Bugün öğleden sonra epeydir üzerinde çalıştığım bir problemin çoğunu hallettim de birazcık rahatladım. Nobel ödüllü bir iktisatçı var. Matematikçi mi, bilmiyorum. Bakacaktım unuttum, şimdi aklıma geldi. Ona bir çalışmamı gönderdim, “Fikrinizi almak istiyorum” diye. İki gün oldu cevap gelmedi. Halbuki Amerikalılar hemen cevap verirlerdi.
Sait Faik’i az da olsa anlamaya başladım sanırım. “Yazmasam delirecektim” demiş.
Akşam 20:30 gibi fakülteden çıkıp Tunalı Hilmi Caddesi’nde Toprak Işık’la buluşmak üzere taksiye binip gittim, Toprağın adını söylediği yere. Bir arkadaşı daha vardı. Şimdi adını unuttum. Patika dergisinde editörken karikatürlerini basmışız dergide, hatırlayamadım. Açım, hemen yemek istedim. Tavsiye üzerine hamburger yedim. Pek de iyi değildi. Dün Tandoğan’da 21 TL’ye tavuk menü yemiştim. Bir hamburger 35 liraydı. Sağolsun Toprak hiç hesap ödetmiyor. Sabah 6’da kalkacağım, dedi, seni arabayla fakülteye ya da evine bırakayım. Yok ben buradan biraz yürürüm, gel sana bari Mado’dan dondurma ısmarlayayım, dedim. Alacağım olsun, dedi, gitti.
Eşim de bugün kardeşine gitmiş. Biraz yürür, taksiye atlar fakülteye gider, yarım kalan işlerimle uğraşır, ordan da eve giderim dedim kendi kendime. Araba fakültede. Yoksa nasıl gideceğim. Tamer’i aradım, Esat tarafında oturuyor, “Bazen Kuğulu park’a gidiyorum,” demişti. “Buralardaysan görüşelim” diye aradım, “Yokum” dedi. Ben de dondurma almak için mado’ya geldim. “Küçük kağıt kablara bir fıstıklı bir de çikolatalı iki top dondurma koyun,” dedim garsona. Elimde yiyerek yürüyüp Kızılay’a, oradan da taksiye binip fakülteye gideceğim. Garson yanlış anlamış, normal cam kaseye koymuş, ben ayaktayım, “sen otur abi,” dedi, bir de servis açtı, oturdum artık. Dondurmayı başka yerde yemem, sadece fıstıklı ve çikolatalı yerim, pahalı ama olsun, değiyor. Zaten çok nadir yiyorum.
Gömleğimin cebinde akşam unutmayayım diye not aldığım küçük kağıtlar var. Çıkardım onlara bakıyorum. Saat 21:30 gibi falan. Birden aklıma sarı boncuktan yapılmış tesbihi odama götürdüğüm ve fotoğrafını çekeceğim aklıma geldi. Garson kızdan kağıt istedim, neyse ki kalemim vardı. Odama gidince yazarım diye not almaya başladım küçük kağıtlara. Saat kaç oldu hatırlamıyorum, bir çay içtim kalktım. Birden 1983 yılında Ceyhan’dan Ankara’ya gelip, Ahmet dayımın beni 2 haftalık dershaneye gönderdiğinde, Ahmet dayımla Kemal dayımın yanında kaldığım ev geldi aklıma. Hemen az ileride. Kalorifer dairesiydi. Penceresi bile yoktu. Nemden kokuyordu. Sokağa gittim, adını sordum taksiciye, Büklüm Sokak, dedi. Hatırladım. Yanında Kebap 49 vardı, meşhur pide kebapçısı Ankara’nın. Duruyor ama erkenden kapatmışlar. Kemal dayımla her akşam orda kıymalı pide yerdik. Garson sipariş bile almıyordu bizden, hep ucuz diye kıymalı pide yerdik. Baktım bizim oturduğumuz evin yerine kocaman bir apartman dikmişler. Oradan hemen sağa saptım. Her yer meyhane olmuş, tıklık tıklım dolu. Bir meyhanenin önünde durdum, rakı içenlere baktım. Sokağın ismini sordum yoldan birisine, söyledi. Buralara virüs gelmemiş, dedim. “Geldi de kimse umursamıyor” dedi. Yanına iki kişi geldi. “Hadi gidelim,” dediler. Bekçilermiş, adamın kıyafetine bile bakmamışım. Az daha yürür, Atatürk Bulvarı’na çıkar, oradan aşağıya doğru giderim diye düşünüyordum. Bir meyhanenin önünde iri yarı, kel kafalı birisi