Sayıların Biyopolitikası

Sayı saymak gündelik yaşamımızın bir parçasıdır. Ne var ki, Covid-19 salgını esnasında sayılar, zaten büsbütün biyopolitik olan karakterlerini gözler önüne serdikçe daha da fazla sayılmaya başlandı. Medya bizi her gün onaylanmış koronavirüs vakası ve hastalıktan vefat edenlerin sayılarıyla bombardıman altında tutuyor. Bu yazıyı kaleme aldığım 18 Mart 2020 tarihinde (enfeksiyon kapanların ve ölenlerin sayısı bu yazı okunurken şüphesiz artmış olacağından yine bir başka sayı olan bu tarih de önem taşıyor), John Hopkins Üniversitesi’nin Koronavirüs Çözüm Merkezi, dünya çapında onaylanmış 211.853 vaka ve hayatını kaybeden 8.724 kişi olduğunu bildirmişti. Salgın yüzünden artan diğer sayılar ise doğrudan doğruya virüsün yayılmasını engellemek için uygulanan halk sağlığı önlemlerine (ki bunlar da temelde biyopolitik müdahalelerdir) işaret etmektedir. “Sosyal mesafe”yi korumak için 100 ya da 50, hatta 10 kişinin bile bir araya gelmesinin yasaklanması ya da bundan kaçınılması gerektiğine dair uyarıların muhatabı oluyoruz. Dahası, “sosyal mesafe” için bireylerin birbirlerinden 1 metre ya da 3 feet (ya da belki de au courant [son moda -ç.n.] ifadeye başvurursak “mebzul miktarda tedbirle” 2 metre ya da 6 feet) uzak durmaları gerektiği söyleniyor. Turistlerin, yurtdışından ülkesine yeni dönenlerin ya da enfeksiyon kapmış biriyle temas eden kişilerin kendi kendilerini 14 günlüğüne tecrit altına alması gerektiği ifade ediliyor. Kendi kendini tecrit altına almanın nihai mantığı, hiç şüphesiz “bir” sayısının* saflığına ulaşmaktır.

Aynı ölçüde önemli olan, “yan hasar” [collateral damage] olarak nitelenebilecek başka sayılar da virüsün patlak vermesinin peşi sıra sökün ediverdi. Borsalar dünya çapında 20 trilyon dolar değer kaybetti. 13-14 Mart’ta yapılan bir NPR/PBS Newshour/Marist anketine göre Amerika’daki her 5 haneden 1’inin, yani nüfusun yaklaşık %18’i, üretim, eğlence, hizmet ve konaklama gibi büyük sektörlerin, virüsün yayılımındaki “eğriyi düzleştirmek” için alınan kamusal sağlık tedbirleri nedeniyle kapatılmasıyla ya çalışma saatleri azaltıldı ya da işten çıkarıldı. 85 ülkede okullar kapandığı için dünyanın dört bir yanındaki pek çok hane, gündelik rutinini değiştirmek zorunda kaldı. Bu durum, 776.7 milyon çocuğu etkiledi (ve bu sayılara bugün itibarıyla Birleşik Krallık da eklendi.)

Tabii salgından kaynaklanan başka önemli sayılardan da söz edebiliriz. Mesela hastaları hayatta tutmak için hastanelerin ihtiyaç duyduğu solunum cihazı sayısı, iptal edilen uçuş sayısı, kamunun bağışıklık kazanması için kullanılacak aşının kullanılmaya başlanmasından önce geçecek ayların ya da yılların sayısı, tecridin gözlenmesi için gereken güvenlik personeli ya da drone sayısı (örneğin Fransa’da 100.000 polis seferber edildi) ya da “felaket kapitalizmi”nin meşum mantığına göre yaratılabilecek iş veyahut fırsat sayısı (örneğin, Amazon 100.000 kişiyi işe alacağını duyurdu) gibi. Bununla birlikte, okumakta olduğunuz yazıda -Arjun Appadurai’a (2006: 59) göre, liberal sosyal teori için “bireyin sayısal işareti” olarak görülen, en küçük tam sayı olan- “bir”in, yani içinden geçtiğimiz şu salgın zamanlarında “kendi kendini tecrit altına alma” bağlamında yeni anlamlar kazanan bu sayının oynadığı rol üzerine bir şeyler söylemeden önce biyopolitik bir denetim tekniği olarak sayıların nasıl kullanıldığına değinmek istiyorum.

