“Türküm, doğruyum, çalışkanım, yasam”

“Ich bin schlechthin, weil ich bin.”
“Ben varım’ ve doğrusu ‘Ben yalın olarak varolduğum için varım.”
-Fichte

Hikâyesiz bir hayat özlemim var, konusu olmayan meselâ.
Hikâyen; önemli bir romanın kahramanı olarak satırlarda gezindiğinde ancak bir diğerinde ölümsüzleşir.
Kendi öneminden vazgeçersen kabullenmek gerekir ölüm gerçeğini değil mi?
Ölümsüzlük peşindesin biliyorum.

Yalan dünyanın gerçeklerini bulmaya çalışmak neden bana düşsün ki…
Her şey, üzerinden ezip geçiveriyor ve kimsenin umurunda değilsin.
Dokunamadığın hayatlar, çarpıştığın karşılaşmalar galaksideki yerini hatırlatıyor.
“Ne, ne için?”
Bana ne ki, benim işim değil bu, ne olacak bunu bilince ölümü alt mı edeceksin?
Tüm sancın ölümle savaşmandan ibaret.
Ölümün gücüne teslim olduğunda yavaşlamaya başlıyorsun.

Kendimle konuşuyorum bu arada, -o sen dediğim benim yani- “diğer kişiyle” ise ilgilenemeyecek kadar büyük bir yaştayım.
Herkes kendisiyle uğraştığı kadar kendisi olabiliyor.

Az yediğin bir lokma, kaybettiğin 300 gr, tadına doyamadığın kabuklu jumbo karides, paraları saçarak yok ettiğin kırışıklıkların, aynada seyretmekten hoşlandığın kasların, dolar-euro-bitcoin, borsa dörtlüsü arasında çırpınan hayatın, seviştiğin ama aslında sevişemediğin tenler, sevmediğin ve vazgeçemediğin partnerin, kalbinin aklına hep yenik düşüşü, olmazsa olmaz siyaset analizlerin, “selfie”lerin, hazların, -yaşamak için yaşamı taciz eden iştahın-, durduramadığın eylemlerin, susmamaların, kötülere etrafta söverken kendi kötülüğünle yüzleşme cesareti olmayan iki yüzlülüğün, bir dostluğu ömür boyu sürdüremeyişin, “ben haklıyım”ların, adalete bile kendi gözünle bakışın, bunun öznel değil, nesnel olması gerektiğini kabul edemeyişin, içgüdülerinle davranarak içindeki ırk ayrımcılığın, en küçük bir olayda alenen bunu ortaya koyuşun, düşmanlığın, sevgisizliğin ama hiç bitmeyen sapkın hayvan sevgin.

Neydi sahi o geçen gün olanlar öyle, anlatsana bi…
Masal gibi anlat hatta ve geniş zaman kipi olsun mümkünse!

Şöyleydi bak dinle:

“İki kadın arkadaşımın işlettiği bir mekâna Arap bir aile gelir, ailedeki kadınlardan biri üst kattaki tuvaleti kullanır.
Kucağında 2 yaşlarında çocuğu olan başka bir Türk kadın da sırasını beklemektedir, bu arada verandada da bir kadın oturmaktadır. ( hah o kadın benim işte)
Tuvalet sırasını bekleyen kadın birden verandadaki kadına içeridekinin hâlâ çıkmadığını söyler.
Verandadaki kadını orada çalışan biri zannetmektedir sanırım, kadın “peki, çalalım bir kapıyı” der ve tuvaletin kapısını çalar, içeriden arapça bir ses gelir ve birkaç saniye içerisinde kapı açılır, kadın gözleriyle selâm verip aşağıya iner.
Çocuğu kucağında ayakta bekleyen Türk (!) kadın ise hışımla, “tuvalet iyice bir havalansın öyle gireceğim, onun kokusunu çekemem şimdi” der, -verandadaki kadına da sertçe bakarak yapar bunu üstelik!-

Sanırım böyle bir işletmeye nasıl olur da Arap misafir kabul edersiniz demek istemektedir.

Ve evet, masalın tamamı bundan ibarettir.

Şimdi iki nokta üst üste:

Verandadaki kadın, “yani ben”, orası arkadaşlarımın değil de kendi mekânım olsaydı bu kadını duvara yapıştırabilir miydim, bunu çok istediğim hâlde gerçekten yapabilir miydim?
Yapabilir miydin Arzu’cum cevap ver.
Ve hayat neden direkt yapmak istediğin davranışları kontrol etmekle geçmektedir?
Şimdi masaldaki kadına sormak isterim, senin idrarını ya da dışkını diğer kadınınkinden farklı kılan şey nedir?
İçeriden çıkan Arap olmasaydı da bir İtalyan olsaydı söz gelimi, gene büyük bir hışımla, “içerisi havalansın” mı diyecektin?
Diyecek miydin dürüst ol?
Ve kendime soruyorum, ona en güzel ve en iyi bildiğim küfürleri etmek isterken neden bunu yapamıyorum, yapamadım?
Saçlarını dahi yolmak isterken neden bunu yapamadım?

Daha başka şeyler de yapmak istiyorum bu hayatta ayrıca.
Mesela, önemli ulusal şirketlerden birinin önemli bir toplantısının tam ortasında -dünyayı kurtardıklarını zannettikleri bir anda- ortaya pastadan yapılmış bir bomba bırakmak istiyorum.

Bu canım bomba birdenbire konuşmaya başlasa, herkesin iç sesini herkesin önünde deşifre etse güzel olmaz mı?
“X….. nokta nokta” hanımefendinin, şirketin genel müdürü “Z … nokta nokta” beyefendiye günde yüz kez küfür ettiğini itiraf etse ne olur sahi?
Dünya daha gerçek bir yer hâline gelir belki de bilmem ki…
Bence harika olur, en azından fantezilerimde öyle.

