Zevk ve Sefa

The harem dance, oil on canvas, 65 x 115 cm

Türkiye’deki olaylara baktığımızda kendimizi nasıl hissediyoruz? En azından çevremden, sosyal medyada “Face, twitter, vd eklediğim kişilere baktığımda sürekli bir bağırıp çağırma, küfür etme hali yaşanıyor. Ülke yoksullaşması, iktidar karşısında yenik ruh hali yaptırıyor bunları kabul ediyorum. Peki bizim vicdanımıza ne oldu? Gözümüze, kulağımıza ne oldu? İstediğimiz kadar bağıralım, küfredelim; Bir sonuç çıkıyor mu? Bence hayır.

Bizim asla kurtulamayacağımız önyargılarımız var. Sözgelimi bir makaleyi gördüğümüzde de önyargılı davranmıyor muyuz? Bütün karşıtlar önyargıyla yoğrulmuş adeta. Her türlü önyargıdan uzak baktığımız ne var sahi?

Şu kısacık hayat dilimim de artık geçmişi karıştırmayacağım dediğim an geçmişle ilgili bir trajik olayla karşılaşıyorum ve sizlerle paylaşmadan duramıyorum. Zira geçmiş neyse bugün de oyuz biz.

Bu gün konuşulan gazeteleri, haberleri işgal eden “Bademleme” olayları sadece günümüze ait gibi yaklaşmak biraz insafsızlık olmuyor mu? Neden Osmanlı dönemine biraz göz gezdirmiyoruz?

Osmanlının en utanç duyduğumuz dönemi Dördüncü Murat dönemini okuyunca tüyleriniz diken diken olmuyor mu hiç? Hiç mi utanç duymuyorsunuz?  Bu dönemi bir örnekle vermek istiyorum;  EMİR-İ KUN; Genç Osman tahttan indirilir, işkence edilerek öldürülür. İşkence o zaman da var. Sanki hiç sağlıklı insan yokmuş gibi; Deli Mustafa tahta geçer ama deli olduğu sanki bilinmiyor gibi yine bir usta manevrayla ufacık bir çocuk olan on iki yaşındaki Dördüncü Murat tahta kurulur. Anne anlı şanlı Kösem Sultandır. Analar için çocukları deli de olsa, katil de olsa çocuğudur sonuçta ama burada bir devlet yönetiminden söz ediyoruz. Böyle bir ana da sanırım görülmemiştir. Taht uğruna çocuğunu feda eden Kösem Sultan’ın yaptıklarına bakalım; “Sultanın küçük ve toy olduğunu, eğer “hareme” sokulup kadınlarla iç içe yaşarsa cariyelerin aklını onu kendilerine karşı kışkırtacaklarını düşündüğünden, ilk ergenlik yıllarından itibaren kadınlarla ilişki kurmasını engellemiş ve yerine içki âlemleri eşliğinde taze, yakışıklı ve genç “oğlanlar” getirtmiş, cinsel ihtiyaçlarını onlarla gidermesini sağlamıştır.

Bu şartlarda büyütülen Murat, bu yaşam tarzına alışmış, bir daha bırakmadan ölünceye kadar sürdürmüştür. Öyle ki bu kez Kösem, oğlu zürriyetsiz ve taht Sultan’sız kalmasın diye bin türlü dolapla kadınlarla yatmasını sağlamaya çalışmıştır. Kadere bakın ki, bu işleri gönülsüzce ve bir angarya gibi yapan Murat’ın doğan hiçbir çocuğu yaşamıyordu. Yirmili yaşa gelen Murat, ağabeyi Osman’a yapılanları unutmayıp zamanı gelince intikamını almaya yemin etmişti. Yerini sağlamlaştırıp saltanat gücünü tamamen ele geçirince, ilk işi onca zaman oyunlarına katlandığı Topal Recep ve adamlarını öldürtür. Sonra da İbrahim (“Deli”) hariç bütün kardeşlerini boğdurup Osmanlı Tarihinin en kanlı dönemini başlattır.