Bütün medya kanallarında gündelik olarak bildirilen ve sürekli güncellenen yüksek enfeksiyon ve ölüm sayıları, genellikle halkı korkutma ya da kaygısını arttırma ve bunlarla aynı kapıya çıkan bireysel teyakkuzu arttırma etkisi yaratıyor. Koronavirüs vakalarının ve ölümlerin sayısı arttıkça hükümetler de salgını kontrol altına alıp yönetmek için buna mukabil olarak müdahalelerinin sayısını ve yoğunluğunu arttırdılar. Dolayısıyla rapor edilen enfeksiyon ve ölüm sayısında artış, halk tarafından bir panik gerekçesi olarak değil, aksine, tecrit ve sınırların kapatılması gibi başka önlemlerle birlikte hükümetin “güven verici” bir denetim aygıtı olarak işlediğine delalet olarak görülmelidir. İlan edilen bu sayılar, hükümetin enfeksiyon ve ölüm sayılarını izleyebilen, takip edebilen ve açıklayabilen bir tür panoptik aygıtı işe koştuğuna işaret ediyor. Elbette bu kusursuz bir gözetleme ya da sayma aygıtı değil; sağlık alanındaki otoriteler, tespit edilemeyen ya da hesaba katılmamış vakalar olabileceğini kabul etmeye hazırlar. Ne var ki, gündelik olarak bildirilen sayılar, yine de hükümetin gözetleme gücünü, viral düşmanı tespit edebilme kapasitesini teyit ediyor. Aslına bakılırsa, belki de paradoksal bir biçimde, hükümet ne kadar çok enfeksiyon vakası kaydedip rapor ederse bu durum tespit gücünün o kadar çok olduğunu gösterir. Dolayısıyla halkın büyük sayılardan duyduğu korku, hükümetin durumu hâlâ kontrol altında tuttuğu şeklinde yorumlanmalıdır. Aslına bakılırsa, enfeksiyonların ve ölümlerin sayısının kayıt altına alınıp yayınlanması, kriz ânında hükümetin devreye soktuğu bir tür sayım işlemi olarak görülmeli. Bu durum, pek çok bakımdan Foucault’nun 17. yüzyılda veba salgınına yakalanmış bir köy hakkında söylediği “yaşayanların ve ölenlerin muazzam bir muhasebesi” ifadesini andırıyor: “Herkes kendi kafesine kapatılmış, penceresinin önüne kurulmuştu, adları söylendiğinde başlarını uzatıp yanıt veriyorlardı: Yaşayanların ve ölenlerin muazzam bir muhasebesiydi bu” (Foucault 1979: 196).

Sağlık alanındaki otoritelerin halen tespit edilememiş enfeksiyon vakaları olabileceğini itiraf etmesi, hükümetin gözetleme ve tespit aygıtları açısından bir sorun teşkil eder. Sayılamayanlar, sayılanlara dair daha genel bir şüphe uyandırabilir. Çünkü -Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un ifade ettiği üzere, görünmez ve ele geçirilmesi zor olan- bu virüs, bir insanda tamamen semptomatik hale gelene kadar kendisini kolayca dışavurmuyor. Virüsün, belirti göstermeyen ya da çok küçük semptomlar gösteren kişilerde bile zaten mevcut ve bulaşıcı olduğu söyleniyor. O halde -aralarında bilhassa sağlık profesyonellerinin de bulunduğu- pek çok insanın hesaba katılmayan enfeksiyon sayısının aslında çok daha yüksek olduğuna inanması hiç de şaşırtıcı değil. Bu durum, gündelik olarak ilan edilen enfeksiyonlu vaka sayısının gerçekte olup bitenlerin hakiki bir açıklamasından ziyade hükümetin bir şovu olduğu şüphesine yol açıyor.

