu, çok yakın ve çağdaş zamanlara kadar sürüp geliyor oluşu ve bizim, istisnai ulusal erdem konusundaki üstünlük iddiamızla keskin bir kontrast oluşturmasıdır.” Hatta Hofstadter, şiddetle nitelenen 1960’ların “mirası”nın tarihçileri, Amerikan şiddetini sistematik bir biçimde incelemekle yükümlü kılacağını da söylemişti.
Fakat, Amerikan tarihçilerinin çoğu bu konudan özenle kaçınmış ya da bir biçimde onun üstünü örtmüşlerdir. Örneğin, 1993’de yayımlanan baş yapıtı The History of Crime and Punishment in America(=Amerika’da Suç ve Cezanın Tarihi) adlı kitabında Stanford Üniversitesinden tarihçi Lawrence Friedman, Amerikan şiddetinin bir dizi biçimine bir bölüm ayırmıştı. Kitabın sonunda yer alan, son derece öğretici sonuç bölümünde Friedman şunu belirtiyordu:
“Amerikan şiddeti Amerikan kişiliğinin derinliklerinde bir yerden geliyor olmalı… bu rastlansal ya da jenetik bir şey olamaz. Amerikan yaşamını o yapan, bu yaşamın spesifik olgularıdır… belki de suç, özgürlüğün bedeli olmuştur… (fakat) Amerikan şiddeti hâlâ tarihsel bir bilinmez olarak kalmayı sürdürmektedir.” Tarihçilerin tartışmaktan kaçındıkları tam olarak ne? Temelde Amerikan şiddetinin üç biçimi olagelmiştir: güruh şiddeti, kişilerarası şiddet ve savaş. Güruh şiddetinin yaygınlık düzeyi konusunda ne söylenebilir?
Indiana Üniversitesinden tarihçi Paul Gilje, 1997’de yazdığı Rioting in America (=Amerika’daKargaşalıklar) adlı kitabında, 1600’lerin başlarından 1992’ye kadar en az 4,000 kargaşalık yaşandığını belirtti. Gilje, “kargaşalıkların etkisini anlamaksızın Amerikan halkının tarihini tam olarak kavrayamayız” diyordu. Film yönetmeni Martin Scorsese’nin, dikkatini, Amerika’nın kent deneyiminin tarihsel eksenini oluşturan Temmuz 1863’deki Askere Alma Yasası kargaşalıkları üzerinde yoğunlaştıran New York Çeteleriadlı filminde söylemek istediği de tam buydu işte. Ancak, Gods and Generals (=Tanrılar ve Generaller) adlı filmdeki türden şiddetli kargaşalıkların ya da İç Savaştaki çarpışmaların arasıra gözümüze çarpan dehşet verici film sahneleri, ulusun tarihini tam anlamıyla kavramamıza yetmez.
M.I.T.’de (=Massachusetts Institute of Technology/ Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) görevli tarihçi Robert Fogelson, 1971’de yazdığı Violence as Protest: a Study of Riots and Ghettos (=Protesto Aracı Olarak Şiddet: Kargaşalıklara ve Gettolara İlişkin Bir İnceleme) adlı kitabında şu sonuca varıyordu: “Amerikalılar 3.5 yüzyıldır başka türlü ulaşamayacakları hedefleri elde etmek için şiddete başvurmuşlardır… gerçekten de yerli Beyaz çoğunluğun şu ya da bu biçimde ya da zamanda Amerika’daki tüm diğer azınlık gruplara karşı şiddete başvurduğunu, ancak buna rağmen Amerikalılar’ın kargaşalığı sadece gayrımeşru saymakla kalmadıklarını, daha da önemlisi onu bir sapkınlık olarak gördüklerini söylemek hiç de abartma olmayacaktır.”
Grup şiddetini çekici kılan nedenlerden biri, güruh taşkınlığının görüntüsüdür. Fakat, tarihçiler bunun da ötesinde grup şiddetini, değişen ekonomik, siyasal, toplumsal, kültürel, demografik ve dinsel koşullara bir tepki olarak ele almaktadırlar. Dolayısıyla, sözkonusu epizotlar ne kadar şiddetli olursa olsun, tarihçiler bu grup davranışlarını daha kapsamlı “nedenlere” bağlamakta, onların bir biçimde “nedenin” sonucunu yansıttığını düşünmektedirler.