Bir ara aynı anadan kardeşi Deli İbrahim’i de öldürmeyi düşünmüş, ancak Kösem tahtın varissiz kalacağını söyleyerek bu fikrinden caydırmıştır. O sırada İran’a sefere çıkmak gerekti. Ordunun başında Revan kalesine dayanan Sultanın birkaç top atışından sonra Revan’ın İranlı Valisi, savaşa gerek bırakmadan, Sultana sığınır ve şehri Osmanlıya teslim eder. Hemen Sünni mezhebine geçirilip Tahmasb olan adı da Yusuf olarak değiştirilir.

Kendisi gibi “oğlancı” olan Yusuf’tan çok hoşlanan Sultan, ikramiye olarak onu önce Halep’e vali gönderir, fakat 2-3 ay sonra da İstanbul’a getirtir. Padişah, ona Boğazda, ormanlar içinde bir köşk yaptırıp hediye eder. Yani İstanbul’da şimdiki “Emirgan Koruluğu” olan yer. Zevk ve sefa âlemlerinde profesyonel olan Yusuf, Padişaha hayal etmediği zevk ve sefa geceleri düzenleme işini ele alır.

Yusuf, bu işi o kadar ileri götürür ki, saraydaki mevcut “oğlanlar” artık heyecan ve tat vermez olmaya başlayınca, yeni oğlanlar bulmak gerektiğine karar verip aramaya koyulur. Düzenli aralıklarla çarşıları dolaşarak esnafı gezer. Esnafın çırakları arasından gözüne kestirdiği parlak, yakışıklı, tüysüz olan sübyanları bir deftere kaydeder. Zamanı ve sırası geldikçe zaptiyeler gönderip zorla alınan çocukları Sultana ikram eder. Durum öyle iğrenç bir hal alır ki, Yusuf’un çarşıya çıktığını gören esnaf; “Çırakları saklayın, ‘Emir-i Kûn’ gene çarşıya çıkmış.” diye birbirine haber uçurmaya başlar; böylece herkes kendi imkânınca çocukları saklamaya çalışır.

“Emir-i Kun” ne demek, onu da anlatalım, “Emir” bildiğimiz “emir”, yani “amir” demek. “Kûn” Farsça “göt” demek. Bu kelime Kürtçede de “qun” dur. Yani, İstanbul halkı Yusuf’u, “padişaha oğlan (göt) temininden sorumlu amir” olarak adlandırıp tanıtmıştır. “Emir-i Kun” lafı dillerde dolaşa dolaşa zaman içinde “Emirgun”a döner ve nihayet günümüze kadar gelen “Emirgan” olarak telaffuz edilmeye başlanır.

Osmanlı tarihçileri, bu utanç verici olaya bir açıklama getirmek için güya Yusuf’un İran eşrafından “Emir guna oğlu” olduğu yalanını uydurmak zorunda kalırlar. Ancak yıllar sonra gelen kimi dürüst tarihçiler bu gerçeği açıklarlar. Dördüncü Murat, iri yarı ve çok güçlü olmasına rağmen, doğuştan arızalı vücudu, yaşadığı sınır tanımaz zevk ve sefaya çok dayanamaz; arkasında kan, dehşet ve zulmünü bırakarak çok genç yaşta, 28 yaşında ölür. Tartışmasız Osmanlının, belki dünyanın da en zalim ve kanlı Sultanı idi… Murat’ın ölümünden sonra sahipsiz kalan Yusuf, yaptıklarının hesabının sorulacağını bildiğinden saklanarak Osmanlı topraklarından kaçmaya çalıştıysa da, yakalanıp idam edilir. Bu yazı, Yeni Osmanlıcılara atalarının pak ve temiz tarihinden “nezih bir sayfa” olarak arz edilir. Bütün bunları uydurduğumu düşünenler için birkaç kaynak vereyim: R. Ekrem Koçu: Osmanlı Padişahları, J. Hammer: Osmanlı Tarihi C.2, E. Behnan Şapolyo: Osmanlı Sultanları Tarihi

Görüldüğü gibi yukarıda söylenenleri ben uydurmuş değilim. İster önyargılarınıza sımsıkı sarılarak “atalarımız” “ecdadımız” diyerek devam edin, ister geçmişle yüzleşerek yeniden düşünün. Orasını size bırakıyorum. Ben kendi payıma, geçmişi sorgulamadan kabul etmeyi doğru bulmuyorum.

Cennet BİLEK
Latest posts by Cennet BİLEK (see all)