Tüm bu anlamsız yüklerle baş edebilmenin tek yolu sadece ve sadece üretmektir sevgili acayip dostlar.
Acayibiz elbette her birimiz, bence yola bunun farkında olarak devam etmeli.

Bir sinema filminde tüm bombaları patlatabilirsin istediğin kadar, bir şarkının sözlerinde o kadına söylemek istediğin her şeyi söyleyebilirsin ya da tıpkı şu anda olduğu gibi sadece kalemi alıp kâğıda konuşabilirsin.
Kendi varoluş sancını biraz olsun azaltmanın başka hiçbir yolu yoktur şu yaşamda.
Senin iyi bir doktor olup insanların hayatını kurtarıyor olman tarifsiz bir duygudur eminim ancak varoluş sancını ve ölümün anlamsızlığını azaltmaz.
Bir parça olsun ölüme yaklaşıp korkularını yok edebilmen için, kendi bildiğin ve inandığın yolda üretmen gerekir.

Yani anlayacağın, sağlıklı olmak adına her gün yaptığın koşunun, besin zincirlerinin, yaşamına anlam katmak adına saçma sapan guruların yazdığı gelişim kitaplarının, yaşamın sırrını çözmüş nasihat veren videoların, konferansların, ne kendine ne de bir başkasına faydası olmaz şu yaşamda.

Onun yerine en pahalı havyarı ye bence daha faydalı bir eylem yapmış olursun kendin için.
Hiç olmazsa haz ve damak tadı konusunda bir yere varırsın az şey mi…

Biliyorsun değil mi, yaşadığın topraklardaki sorunlar ortadan kalksa, bir “Türk’ün yaşamı sıradan bir “Danimarkalı”nın sorunsuz yaşamına benzese, bakalım konuşacak neleri olur, nelerden bahseder?

Siyaset, futbol ve din konularından kafasını kazara kaldırıp gökyüzüne baktığında eli ayağı birbirine dolaşır, oyuncakları elinden alınmış çocuk gibi hisseder, konuşacağı hiçbir konu kalmaz.

Ancak o zaman belki de gerçekten sıradan bir Danimarkalının da sorguladığı varoluş sıkıntısını fark edip o da sorgulamaya başlar, ölüm korkusuyla yüzleşir kim bilir…

Yıldızlar öyle önemli ki; insana galaksideki yerini hatırlatıyor.

Defalarca bakmalı o gökyüzüne bence, özellikle bir Türkün, “Türküm, doğruyum, çalışkanım” masallarından önce ne olduğunu hatırlaması için!

Koştun, koştun, koştun..
İyi okullarda okumayı hak ettin.
Koştun, koştun, koştun..
İyi maaşlı bir işi hak ettin.
Koştun, koştun, koştun..
İşinde yükseldin, bunu da hak ettin.
Koştun, koştun, koştun..
Pırıltılı bir düğünle kaptın gelini, damadı hangisiyse artık.
Koştun, koştun, koştun.
Geldi o harika bebek onu da hak ettin.
Koştun, koştun, koştun..
Tüm bildiklerini ona öğrettin, bilmediklerine kucak açmasına pek de gönlün el vermedi, inandıkların bildiklerindi neticede.
Koştun, koştun, koştun.
Kendine sağladığın tüm olanakları onun da geleceği için sağladın.

En sonunda koşacak hiçbir yer kalmadı.
Aa ne acayip!

Aradaki boşluklarda bazen kendine döner gibi oldun, gözlerin doldu kimi zaman, hâlâ inancın vardı kim olduğunu keşfetmeye.
Ancak kaçmak kolay geldi, “ne güzel bir hayatım oldu benim” dedin, kısa bir özet yaptın.
Güzeldi belki de ama inanarak mı söyledin gerçekten?

Güzel hayat neydi peki?
Tam koşmayı bitirdiğin anda yaşayacak gücün de kalmadı artık.
Yorgun olduğunu ve yaşlandığını hissettin…

Gene de bir an geldi, çimenlere yayılıp yıldızlara bakarken, galaksideki yerini fark ettin.

“Türküm, doğruyum, çalışkanım” neydi sahi?
İyi çocuk olmak böyle başlardı di mi bizim kuşak için, oysa salt -çocuk olmakla- başlamalıydı.

Benimsediğin tüm tarih bilgini de ilk defa sorguladın, düşündün belki de.

Baktın ki o yıldızlar arasında görünmen mümkün değil, dünyadan göçeceğin anda kaç kişiyle daha aynı anda yok olacağını ilk defa fark ettin.
Bu büyük simülasyondaki oyunun farkına varman ancak yaşamının sonuna denk geldi, ne yazık…

Yaşam denilen şey; kendi hayatını yaşayabilmenin ötesinde bir şey değildir.
İnsan ancak o zaman kendine yakınlaşır ve yaşamına da hak ettiği değeri verir…

Diyeceğim o ki; galaksideki yerini iyi hatırla.
Ölümünü ölmeden önce gör.
Bence bu çok huzurlu ve güzel.
İyi ki bir gün öleceğiz, ya hiç ölmeseydik?
Sonsuzluğa mahkûm olan bir hayatın tadı çıkar mıydı?

Ben o galaksideki Nebula olmayı seçtim.

Dipnot: Tüm yazıyı, Anouar Brahem’in “Leila Au Pays Du Carrousel” müziğinin eşliğinde yazdım. Belki ilginizi çeker ve dinlemek istersiniz diye eklemek istedim.

Arzu BURSA