Tanzimat Toplumsallığı: Felatun Bey ve Rakım Efendi Romanı Üzerinden Bir Özet

Osmanlı’nın kapitalistleşme döneminin erken dönemlerinde yazılan Felatun Bey ve Rakım Efendi (1875), gelmekte olanı tedirginlikle karşılama çabasının romanı olarak okunabilir. İktisadi hayatla hem teorik hem de pratik olarak ilgilenmiş olan Ahmet Mithat, o dönemde henüz kapitalizmin temel niteliklerini tanımıyordu elbette. Osmanlı aydınlarının eğitim aldıkları Avrupa kentlerinde gözlerini daha ziyade geceleri sokakları aydınlatan gaz lambalarının ışığı almıştı. Bu nedenle kapitalizme eleştirel yaklaşan teorilerle ne temas ettiler ne de ilgi duydular. Ayrıca henüz kapitalizmi tanıyacak ve tartışacak gözlem imkanları da olmamıştı. Ahmet Mithat’ın doğrudan ekonomi üzerine yazılar yazdığını biliyoruz. Özellikle de iki uzun makalesinin günümüz için bile güncelliğini koruduğu söylenebilir. Bunlardan biri “Sevda-yı Sa’y ü Amel” (Çalışma ve Eylem Sevdası) ikincisi “Teşrik-i Mesai – Taksim-i Mesai” (Çalışma Ortaklığı-Çalışma Düzeni) adını taşımaktadır. 1879’da Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlanan bu makaleler, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu ekonomik geri kalmışlığı düzeltebilmek ve halkın içine düştüğü iktisadi sıkıntıdan kurtulabilmesi için çalışmanın ne kadar önemli olduğunu anlatmaktadır. Özellikle gayrimüslim nüfusla karşılaştırıldığında fakir kalmış olan Müslüman toplumunun çalışmalarını ve birikimlerini ne şekilde kullanmaları gerektiğine dair rehberlik etme çabası içindedir Ahmet Mithat Efendi. Bu yönüyle de kapitalizmin gereksindiği “çalışma ideolojisi”nin Osmanlıdaki öncüsü olduğunu söylemek yerinde olur. Bunun yanında Ahmet Metin ve Şirzat (1891), Altın Âşıkları (1899) gibi romanlarda iktisadi ilişkileri merkeze alması, onu Osmanlı toplumsal yaşamını incelemek açısından önemli bir yerde tutar.

Felatun Bey ve Rakım Efendi romanını seçmemin nedeni, Tanzimat dönemi dediğimiz resmi olarak 1840’larda başlayan edebi ve kültürel meyvelerini 1860’lardan sonra gördüğümüz dönemi iyi temsil etmesi. Türkçe yazılmış olsa da Arap alfabesiyle basılmadığı için bugün okullarda edebiyat tarihi derslerinde, Rum ve Ermenilerin yazdıkları roman, hikaye ve tiyatrolar “ilkler” listesine alınmaz ve hatta bu eser ve yazarlarından hiç bahsedilmez. Örneğin ilk roman diyebileceğimiz eser, 1851’de Vartan Efendi’nin yazdığı Akabi Hikayesi olduğu halde bizde Şemsettin Sami’nin 1872’de yazdığı Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat sayılır. Hemen ertesi yıl Namık Kemal’in İntibah adlı romanı “ilk edebi roman” sayılır. Demek ki Türkiye sosyal hayatına ve edebiyatına roman türünün girmesi üzerinden 170 yıl geçmiş. Edebiyat üzerinden sosyal-siyasal hayatın takip edilmesi gayetle mümkün ve yararlıdır. Edebiyatın öncelikle tipik olanı seçtiğini göz önüne alarak toplumsal hayatın kavram haritasını çıkardığını söylemek bile mümkün olabilir. Üzerine odaklandığımız Felatun Bey ve Rakım Efendi romanı her ne kadar dönemin siyasal baskısı göz önüne alındığında zülfüyare dokunan bir eser değilse de dönemin genel yönelimini anlaşılır kılacaktır.

