Bir zamanlar “devlet adamı” denilen bir figür vardı. Halkın önüne çıktığında, sözleri yalnızca kişisel hırsların ya da sermayenin çıkarlarının değil, bir bütünün, bir kamusal düşlemin yankısıydı. Ulusun geleceği adına konuştuğunu hissettirirdi, en azından öyle görünürdü. Bugün o figür neredeyse tarihin sayfalarında bir hatıra olarak kalmış durumda. Yerine geçenler, daha çok bir şirket toplantısında “çeyrek dönem kâr raporu” sunan yöneticileri andırıyor. Kamu yararı, artık eskimiş bir jargon gibi; onun yerini “yatırım fırsatları”, “rekabet avantajı” ve “küresel vizyon” aldı.
Artık siyaset sahnesinde gördüğümüz devlet başkanları, başbakanlar, bakanlar; bir ülkenin kaderini temsil eden öznelerden çok, küresel bir pazarda vitrine çıkarılan ürünlerin satış müdürlerine benziyor. Eskiden kapalı kapılar ardında lobi faaliyetleriyle yürütülen ilişkiler, şimdi tüm açıklığıyla, neredeyse bir televizyon gösterisine dönüşmüş durumda. Hükümetler, ulusların kaderini tartışmaktan çok, şirketlerin yatırım kararlarını etkileyecek bir dille konuşuyorlar.
ABD’de Donald Trump bu yeni tipolojinin en çarpıcı örneklerinden biri oldu. Oval Ofis’in dili, iş dünyasının doğrudan pazarlama diliyle birleşti. “America First” söylemi kulağa ulusal çıkarların kutsanması gibi gelse de, çoğu kez küresel sermayenin kâr hanesini koruyan bir ambalaj işlevi gördü. Türkiye’deyse “yerli ve milli” söylemi benzer bir işlev üstlendi: halkın şüphelerini bastırmak, büyük projelerin arkasındaki şirket çıkarlarını ulusun ortak yararı gibi göstermek. Hindistan’dan Fransa’ya, Brezilya’dan Rusya’ya kadar birçok liderin aynı dili benimsemesi tesadüf değil. Devlet ile şirket arasındaki çizgi bulanıklaştı, hatta kimi yerde tamamen eridi.
Türkiye’de bakanların kullandığı dil, çoğu zaman yurttaşlara değil, yatırımcılara hitap ediyor. “Stratejik konum”, “vergi avantajı”, “yüksek getiri” gibi ifadeler, gündelik hayatın dertleriyle boğuşan bir yurttaş için soyut kalıyor. Ama yabancı sermaye için bu dil, doğrudan bir davet. Dev projelerin etrafında kümelenen şirketler, yalnızca ihalelerden değil, karar mekanizmalarının merkezinden pay alıyorlar. Yurttaşın sesi, bu sunumun fonunda kayboluyor.
Bugünün politikası, adeta bir sahne: liderler ekrana çıkıp “büyüme rakamlarını”, “yatırım hacimlerini” anlatıyor, kameralar da bu rakamların etrafında parıltılı bir dünya resmi çiziyor. Fakat aynı anda sokaklarda işsizlik, evlerde yoksulluk, adliye koridorlarında adaletsizlik büyüyor. Politikacı artık halkı ikna etmekten çok, sermayeyi ikna etmeye odaklanmış durumda. Böylece siyaset, kamusal temsil olmaktan çıkarak şirketler arası rekabetin vitrinine dönüşüyor.
Bu manzaranın en sarsıcı yanı, demokrasinin yalnızca seçim sandığına sıkışması. Yurttaş, artık siyaset sürecine katılan özne değil; televizyon ekranında bir pazarlama sunumunun izleyicisi. Eğitim sistemi bile buna göre yeniden kurgulanıyor: özgür düşünen bireyler değil, pazara uyumlu, esnek işgücü yetiştirmeye odaklanıyor. Medya, halkın sözcüsü değil; piyasanın vitrininde ışıkları ayarlayan bir sahne teknisyeni gibi çalışıyor.
Devlet ile şirket arasındaki sınırlar silindikçe, yurttaş ile piyasa arasındaki makas büyüyor. Halkın talepleriyle küresel sermayenin çıkarları arasında giderek kapanması güçleşen bir boşluk oluşuyor. Ve bu boşluk, sadece ekonomik değil, siyasal bir krize de işaret ediyor: artık “kimin için yönetiliyor bu devletler?” sorusu kendiliğinden doğuyor.
Belki de asıl mesele şurada gizli: Bir zamanlar “devlet adamı” figürü, tüm eksiklerine rağmen kamusal bir hayalin sembolüydü. Bugün ise elimizde CEO’ların diliyle konuşan, reklam sloganlarının arkasına gizlenen, yatırımcının huzurunu yurttaşın adaletinden önde tutan yöneticiler var. Bu tablo, yalnızca siyasetin doğasını değil, demokrasinin anlamını da değiştiriyor.
Ve eğer bu dönüşüm sorgulanmazsa, gelecek kuşaklar için siyaset, halkın iradesinin değil, şirketlerin çıkarlarının çevresinde şekillenen bir sahne olmaya devam edecek. Belki de geriye, bir tek soru kalacak: Bu sahnede biz izleyici miyiz, yoksa hâlâ birer özne olmayı başarabilir miyiz?
- Bunlar CEO mu Devlet Başkanları mı? - 27 Eylül 2025
- Çocuk, Suç ve Toplumun Kör Aynası - 19 Ağustos 2025
- Yollar, AVM’ler ve Kaybolan Sadakat: Kırsal Muhafazakârın Uyanışı - 24 Haziran 2025