(Bu, bir çok Amerikan tarihçisinin güney ayrılıkçı hareketini ve İç Savaş’ı hâlâ sürmekte olan ele alış tarzına benzetilebilir. Kölelik kurumlarını sürdürmeyi amaçlayan Güneyliler, Amerikan tarihinde, neredeyse birliği yokolma noktasına getiren en kanlı savaşı başlattılar. Fakat, Güneyliler’in kendi “özgürlükleri” uğruna savaştıklarını ileri sürmelerinden ötürü, tarihçiler onların, başka ülkelerde normal olarak ihanet olarak değerlendirilecek olan eylemini meşru bir dava saymışlardır.)
Şimdi işin asıl çetrefil yanına geliyoruz: 400 yıllık Amerikan tarihsel deneyiminde kargaşalıklara ve kollektif şiddete kurban gidenlerin sayısı ne kadardır? Diğer şeylerin yanısıra Yerli Amerikan Kızılderilileri’ne, Afro-Amerikalılar’a, Meksikalı-Amerikalılar’a, Asyalılar’a uygulanan resmî ve gayrıresmîşiddeti, sayısız kargaşalığı, vigilante* ve linç eylemlerini kapsadığı hesaba katıldığında bu rakamın asla tam olarak bilinemeyeceğini söyleyebiliriz.
Fakat, daha kesin istatistikler elde edilene kadar muhafazakâr bir tahminle, 1607 ile 2001 yılları arasında 2,000,000 ölü ve yaralı (başka bir anlatımla 395 yıl boyunca her yıl için 5,063 ölü ve yaralı) rakamı herhâlde analitik amaçlar için makul -ve tamamen muhafazakâr- bir rakam olarak kabul edilebilir.
Bir bilimadamına göre, 1622 ile 1900 yılları arasında bugünkü ABD sınırları içinde en azından 753,000 Yerli Amerikan Kızılderili savaş ve soykırımın kasıtlı kurbanı oldu. Aynı akibete uğrayan Afro-Amerikalılar’ın sayısı -750,000- Kızılderililer’in sayısıyla aynı ya da ondan biraz daha fazladır.
Bütün diğer kollektif şiddet olaylarına bağlı olarak meydana gelen toplam ölüm rakamı 20,000’in epey altında gözüküyor. En büyük kargaşalık olan Temmuz 1863’deki New York City Askere Alma Yasası kargaşalığı 105 ile 150 arasında ölüme yol açarken, 1960’lı yılların bellibaşlı kargaşalıkları (Watts; Los Angeles, Newark; New Jersey ve Detroit; Michigan) toplam 103 ölümle sonuçlandı ve 1992 yılındaki Los Angeles kargaşalığı 60 kişinin yaşamına mal oldu. 326 vigilante epizotunda ölenlerin sayısının 750 ile 1,000 arasında olduğu tahmin edilmektedir. 1882 ile 1968 yılları arasında yaklaşık 5,000 kişinin linç edilmek suretiyle öldürüldüğü ve işçilerle işyeri yönetimleri arasındaki şiddet olaylarında bir diğer 2,000 kişinin yaşamını yitirdiği biliniyor.
Dehşet verici gözükse de -ki, gerçekten de dehşet vericidir- bu 2,000,000 rakamı, Amerikan şiddetinin tarihçilerin çok yakın zamana kadar sistematik olarak gözardı ettikleri ana biçimi yanında hafif kalır. Şiddet tarihçileri, grup şiddetiyle tam bir kontrast oluşturan ve çok daha yaygın bulunan ve bazan çok kişisel ve grup şiddetinden çok daha öldürücü olan bireysel, kişilerarası şiddeti büyük ölçüde gözardı etmişlerdir.
1997 yılında, iki tanınmış hukuk bilgini olan Franklin Zimring ve Gordon Hawkins, Crime Is Not The Problem: Lethal Violence In America Is (=Sorun Suç Değil, Amerika’daki Öldürücü Şiddet) adlı kitaplarında 1960’larla 1990’lar arasında G-7 (Kanada, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya ve ABD) ülkelerindeki suç oranlarını karşılaştırdılar. Onlar vardıkları sonucu dosdoğruca şöyle dile getirdiler:
“ABD’ndeki öldürücü şiddette çarpıcı olan, bunun bir birinci dünya ülkesinde yaşanan bir üçüncü dünya fenomeni olmasıdır.”