Tanzimat döneminin en simgesel isimlerinden biri Ahmet Mithat Efendi’dir. Hem hayatı hem yapıtları amaçlar ve öneriler açısından aynı zamanda taşıdığı çelişkiler açısından bu temsiliyeti doğrular. Dönemin diğer yazarlarının çoğu Osmanlı elitlerinin çocuğu olduğu halde Ahmet Mithat daha sıradan bir memur ailesinin çocuğudur. Babasını erken kaybetmiş, dedesi ya da diğer akrabalarının desteğiyle ve kendi çabasıyla eğitimini geliştirmiştir. Özel dersler verme, matbaacılık gibi işlerle hayatını kazandığı gibi Türk edebiyatının en çok eser vermiş ismidir hâlen.  Felatun Bey ve Rakım Efendi romanı Tanzimat dönemi yazılmış romanlarındaki kişi ve tema ortaklıklarını, motiflerinin çoğunu içerir. Motif edebi eserlerde ana düşünceyi ortaya çıkarmaya yardımcı olması için yer verilen yan düşüncelerdir. Dönemin edebiyatını temsil edecek bir eser olarak seçmemin temel nedeni aynı zamanda okuma zevki yaratabileceği düşüncesi.

Bu dönemde yazılmış romanlarda isimler kişilikleriyle uygunluk taşır genelde (Eski dilde “ismiyle müsemma” denirdi.) Felatun Bey ve Rakım Efendi romanında da belirgin bir özellik bu. Felatun bizde Platon’un karşılığıdır. Malum Platon, idealist bir Antik Çağ filozofu. Onun felsefesi, kafadaki düşüncelerin yani idelerin kusursuz olduğunu, somut gerçekliğin ise kusurlu ve yanılsama yarattığı üzerinedir. Felsefe tarihinin önemli filozoflarından biri olduğu için babasının dikkatini çekmiştir. Felatun adını babası, “Platon’a benzesin ve ‘büyük adam’ olsun” diye koymuştur. Ama babası erken ölür, oğul Felatun ise babasının beklentisinin tersi bir kişilik olur çıkar. Beyoğlu’nda eğlence merkezlerinin müdavimi bir uçarı gençtir, kitapçıları döner dolaşır ama sadece oralarda görünmektir derdi. Babasının parasını harcayan bir mirasyedi kişiliktir. Kitap alırken evdeki mobilyaların rengine uygun cilt kapakları olmasına dikkat ederek alır mesela. Hep özentili biridir, bu yönüyle girip çıktığı yerlerde alay edilecek durumlara düşer. Kadınlar onun parasını yolar durur.  Rakım ise Felatun’un tam tersidir, onun adı da rakamdan gelir; yani hesapçıdır. Muhasebecilik yapar, kendine farklı işler kurar, özel dil dersi verir, üç dil bilir. Çalışkan bir otodidakttır, bu yönüyle bizzat Ahmet Mithat’ın kendisine benzer. Yazarın da benzer bir hayat geçmişi olması dikkat çeker. Romanın geniş bir karakter kadrosunda bu isim uygunluğu söz konusudur. Rakım’ın ileride evleneceği kızın adı Canan’dır; Rakım, Canan’ı kendi kazandığı parayla cariye olarak almıştır ve eğittikten sonra onunla evlenmiştir. Tartışılması gereken cariyelik geleneğini Ahmet Mithat’ın normal kabul etmesi bakışı neticesinde normal karşıladığı anlaşılıyor. Bu tutumun da bir meşrulaştırma biçimi olduğuna dikkat edilerek eleştirilmesi gerekiyor. Ayrıca alafrangalığa kendisini pek yakın hissetmediğini söyleyen Rakım, tam bir alaturka tutumla, Jozefino ile belli bir dönem metres-dostluk ilişkisi yaşamakta bir beis görmez.