duruyor. “Bu sokağın adı ne, unuttum,” dedim. “Bestekar” dedi. “1983 yılında buralarda oturdum da, şimdi adını unuttum,” dedim. “Abi ben o zaman yeni doğmuşum” dedi. İçeride millet dolu, önlerinde rakı, içiyorlar. Neyse sohbet etmeye başladık, Kars’lıymış. “Para veriyorlar mı?” dedim. “Ben özel güvenliğim” dedi. Sakarya Caddesi’ndeki barlarda falan çalışmış hep. Neyse bir sürü tanıdık çıktı. İngilizce öğrenmek istiyormuş, “Ama ‘listeningim’ iyi değil” dedi. Youtube’dan video izliyormuş, adını duymadığım bir sürü şey anlattı. Ben de ona, “Npr.com (American public radio) radyosunu dinle, 24 saat canlı yayın var, ayrıca kaliteli müzik de var,” dedim. Küçük kağıt parçalarından adresi yazacak kadar kağıdı yırtıp, yazıp verdim. Gitti çay getirdi. Canım acayip rakı istedi, dedim. Ama hastayım, yasak, içemem, aynı zamanda iki kez alkollü yakalandım ehliyetimi aldılar falan. Abi bıraktıysan boşver, ağzını vurusan devamı gelir, dedi.
Ayak üstü sohbetten sonra Tunus Caddesi’ne doğru geçtim. Meyhaneler tıklım tıklım dolu. Hem de lüks yerler. Bir şişe rakı içsen, bir de yemek yesen, 4 kişi en az 1500-2000 tutar dedi deminki arkadaş. Buralar ruhsat aldı demişti. Hani esnaf kan ağlıyor diyorlar dedim. Ruhsat alanlar iş yapıyormuş virüsten sonra, zaten burası da 11 gün olmuş tekrar açılalı. Meyhanenin adı da Olmaz Olsun Meyhane. Tunus caddesinden geçip, Orman Bakanlığı’nın önünden aşağıya kıvrılıp Olgunlar Sokağın başında madenci anıtının önünde durdum biraz. Anıta baktım, Madencinin elinde kazma var. Kaldırmış kazacak gibi, öyle canlı duruyor ki, hava da karanlık, gözümde zor görüyor, sanki önümde durma, kafana yersin bunu der gibi bakıyor bana. Kazmasını vuracağı yerde büyük büyük ıslanmış ekmek parçaları vardı. Bir de su kutusu. Güvercinler için bırakmışlar sanırım. Sabah gelip yesinler diye. Sonra ekmeğinin peşinde, yerin yüzlerce metre altında taşları parçalayan madencinin güvercinlere verilen ekmekleri koruduğunu düşündüm de rahatladım. Herkes ekmek derdinde. Oradan Karanfil Sokağa, oradan da Mülkiyelilerin olduğu Konur Sokağa geldim. Acayip çişim geldi. Mülkiyeliler kapanmış. Çoğu yerde kapanmıştı zaten. Sokaklar boşalmış. Polisler, bekçiler, büfeler, kağıt toplayıcılarından başka tek tük insan var. Mülkiyelilerin önüne gelince Yüksel Caddesin’deki Özgürlük heykelinin etrafındaki ablukanın olmadığını gördüm. Fotoğraf çektireceğim ama kimse yok. Mülkiyelilerin kapısının önünde birisi duruyor. Orada çalışan birisi sandım. Rica etsem heykelin önünde fotoğrafımı çeker misin, dedim. Tabii ki hocam dedi. Allah Allah dedim içimden, uzun süredir de Mülkiyelilere gelmiyorum nerden biliyor hoca olduğumu? Oturdum heykelin yanına, fotoğrafımı çekerken, abluka yokken bari bir hatıram olsun, dedim. O da, Şu halimize bak, buna bile sevinecek hale geldik hocam, dedi. Bir daha çekeyim ne olur ne olmaz, dedi. Telefonumu verdi, gece yarısı Yüksel Caddesin’de arkadaşıyla kaybolup gitti. Soysal Pasajının önünden taksiye binip gideyim diye tekrar Karanfil Sokağa, Dost kitabevinin olduğu kısma doğru geldim. Birdenbire ayak parmaklarımda sinir sıkışması başladı. Anlamadım önce. Tam Rahmetli Osman Hoca’nın evinin önünde oldu bu. Osman Hocanın evi Dost
Kitabevi’nin hemen üstündeki evdi. Rahmetli Osman Hocamı çok getirmiştim evine. Annesi Vacide Teyze ve Osman Hoca’nın toprakları bol olsun.