Kişisel şiddet olayları; bar kavgalarını, tanışık kişiler, iş arkadaşları, aşıklar ya da cinsel rakipler, aile üyeleri arasındaki kavgaları ya da bir soygun, kapkaççılık ya da başka bir suçun işlenmesi sırasında meydana gelen şiddet olaylarını kapsamakta, ancak bunlarla sınırlı bulunmamaktadır. Bu kategorideki kandökümünü 1607 ile 2001 yılları arasındaki grup şiddetinin 2,000,000 kurbanıyla karşılaştırdığımızda ne görüyoruz?
Sadece 20. yüzyılda, 10 milyondan epey daha fazla Amerikalı şiddet içeren suçların kurbanı olmuş ve bunların yüzde 10’u -ya da 1,089,616’sı- 1900 ile 1997 yılları arasında cinayete kurban gitmiştir. “Resmîkayıtlara geçen” adam öldürmelerin, ağır saldırıların, soygunların ve ırza geçmelerin 1937 ile 1970 yılları arasındaki “toplam” sayısı 9,816,646 idi; fakat bu rakamların hepsi de gerçek rakamın altındadır!
20. yüzyılın her yılında işlenen suçların en azından yüzde 10’u şiddet suçları -adam öldürme, ağır saldırı, zorla ırza geçme ve soygun- olmuştur. 1900 ile 1997 yılları arasında, 1,089,616 adam öldürme olayı meydana geldi. Peki, bu insanlar nasıl öldürüldü? Bunların 375,350’si ateşli silâhlarla ve geri kalanı dövme, boğma, bıçaklama ve kesme, suda boğma, zehirleme, yakma ve baltayla öldürme gibi diğer yollarla gerçekleştirildi.
1900 ile 1971 yılları arasında 596,984 Amerikalı cinayete kurban gitti. 1971 ile 1997 yılları arasında bir 592,616 Amerikalı daha benzer metodlarla öldürüldü. 20. yüzyılda Amerikalılar tarafından öldürülen Amerikalılar’ın sayısı; İspanyol-Amerikan Savaşı (11,000 “görev sırasında ölüm”), Birinci Dünya Savaşı (116,000 “görev sırasında ölüm”), İkinci Dünya Savaşı (406,000 “görev sırasında ölüm”), Kore polis harekatı (55,000 “görev sırasında ölüm”) ve Vietnam Savaşı (109,000 “görev sırasında ölüm”) sırasında ölen Amerikalılar’ın toplamından daha fazladır. (“Görev sırasında ölüm” istatistikleri savaş ölümlerinden daha fazladır ve burada savaş ve kişilerarası şiddet oranları arasındaki kontrastı daha da berrak kılmak için kullanılmışlardır.**)
Peki, Amerikalılar’ın kollektif şiddet, kişilerarası şiddet ve savaşı gözardı edebilme yetileri nasıl açıklanmalıdır?
Bunun açıklaması, birinci olarak tarihçilerin, Amerika’daki şiddet olgusunu sistematik bir biçimde ele alma sorumluluğundan vazgeçmelerinde… ve ikinci olarak, Amerikan halkının çok çirkin realitelerle doğrudan yüzleşmeyi reddetmesinde yatmaktadır; hangisinin önce geldiğini bilmiyorum. Bunu, tarihçiler “karşılıklı belirleme” olarak niteliyorlar. Amerikalılar’ın, şiddetin damgasını vurduğu geçmişlerini görmezden gelmelerini olanaklı kılan değişik faktörler var. Bunların bir çoğu Richard Hofstadter’ın American Violence: A Documentary History adlı yapıtına 1970 yılında yazdığı Giriş’te betimlenmiştir. Birincisi, tarihçiler Amerikalılar’a diğer tüm insan toplumlarının başına bela olan kötülüklerden bağışık talihli bir halk, “son dönemin seçilmiş halkı” oldukları masalını anlatıp durmuşlardır. 1950’li yılların tarihçileri, Amerika’nın geçmişinin şiddetle dolup taştığını yadsımamışlardı; ama onlar Soğuk Savaş döneminde daha pozitif bir Amerika vizyonunu vurguladılar. Tarihçiler bunu “masumiyet söylencesi” ya da “yeni dünya Cenneti söylencesi” olarak anıyorlardı.