Romanda Felatun ve Rakım, birbiriyle tanışması Felatun’un kızlarının peşinde koştuğu bir İngiliz aile üzerinden gerçekleşir. Ailenin Can adlı kızına Rakım Efendi, Fars edebiyatı ve Türkçe dersi vermektedir. Felatun, Can’ın peşinde olsa da o, Rakım’ı sevmektedir; aşkına karşılık bulamadığı için de hasta olur. Ziklasların evine gidip gelen bu iki genç üzerinden roman düzen, disiplin, tutumluluk, çalışma, kendini yetiştirme, sanat becerisine sahip olma, kültürel donanımın önemi, yabancı dil öğrenilme gibi meselelere motif olarak yer verir. Ahmet Mithat Efendi’nin başka eserlerinde bu meseleleri ele aldığı görülür. Kendisi bu anlamıyla tam bir “hocalık” görevi üstlenmiştir. Yazdığı eserlerin sayıca çokluğu ve konu genişliği göz önüne alındığında onun bu konudaki katkısı dikkat çekicidir. Genellersek Tanzimat dönemi aydınlarının başlıca amacının toplumu eğitmek olduğu, modern bir yaşam tarzı ve kültürü için bunun gereğine inandıkları ortadadır.

Batı yaşam tarzına özentililik dönemin edebi eserlerinde sıkça eleştirilir. Osmanlı döneminde Hristiyan azınlıklar dil ve kültür bakımından Batı ülkeleriyle çok fazla irtibat halindeydi ve yaşam tarzları belli açıdan benzeşiyordu. Osmanlı aydınları her ne kadar Batı’da eğitim almışlar, Batı dillerini ve edebiyatını öğrenmişlerse de kültürel olarak Müslüman kalmaktan yanaydılar. Osmanlı’nın gelişmiş bir Müslüman olmasını arzuladıkları görülür. Bizzat devlet ricali de böyle istediği ve “yukarıdan” yenileşme çabaları güttüğü ortadadır. Ancak yenileşme çabalarının daha ziyade askeri ve ekonomik alanla ilgili sınırlı kaldığı, eğitim kurumlaşmasında ağırdan alındığı, siyasal hayatta ise değişimin istenmediği görülecektir. Her ne kadar 1876’da Meşrutiyet ilan edilmişse de yeni padişah Abdülhamit’in savaş koşullarını bahane ederek onu da kapatması söz konusu olmuştur. Dahası yeniliklerin öncüsü isimleri sürgüne göndermiş, basına sansür getirmiş, tiyatroları kapatmış kısaca yenilikçi siyasal taleplerin önünü kesmiştir. Sonrasında sanat, bilim, siyasette kimseye göz açtırılmayan 33 senelik bir “istibdat dönemi” gelmiştir.

Tanzimat aydınlarının kültürel “korumacı” yaklaşımı daha sonraları Türkiye’de sağ-muhafazakar siyasetin düsturlarından biri olmuştur: “Batı’nın bilimini alalım, kültürünü almayalım.” Felatun Bey ve Rakım Efendi romanında kültürel farklar hissettirilecek düzeydedir, örneğin unvanlar bir göstergedir. “Bey” Batı kültürüne has, “Efendi” ise Doğu kültürüne işarettir; Bey olan Felatun, yanlış Batılılaşan biridir, tercih edilen bilim ve düşünce geleneğini kavramak yerine tercih edilmeyen kültürel özentililiğe saplanmıştır. Bu tezli roman bir bakıma dönemin gençliğine uyarıdır. Romanda bir başka dikkati çeken şey, karşıt iki karakterin ikisinin de babasının olmayışıdır. Aslında ilk dönem Tanzimat romanlarının neredeyse tamamında genç erkek karakterlerin babası yoktur. Bu rastlantısal bir durum değil, yazarlar tarafından bir ima içeren temsildir. Buna değinelim. Baba, devleti temsil eder; babanın olmayışı devletin zayıf oluşunu ima eder. Elbette devlet dendiğinde de öncelikle padişah akla gelir. Babanın otoritesi olmadığı için anneleriyle yaşayan oğullar, kolayca yoldan çıkmaktadır, kötü yollara düşmektedir. Yani aydınların “güçlü bir devlet” arzusu söz konusudur. Bu nokta dönemin edebi ve sosyolojik incelemelerinde sıkça yer bulur, özellikle Jale Parla, Babalar ve Oğullar adlı incelemesinde bu arka planın okumasını yapmıştır.