Zar zor topallayarak Soysal Pasajının önüne doğru gelirken Karanfil sokağının adını unuttum. Bekçilere sordum söylediler. Amma çok bekçi var, anlamadım. Battı balık yan gider, sen bu gece bir şey yapamazsın dedim kendi kendime. Yavaş yavaş yürüyeyim, Zafer Çarşısına da bakayım duruyor mu acaba dedim. Yanındaki sokakta taksiciye sordum. Duruyor da bu saatte kapalı, dedi. Biraz daha gideyim, yedek subayken devamlı gidip ucuza rakı içtiğim askeri ordu evine de bir bakayım dedim. Ordu evinin de ışıkları yanmıyor. Meydanın adını unuttum. Meşhur Ankara’nın sembolü var. Orada duran taksiciye sordum meydanın adı ney diye. Geyikli Meydan, dedi. İçimden lan ne zaman buranın adı değişti diye düşündüm. Sona Sıhhiye Meydanı, dedi. Sonra ordu evinin önünden bir taksiye atladım fakülteye geldim. Bizim binanın kapısı açık mı, dedim görevliye. Açık hocam, dedi. Arabayı Rektörlüğün girişine bırakmıştım. Bizim binaya girdim, ardından hemen tuvalete girdim de rahatladım.
Eşyalarımı toplayıp arabaya binip yola çıktım. Radyoyu açtım. 6 tane kanal kayıtlı. Habertürk’te COVID-19 konuşuyorlar. Aşı bulunuyor. Aşıdan başka kurtuluş yok falan filan. Millete zorla aşı yaptıracaklar anlaşılan. NTV’yi açtım. Rusya’dan bir haber. İklim değişikliği sonucu 5000 yıllık mamut ortaya çıkmış vs vs. Diğer kanala geçtim. Diyanet Kuran Radyo. Ayetleri okuyorlar, sonra da Türkçe mealini veriyorlar. Türkçesini dinliyorum genelde. Okuyanların sesi çok güzel oluyor. Ayeti okumuşlar, Türkçesini anlatıyor okuyan. Mahşer gününden bahsediyordu. Sonra, Allah’ın, Musa’ya Firavuna gidip çeki düzen vermesi, doğru yola gelmesi için uğraşması gerektiği emrini verdiğini anlatıyordu. O bitti. Embiya ve Hac surelerini okuyacağız dediler, başladılar. O arada TRT-1’e geçtim. Tevfik Fikret’i anlatıyorlardı. Sanırım anlatan, arkadaşım Murat Örem’di. Dergi çıkarırken TRT’de birçok programa davet etmiş, radyoya çıkıp konuşmuştum. Tevfik Fikret 44 yaşında ölmüş. Aşiyan’da. Birden hüzün çöktü. Bu şairlerin kaderi erkenden ölmek mi diye düşündüm. O program da bitti. Kral FM ve öbür kanalda da iyi bir şey yoktu. Tekrar Kuran Radyo’ya döndüm, halen Türkçe mealine geçmemişler. Çok uzun sure’lermiş. TRT-1’e geri geldim. Sezen Aksu, “Gel gel sarışınım gel” şarkısını söylüyor. Eve de yaklaştım sayılır. Türkçeye başlamışlar mı diye geri geldim. Tam başladılar: İnkarcılar, Muhammed Peygamber’e şair diyorlar ve inanmıyorlar. O şairdir, sayıklamalarını Allah’ın sözü gibi sunuyor diyorlar. Allah da inkarcılara karşı Peygamber’in nasıl davranacağını anlatıyor. Onlara de ki “Her can ölümü tadacaktır.” Biz her şeyi biliriz, biz her şeyi yanımıza alırız diyor, Allah. Sonra örnekler veriliyor. İbrahim’in putları devirmesinden, Yakup’tan, Lut’tan Nuh’tan, Davut’tan, Süleyman’dan. Süleyman’ın koyun sürüsü hikayesinden. Süleyman’a kuşların ve dağların emrine verilmesinden, Eyyüpten, İsmail’den, daha birçok isim