Giorgio Agamben, What is Real? adını taşıyan kitabında istatistik biliminin oynadığı yönetsel rolü sorgular. Dikkatimizi, İtalyan fizik uzmanı (1938 Mart’ının sonlarına doğru kaybolması, herhangi bir soruşturma aygıtı tarafından açıklanamamış bir gizem olarak kalan) Etorre Majorana’nın kaleme aldığı “Fizikte ve Sosyal Bilimlerde İstatistik Yasalarının Değeri” başlıklı bir makaleye çeken Agamben, Majorana’nın makalesindeki şu paragrafın altını çizer:

 Katı bir bilimsel perspektiften yaklaşılırsa hiçbir şey bizi (…) insani hadiselerin kökeninde basit, görünmez ve öngörülemez bir hayati gerçeğin yattığını düşünmekten alıkoyamaz. Şayet durum böyleyse o halde sosyal bilimlerin istatistiki yasaları işlevlerini arttırır; bu, yalnızca çok sayıda bilinmeyen nedenin doğurduğu sonucun ampirik olarak kurulması değildir, aynı zamanda özellikle gerçekliğe ilişkin dolaysız ve somut bir tanıklık da sunar. Bu tanıklığın yorumlanması, -yönetim sanatının ciddi bir desteğine ihtiyaç duymayan- özel bir sanat gerektirir (akt. Agamben 2018: 12).

Majorana’nın makalesinde kuantum fiziğine ilişkin bu ve önceki pasajları yorumlayan Agamben, alıntıladığımız paragrafın gizemli son cümlesinin, Majorana’nın kuantum fiziğinin yasaları ile sosyal bilimlerin yasaları arasında kurduğu analoji bağlamında özel bir anlam kazandığını dile getirir: “Tıpkı kuantum mekaniğinin olasılık yasalarının atomik sistemlerin durumunu bilmeyi değil de, ‘hükmetmeyi’ amaçlaması gibi, toplumsal istatistiğin yasaları da toplumsal fenomeni bilmeyi değil, onu ‘yönetmeyi’ amaçlar. (…) Bilim artık gerçekliği bilmeye çabalamaz; aksine -sosyal bilimlerdeki istatistik gibi- onu yönetebilmek için ona müdahale etmeye çalışır” (Agamben 2018: 14). Dahası, mevzubahis/tehlike altında olan bir sistemi ya da olayı açıklamaya yönelik her türden girişim, ele aldığı hususun gerçekliği hakkındaki “her şeyden önce ölçüm aletlerinin onda yarattığı değişim nedeniyle” çok fazla bilgi sahibi değildir. Majorana’nın sözleriyle söylersek, “bu nedenle herhangi bir ölçümün sonucu, sistemin bozulmadan önceki bilinmeyen durumundan daha ziyade deney esnasında sistemin yönlendirildiği durumla ilgilidir” (akt. Agamben 2018: 13). Agamben, bu ifadeden şu sonuca varır: “İstatistik, gerçeğin deneysel bilgisine sahip olmayı amaçlayan bir bilim değildir; aksine, muğlak koşullarda karar almamıza olanak sağlayan bir bilimdir” (Agamben 2018: 37). Agamben’in toplumsal istatistik eleştirisi, aynı şekilde gündelik olarak önümüze serilen koronavirüs vakaları ve ölümlerine ilişkin sayılara da yöneltilebilir. İstatistiki ölçümler, sayılıp duran sayılar, hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz virüsün gerçekliğinden daha ziyade devletin toplumlarımızı yönlendirdiği durumla ilgilidir. Halen virüsün kesin kökeni, etiyolojisi ve bulaşma yöntemine dair yeterince bilgi sahip değiliz. Yeni bir tür koronavirüs olarak itidalli gizemini korumaya devam ediyor. Dolayısıyla istatistiki sayılar ve öteki halk sağlığı önlemleri, bu salgının yarattığı krizi tam manasıyla kavramadan onu yönetmek ve idare etmek için müdahale etmeye kalkışıyor. Hal böyle olunca, gündelik istatistikler “muğlak koşullarda karar almamıza olanak sağlayan” hükümet biliminin kaçınılmaz bir gösterisini sunuyor bize. Ne var ki, muğlak koşullar altında alınan idari kararlar, harekete geçirdikleri fiili gerçekliğe (yani gerçekte mevcut olan muğlaklığa) tekabül etmeyen “olguların gerçekliği”ne dayanan kararlardır (Agamben 2018: 5). Virüse ilişkin bilgimizin üstündeki sis bulutu kalkmadıkça virüs de yönetilemez olarak kalmaya devam edecektir. İnsanların büyük bir çoğunluğunun idari otoritelerin aldığı tedbirler sayesinde güvence altında olmadığının ve bunların aslında yönetim sanatının çaresiz bir denetim retoriğinden başka bir şey olmadığının görülmesi hiç de şaşırtıcı değildir.