Hem incelediğimiz romanda hem de dönemin diğer bütün eserlerinde dikkati çeken bir nokta da sosyal ilişkilerin laik olmasıdır. Bu durum sadece arzu değil, İstanbul’daki gündelik hayatın gerçekliğidir. Bugünle karşılaştırıldığında son dönem Osmanlı’nın daha laik ve kozmopolit yani çok uluslu ve çok dinli olduğu ortadadır. Osmanlı bir ulus devlet olmadığı için resmi olarak bir kimlik tanımı yoktu, dönemin Osmanlı parası dünyada en çok dilli paradır: Türkçe, Fransızca, Ermenice ve Rumca.

Tanzimat romanlarında ele alınan önemli sosyal meselelerden biri de kadının sosyal ve hukuki statüsünün geri planda kalışına itirazdır. Bu konu Felatun Bey ve Rakım Efendi’de diğerleri düzeyinde bir değiniye sahip olmasa da meraklı, dürüst ve müşfik kadınlar yanında kötü huylu, para avcısı kadınlara yer vererek dönemin romantik anlayışındaki keskin karşıtlıkları yansıtır. Kadınlara açık yaygın eğitim kurumları olmadığı için elitler ve ekonomik zenginliğe sahip ailelerin kızları, evde özel ders alabiliyordu. Ahmet Mithat başka eserlerinde kadın köleliği üzerinde durmuşsa da bu romanda öne çıkan bir yanı yok. Kadınların kendilerinden yaşça büyük erkeklerle ve kendi istekleri dışında evlendirilmeleri, kadın köleliği sorunu üzerinde duran birçok roman yazılmaya başlanmıştı o dönemde. Bunlardan en dikkate değer olanlardan biri de Samipaşazade Sezai’nin Sergüzeşt’idir. Namık Kemal, Nabizade Nazım gibi yazarlar da hem tiyatro hem de romanlarında bu konuya yer vermişlerdi. Kadınların köle olarak alınıp satılması hele de Avrupa görmüş aydınlar için utanılacak vaziyetlerden biriydi. Aslında temel sorun, yani İslamiyet’in cariyeliğe cevaz vermesi meselesi hiç tartışılmış değil. Eleştirilerin daha ziyade törel bir mesele olarak ele alınması söz konusudur. Geçen iki asra rağmen din dayanaklı bazı meselelerin günümüzde bile tabu olması Türkiye toplumu için üzerinde durulması gereken bir meseledir. Kimi çağdışı uygulamalara dayanak gösterilen dinin içeriğini tartışmak yerine kişileri kabahatlendirmek daha kolay bir eleştiri.


Not: Yazıda Osmanlı aydınlarının Avrupa muhalif düşüncelerinden haberdar olmadıklarını söyledim ama şunu eklemekte yarar var. 1871’de Paris Komünü sonrasında orada bulunan yakın arkadaşlarından aldığı bilgilerle Namık Kemal, komüncüler lehinde yazılar yazıyor ve doğrudan bilgi aldığını söylüyor. Hıfzı Topuz, Namık Kemal’in yaşamını romanlaştırdığı eserinde Komün sırasında Namık Kemal’in Paris’te bulunduğunu yazmış ama bu konuda net bilgi yok bildiğim. Komün sırasında bulunan Osmanlılar var ama Namık Kemal yok bildiğim, kendisi belirtmemiş bunu. İbret’te yazdığı yazılar sonrasında Fransız Elçiliği’nin talebi doğrultusunda Namık Kemal’den yazılarını kesmesi ve fikrini değiştirmesi yönünde baskı ve telkin gelmiş, fazla da yazmamış. N.Kemal’in vicdanen ve el yordamıyla özgürlükçü olduğunu söylemek mümkün. En azından Fransız kodamanlarının aleyhinde olduğuna kuşku yok.

*1871 Paris Komünü’nde üç Türk