geçti de hatırlayamıyorum. Yunus’u zikret diyor. Zekariya’dan, Yahya’dan söz ediyor. Eve de geldim bu sırada. Arabanın kontağını kapattım, ayetin bitmesini bekledim. Hac suresine geçti, ben de eve girdim. Hemen tuvalete, ordan kuşların yanına gittim. Benim sakarı geceleri sevmezsem uyumuyor, aşağıya kadar sesi geliyor. Allah, İbrahim Peygamber’in itiatine kuşları ve dağları vermiş. Ayet öyle söylüyor. Biz güvercin severler kuşlarıyla konuşurlar. Bunu pek kimse anlamaz. Eve geldiğimde hepsinin sesi vardı. Yanlarına gittim. Sonra sesleri kesildi, uyumaya başladılar. Birazdan yine sesleri gelir, ama uyuma sırası bende artık. Aşağıdaki tesbih hikayesini dondurma yerken yazdım.
1987’de Matematik Bölümü’nden mezun olmadan, daha diplomam yokken, Emlak Kredi Bankası Bilgisayar Programcılığı sınavını geçtim. 12.11.1987 yılında da işe başladım. Özal zamanıydı. Daha sonra, batan Anadolu Bankası ile Emlak Kredi Bankasını birleştirip Emlak Bankası yaptılar. Bankanın genel müdürlüğü İstanbul’a taşındı. İkide bir beni de geçici görevle gönderdiler. Bankanın misafirhanesinde kaldım. Dostum Ufuk Akkuş’la da orada tanıştım. Ataköy’de deniz kenarında mis gibi bir yerdi. Ankara’da İstatistik Bölümünde yüksek lisansa başladım ama devam edemediğim için atıldım. Sonra bir daha girdim, yine atıldım. Askerlikten bakaya durumuna düştüm. Sanki adam vurmuşum gibi, Ankara-İstanbul beni arayıp durdular. İstanbul’da Askeri mahkemeye çağırdılar, gittim ifade erdim. Sonra Adana’daki askeri mahkemeye gittim. Tamam dedim askere gideceğim, kurtuluş yok. Sonra İstanbul’a geldim. Bir süre sonra da Yedek subay olacağım mı olmayacağım mı diye Mamak’ta sınava girdim. Etimesgut Zırhlı Birlikler Yedek Subay Okulu’na çıktı yerim. Tank subayı olarak yetiştirilecektik. Çok soğuk bir Aralık ayında, 1989 yılında gittim teslim oldum. Bankada askere gideceğim diye sakal da bırakmıştım. Kimse karışmadı. Üniformayla, sakalla 2 gün Zırhlı Birlikler Okulu’nda dolaştım. Berberde sıra gelmedi. İlk sahaya indik. İlk içtimamız. Genç bir komutan, “Askerlik ölme ve öldürme sanatıdır” dedi. Dedim içimden, “Ölürüz de, üstüne ölümün sanatını da yaparız, ama bu öldürme işi olacak gibi değil.” Bir sürü teorik, askeri eğitim, tank atışı, günde 10 km koşu vs derken dört ay bitti. Gözü kapalı, karın ortasında G3 tüfeğini parçalayıp takacak kadar öğrenmiştim. Tam teçhizatlı 5 km koşup 1000 metreden uzun namlulu tüfekle ateş edip bir de hedefi vurduk mu diye gidip hedefi getiriyorduk. Tek unutamadığım şey cebimde gizli gizli kuru soğan taşıdığım ve yemekte çıkarıp bir güzel yememdi. Müthiş acıkıyorduk. O kadar enerjim gidiyordu ki, yemek de kafi gelmiyordu. İlk ay, gece daha yat emri gelmeden uykuya dalmış oluyordum, nöbet yoksa. Sonra alıştım. Defterime anılarımı yazmaya başladım her gece. İki buçuk ay falan yazdım, ama o defterim yok, kayboldu, nerede hatırlamıyorum. Bir sürü de şiir yazmıştım oysa.