Hükümetler, virüsün yayılmasını engellemek ve bu sayede enfeksiyon sayısının azalması için tavsiyeler verip duruyor lakin bunların yararsızlığı gösterildiğinde insanlara sadece, nihai ve mantıksal amacı hiç şüphesiz “kendi kendini tecrit altına alma” olan “sosyal mesafe” pratiklerini hayata geçirmelerini telkin ediyorlar. Daha önce söz ettiğim üzere, “kendi kendini tecrit altına alma”nın amacı “bir” tam sayısının saf durumuna erişmektir. “Bir” belki sayıların en yalnızı olabilir; ancak aynı zamanda en güvenlisidir de; üstelik, sadece ötekilerin benliğe bulaşması değil, benliğin ötekilere bulaşması bağlamında da. “Bir”, hem kendisinin hem de başkalarının iyiliği için başkalarıyla karışmamalıdır. Yaşlı ve hastaların virüsün ölümcül etkilerine karşı daha savunmasız olduğu bu zorlu zamanlardan “kendi kendini tecrit altına alma” ihtiyacını mümkün mertebe sorgulamak istemesem de, “kendi kendini tecrit”te negatif ve savunmacı bir biyopolitikanın, herkes için bir istisna durumu olan bir tecrit durumunun işlediğini görebiliriz. Agamben’in yakın dönemde dikkatimizi çektiği üzere, biyolojik güvenlik ihtiyacı tamamen biyolojik bir durumun korunmasına odaklanır ve böylelikle hepimiz hükümetin tıbbi, gözetim ve güvenlik aygıtları tarafından “çıplak hayat”a dönüştürülürüz. Agamben, “Berraklaştırmalar” başlıklı kısa yazısında, “çıplak hayat” olarak kalmamız için çabalayan “sosyal mesafe” ve “kendi kendini tecrit altına alma” pratiklerinin toplumsallığın sonunu getirdiği gerekçesiyle feryat ederek şöyle der: “Toplumumuz artık çıplak hayattan başka bir şeye inanmıyor. İtalyanların hastalık kapma riskine karşı hemen her şeyi -normal yaşam koşullarını, toplumsal ilişkileri, işi, hatta arkadaşlığı, duygulanımları, dinsel ve politik kanaatleri- feda etmeye hazır oldukları çok açık. Çıplak hayat -ve onu kaybetme riski- insanları bir araya getiren değil; aksine onları kör edip birbirinden ayıran bir şeydir” (Agamben 2020). Dolayısıyla, Agamben’in görüşüne göre, toplumun kendi kendini tecrit eden “bir”in sunduğu güvenliğe sürüklenmesi bir felakettir, toplumsal bir ayrılık salgınıdır; böylesi bir yaklaşım, “bir”in herhangi bir norm, kimlik ya da damga tarafından tanımlanmamış -dolayısıyla güvenlikten yoksun- bir topluluk içerisindeki öteki “birler”le yan yana durmasını ya da onların etkisine açık olmasını engelleyecektir. Agamben’in koronavirüse dair kaleme aldığı son yazılar tamamen olağanüstü halin özgürlüğümüzü kısıtlamasıyla ortadan kaldırmasına odaklandığı ve virüsün yarattığı tehlikeleri kolaylıkla göz ardı ettiği için eleştirilmiş olsa da, biyolojik açıdan hayatta kalabilmek uğruna zor zahmet kazanılmış özgürlüklerimizi kurban etmeye ne kadar istekli olduğumuza dair o çetin soruyu sorarak meseleyi uçlara taşıyıp bizi kışkırtma avantajına sahiptir. Şüphesiz, bu soruyu takdir etmeden ya da tartışmaya geçmeden önce kişinin evvela hayatta kalmış olması gerektiği ileri sürülebilir. O zaman biyolojik ya da çıplak hayatın her şeyden önce geldiğini, toplumsal özgürlüklerin ve sivil haklarınsa onun kadar önemli olmadığını açıkça kabul mü etmeliyiz? Gelgelelim, hayatta kalmaya dair bu kurban verme/fedakârlık mantığıyla yol almaya ne kadar istekliyiz? Üstelik ne pahasına?