Bol doğal kaynaklarla kutsanmış ve baskıcı Avrupa kurumlarının kalıntılarının yükünden azade, açık, özgür, demokratik bir toplumda, sıkı çalışan her Beyaz kişi, özü maddi başarı ve saygınlık olan “Amerikan düşü”nü gerçekleştirebilirdi.
Ortaya çıktığı zamanlarda şiddet, özellikle de siyasal şiddet bir biçimde hemen “Amerikalı-olmayan” bir olgu, geçici ırksal, etnik, dinsel ve endüstriyel çatışmaların talihsiz bir yan ürünü olarak nitelenerek gözardı ediliyordu.
İkincisi, kendilerini çok seyrek olarak hedef aldığı için Amerikan şiddeti federal, eyaletsel ve yerel düzeydeki yetkililer açısından ciddi bir sorun oluşturmamıştı; bu şiddet çok ender durumlarda devrimci bir şiddet hâlini alıyordu. Daha doğrusu, Amerikan şiddeti hemen hemen her zaman yurttaşın yurttaşa, Beyaz’ın Kara’ya, Beyaz’ın Kızılderili’ye, Protestan’ın Katolik ya da Mormon’a, Katolik’in Protestan’a, Beyaz’ın Asyalı ya da Hispanik’e karşı şiddeti olmuştur.
Amerika’da devrimci şiddet geleneğinin olmayışı, bütün Avrupa uluslarında tersi olmuşken, Amerikalılar’ın neden hiçbir zaman silâhsızlandırılmış olmamalarının başlıca açıklayıcı nedenidir.
Dolayısıyla, ister sıradan insanlar isterse tarihçi olsunlar, genel olarak Amerikalılar, geçmişte ve bugün yüzyüze oldukları şiddete ilişkin olarak bazı tarihçilerin “selektif” anımsama ya da “tarihsel amnezi” dedikleri şeyi yaşama geçirebilmişlerdir. 1960’lardan bu yana tarihçilerin yapıtları, Amerikan kültürü ile Amerikalı’ların şiddet kullanmaya yatkınlıkları arasındaki neden-sonuç ilişkisini giderek artan bir biçimde ortaya koymuşlardır. Çok ciddi sorular sormaksızın büyük bir savaşa girmeye istekli olduğumuzu gösterdiğimiz şu sıralar, bu ulusumuza özgü şiddet tutkusunun bir başka yan ürününü yaşıyor olabiliriz. Bu, Amerikan Tarzının ta kendisidir.
Ira M. Leonard 30 yılı aşkın bir süredir Southern Connecticut Eyalet Üniversitesinde tarih profesörüdür. Bu makale onun, Ocak 2003’de Connecticut Sanat ve Bilim Akademisinde yaptığı bir konuşmadan uyarlanmıştır.
Çeviren: Garbis Altınoğlu
* Vigilante– ABD’nin Güney eyaletlerinde, Zenciler’i denetim altında tutmak ve cezalandırmak amacıyla Beyazlar tarafından oluşturulan yasadışı komitelerin üyelerine verilen ad. Bu sözcük, daha sonraları yaygınlaşmış, resmî otoritelerin dışında yurttaşların ya da onların bir bölümünün suçlularla ya da suçlu sayılanlarla savaşım amacıyla oluşturdukları bütün gayrıresmî örgütlerin üyeleri için kullanılır olmuştur. (G. A.)
** ABD ordusu ve devleti, giriştiği sayısı belirsiz savaşlardaki kayıplarını açıklarken “görev sırasında ölüm” kavramını kullanmaktadır. Bu kavram, çatışmalar sırasında yaşamını anında yitiren askerî personel sayısını kapsamakta, ancak yaralı olarak hastaneye getirildikten sonra, hattâ getirilirken ölen askerîpersonel sayısını dışarda bırakmaktadır. Böylece ABD yetkilileri, savaşlarda vermiş oldukları askerîpersonel kayıplarını hem dünyadan ve hem de “kendi” halklarından saklamış olmaktadırlar. (G. A.)
Latest posts by Nokta Haber Yorum (see all)
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024