Okulda Ordu Bilgi İşlem sınavına girdim. Kazanmışım. Kazananların adı görev yeri belli olarak kura çekimleri günü açıklandı. Kura çeken arkadaşlar haritaya gidip birliklerini arıyorlardı. Benim yerim Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) olarak açıklandı. Bilgi İşlem Subayı olarak tayinim çıktı. 1 Nisan 1990 tarihinde göreve başladım. Bilgi İşlem Birimi 4-5 subaydan oluşuyordu, ama ortada bir tane bile bilgisayar yoktu. GATA hastane otomasyon sistemi için şartname hazırlıyorlarmış. Daha önceden ihale açılmış iptal olmuş bir sürü hikaye. GATA çok büyük bir alanda kurulu. Bana network yapısının oluşturulması, bir de stok kontrol kısmının analiz edilmesi görevini verdiler. Şartname de eksikmiş. Network denilen, bilgisayar konulacak her yerin merkezi bilgisayardan kaç metre kabloyla çekileceğinin belirlenmesi. Stok kontrol de iğneden ipliğe hangi kliniğe hangi madde geliyor, ordan nereye gidiyor vs. 30 santimlik bir cetvel verdi bizim üsteğmen. Al bunla network alt yapısını hazırla, dedi. Ya komutanım, bu cetveli alıp her noktanın uzaklığını nasıl çıkaracağım, her yer insan dolu, elinde 30 santimlik bir cetvelle üniformalı bir subayı görenler beni psikiyatriden kaçmış bir deli sanarlar, dedim. En çok hasta, Psikiyatri kliniğinde vardı o zamanlar. Harita Komutanlığı vardı. Başında da aksi bir komutan varmış. Ona gittim. Komutanım bu bölgenin havadan çekilmiş fotoğrafı var mı, dedim. Var da bulmak zor iş, dedi. Neyse rica ettim, bir gün sonra 2-3 metrelik haritayı buldurmuş, bana mesai sonuna kadar verebileceğini söyledi. Tamam komutanım, akşam 17:00’de haritayı emirlerinize sunacağıma söz veriyorum, dedim, aldım. Zırhlı Birlikler’de haritacılık dersi de almıştık. Dağda bayırda gece gündüz farketmez, sadece pusulayla hedefi bulabiliyorduk. Haritada ne kadar ölçeklendirildiği de yazıyordu. 30 santimlik cetvelle, işi halletim, akşam olmadan teslim ettim. Bilgisayar da yok. Sonra tüm noktaları ve aralarındaki uzaklıkları da belirten network şemasını 30 cm.lik cetvelle çizdim. O şema şartnameye girmişti sanırım. İğne iplik işini de her kliniği dolaşarak ne nereye gidiyor öğrendim, rapor halinde sundum. Bir tek bilgisayar telefon santralinde vardı. Oradaki görevli astsubay arkadaş rica etti, onlara telefon rehberi hazırlayacak paket program hazırladım.
Askerliğim bittikten sonra da birkaç kez alıp götürdüler beni, bazı eklemeler yapmıştım sanırım.
Daha ihale açılmadan Körfez savaşı patladı ve beni bilgi işlemden aldılar. İnzibat Subayı yaptılar. GATA’nın tüm güvenliğinden sorumlu tuttular. Üstümde iki komutan vardı. Onların üstünde de sağlık alanında Türkiye’deki en yüksek rütbeli doktor. O zamanın en bilinen doktoru Hastane komutanıydı. Acayip sert bir adamdı. İsim yazmıyorum. Doğrudan ondan emir alıyorduk. Birinde bir olay oldu, bana bir ay hapis cezası verecekti, ki mahkeme olmadan verme yetkisi vardı. Öyle bir savunma yazdık ki zor kurtuldum. Binlerce insan gelip gidiyor. Kimisi sivil, kimisi asker, subay emniyet görevlisi. Bir görev yaptıracağım zaman önce bir er gönderiyordum, onu kontrol etmek için bir on başı, onu da kontrol etmek için bir çavuş, sonra da ben gidip bakıyordum. Sonra benim her durumda geleceğimi bilen askerler buna göre davranmaya başladılar. Ben de her seferinde gidip kontrol etmekten kurtuldum. Paşa’nın altındaki rütbeye sahip tüm subayların ve emniyet görevlilerinin silahını alma yetkim vardı. Her yere girip çıkabiliyordum. İyice havaya girmişim. Bir gece yarısı, eski otobüs terminalinde birisini yolcu ettikten sonra son özel halk otobüsüne bindim. Üzerimde kot, normal sivilim. En arka koltukta oturuyorum. Otobüste de beş-on kişi var. Şoför ve biletçisi en önde oturan kadınla tartışmaya başladılar. Maltepe’de düğün salonlarının olduğu durakta durup müşteri bekliyorlar. Kadının yanında da kızı vardı sanırım. Kafam attı birden. Silahım da yokmuş iyi ki. Kimliğimi çıkardım, Çek İnzibat Karakoluna, gece yarısı kadından ne istiyorsun diye otobüste bağırmaya başladım. Biz asker miyiz, diye bana diklenmeye çalışınca Adanalı tarafım gün yüzüne çıktı. Bildiğim tüm küfürleri bir güzel savurdum yüzlerine. Ben böyle yapınca diğer yolcular da ayağa kalkıp bana destek verdiler. Hemen hareket ettiler. Kolej durağında ineceğim, oraya gelene kadar benden başka kimse kalmadı otobüste. Dedim şimdi bunlar demirleri çekmesinler. Neyse, Komutanım görüşürüz iyi geceler, ekmek parası işte, dediler. O zamanlar elli kilo falanım, şimdi de ellialtı. Boyum da 1.66. İkisi bir olsalar çiğnerler beni. Böyle de kabadayılık var işte serde.
Ameliyat oldum, küçük çocukken fıtıktan. Ceyhan’daki cerrah testisimi almamış, kasığıma bağlamış. GATA’da tanıştığım Dr. Ali Abi’ye anlattım, Lan olum bu kadar yıl geçmiş yeni mi aklına geldi, orda o kanser yapar, dedi. Subay doktorlar kasığımda testis var mı yok mu tam anlayamadılar. Dr. Ali Gel, seni Dr. Semih’e götüreyim, dedi. O da bizim gibi yedek subay. Semih Abi parmaklarıyla kontrol etti. Bunun hemen alınması gerek, dedi. Kendisi cerrah. Neyse operasyonu da o yapacak. Spinal anestezi yapalım, narkoz vermeyelim, dedi. Tamam dedim. Belimden, omuriliğime iğneyle girip uyuşturdu. Yani ben uyuştu sandım. Kesik yerden tekrar kesmeye başladı sanırım. Aradan bir süre geçti ben acıdan bağırmaya başladım. Abi ne yapıyorsun, beni Amerikan iğneleriyle bayıltamazsın diye bağırmışım. Tam hatırlamıyorum, sonradan anlattılar. Narkozcunun gelip burnuma narkozu dayadığını, içime tüm hızımla çektiğimi, ameliyathaneden de çıkarken acıdan bağırdığımı hatırlıyorum. O gün o ilaçla böbrek ameliyatı da yaptım, kimseye bir şey olmadı sana oldu, dedi Semih Abi. Omurilik sıvım tekrar normale dönmedi günlerce, boynumdaki acıdan günlerce kıvrandım. Dr. Ali ağrı kesiciler işe yaramayınca bana dayanamayıp morfin de yapmıştı. Yaram askerliğim bittiğinde bile iyileşmedi. En son içerden bağladıkları ip deri üzerine geldi, gidip aldırdım da iltihaplı yara iyileşti. Alkolden dediler. Bilmiyorum. Bir ay hava değişimi verdiler. Ceyhan’a gittim. Sakal da bırakmıştım. Çocukluk arkadaşım Cemil geldi akşam üstü, kış sanırım, hava erken kararır bizim orda, sokakta da pek kimse kalmaz. Adliye Binasının oralarda yürüyoruz. Farkına varmamış hep aynı yörüngeyi izlemişiz. Adliye Binasını tavaf etmişiz. Bir zamanların o meşhur araçlarından beyaz bir toros belirdi bir anda yanımızda. Dört sivil oturuyor. Bana kimliğini ver, dediler. Sen bana kimlik soramazsın, kimliğimi de alamazsın deyince, bir baktım mermilerin şarjöre sürülme sesi geldi. Beni vuracaklar neredeyse. Ben inzibat subayıyım, benim üst rütbem inzibat subayı getirin, ona kimliğimi gösteririm, dedim. Adamlar inat ediyor. Cemil, sanayi sitesinde araba tamircisiydi. Abi, Levent bizim buralı, askerden izinli geldi, şunlardan bunlardan falan, dedi de çekip gittiler. Sakallı, kot pantolonlu, bir de yeşil parka var. Aradan yıllar geçti. En yüksek rütbeli subayları bile alıp götürdüler.
Neyse, hava değişimi bitti tekrar göreve başladım. Hastanede dolanıyorum, kaçıncı kat hatırlamıyorum, asansörle aşağı iniyorum. Karşımda bir asker, üniformalı. Taburcu olmuş sanırım, gidiyor. Geçmiş olsun, dedim. Sağol komutanım, dedi. Gözlerinde acayip bir hüzün vardı. Çok görmüştüm bu gözlerden ama bu farklı geldi. Aşağıya indik. Gidiyordum tam, kafama takıldı. Nereye gidiyorsun, dedim. Memlekete, dedi. Nereli olduğunu hiç hatırlamıyorum. Paran var mı, dedim. Yok dedi. Nasıl gideceksin? Bilmiyorum dedi. Taksi durağına götürdüm. Tüm taksiciler biliyor beni zaten. Otobüs parasını ve taksi parasını taksiciye verdim. Bunu otobüse bindireceksin, otobüs kalkıncaya kadar bekleyeceksin, otobüs gidince de gelip bana haber vereceksin, dedim. Askere harçlık da verdim mi, unuttum. Asker tam taksiye binerken cebinden bu sarı, biraz da lacivert boncuktan yapılmış tesbihi çıkarıp verdi. Komutanım, verecek başka hiçbir şeyim yok, dedi. Bu tesbih size sağlık versin, başka da birşey istemem, dedi ve kaybolup gitti. Otuz senedir tesbihi saklıyorum. Yıllardır da arabamda, dikiz aynasında asılı, her gün gözümün önünde duruyor. Bugün öğlen fark ettim, gözümün önünde, günde yaklaşık iki saat durup sallanan tesbihi. Yanında da babamdan kalan tesbih. Fakülteye gidince ikisini çıkarıp fotoğrafını çekeyim dedim. Çok sıkışmıştım, acelem de var. Babamın tesbihi iyice dolanmış çıkaramadım. O ipli, bayağı tesbih. Kopmuş darma dağın olmuştu. Eşim sağolsun sağlam bir ip aldı da tekrardan dizmişti. Ben de kaybolmasın diye aynaya astım herhalde. Hiç hatırlamıyorum. Askere adını bile sormamıştım. Adımızın ne anlamı var ki? Hepimiz insanız. Aşık Veysel, “Benim sadık yarim kara topraktır” diyor. Bu topraklar, Pir Sultan’ı, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, daha nicelerini ve Büyük Usta Yunus’u yetiştirmiştir. Yunus’un yüzlerce mezar yeri vardır. Tüm Anadolu onu bağrına basmıştır. Ne şanslıyız ki böyle bir düşünür ve ozanın gezdiği topraklarda nefes alıp veriyoruz. Can çıkmadan umut kesilmez. Sevgilerle, Levent Özbek.
21.8.2020, 06:12
- O güvercinin zindanı ve çatıdan kaçış hikayesi - 22 Nisan 2021
- Bir Dişe Aşık Olmak / Fibonacci Dizisi – Altın Oran - 9 Mart 2021
- “Ne çok alçaktan uç, ne çok yüksekten!”, Daedalus* - 1 Mart 2021