Tüm bunların yanı sıra güvenlik içerisinde ama asosyal bir benlik üreten negatif “kendi kendini tecrit” biyopolitik programını, yalnızlığın kendi kendine düşünme ve kendini anlama hazzını keşfetme olanağı sunduğu pozitif bir “kendi kendini tecrit” biyopolitik programına dönüştürebilecek diyalektik bir rota değişikliği de mümkündür. Yine de böylesi bir diyalektik değişimin “kendi kendini tecrit” sürecinin yarattığı acı dolu yalnızlığı, güçlükleri ve zihinsel ıstırabı reddetmek manasına gelmediğini söylememiz gerekir; aksine, olumlu yöne doğru yaşanan bir değişim, Hannah Arendt’in -yalnızlığın sunabileceği- vita contemplativa dediği şeyi yüreklendirmeye çalışır. Her şeye rağmen, bu türden bir yalnızlığın asosyalliğin kapısını çalmakla eşdeğer olmadığını söylemek gerekir. Arendt’in ifade ettiği üzere, “Yalnız olmak, kişinin kendisiyle baş başa olması ve dolayısıyla düşünmesi demektir; düşünmek bütün etkinlikler içerisinde en yalnız yürütüleni olsa da, asla bir ortak ya da arkadaşın olmayışı manasına gelmez” (Arendt 1998: 76). Arendt için vita contemplativa’daki yalnızlığa çekilme, kamusal, siyasal yaşama vita activa bir katılım için gerekli bir hazırlıktan ibarettir; “kendi kendini tecrit altına alma”nın sunduğu yalnızlık sayesinde olanaklı hale gelen diyalojik bir kendi kendini sorgulama, benliğin topluma ve başkalarıyla olan ilişkilere çok daha derinlikli [thoughtful] şekilde geri dönmesi için bir peşrev görevi görür. Arendt’in sözleriyle söylersek, “Başkalarıyla birlikte yaşamak, insanın kendisiyle birlikte yaşamasıyla başlar” (Arendt 2005: 21).

Vita contemplativa’nın elbette salt vita activa’yla olanaklı olmadığını eklemek isterim; zihinsel emek, gerçekleşmesi için gereken materyalleri ve olanakları sağlayan kol emeğine kökten bağlıdır. Kendi başına düşünmenin ve kendi kendini sorgulamanın, ancak sağlık çalışanlarının, eczacıların, market çalışanlarının, hijyen uzmanlarının ve kendilerini tecrit altına almayıp enfeksiyon kapma riskine maruz kalan, kişisel kaygılarını bir kenara koyarak sorumluluk alan başka insanların kahramanca emekleri sayesinde mümkün olduğunu asla aklımızdan çıkarmamalıyız. Vita contemplativa’nın ancak dolu mideyle mümkün olduğunu unutmayalım. New York’ta, okulları kapalı olduğu için iki kızını işe getirmek zorunda kalan hademenin bir muhabire acımasız bir dürüstlükle söylediği o sözleri anımsayalım: “Çalışmazsak aç kalırız.” Brecht’i hatırlamak gerek: “Önce mide, sonra düşünce.” Son derece doğru. Bununla birlikte, bu esnada Arendt’in “ne yaptığımız üzerine düşünme” uyarısını da kulağımıza küpe etmeliyiz (akt. Margaret Canovan, Arendt 1998: xvii; vurgu bana ait). O hademe hayatta kalmak için çalışmak zorunda. Belki, üzerine düşünebilmesi için yeterli maddi destek ve zaman verilse, o hademe de kendisini içerisinde bulduğu kırılgan durumun gerçek nedeninin kapitalist toplumdaki adaletsiz yapılar olduğunu daha iyi anlayabilir.

“Kendi kendini tecrit altına alma”nın negatif versiyonuna ilişkin eleştirel bir tutum takındığı son yazılarına karşın, Agamben’in yapıtlarında tecridin pozitif versiyonu için gereken kaynaklar da mevcuttur. Düşünsel [contemplative] bir yaşamın talep ettiği yalnızlık, yani emeğin faaliyetinin yerini işlemezlik [inoperativity] ve kamusal katılımın gürültüsünün yerini ise düşünmenin sükûnetinin aldığı bir yalnızlık, Agamben’in negotium ile otium arasında yaptığı ayrımda değer kazanır: “Kadim insanlar için emek –negotium– düşünsel yaşamla –otium– bağlantısında olumsuz bir şekilde tanımlanmışken, modern insanlar dinlenme ya da emeğin olumsuzlanması dışında bir düşünme, işlemezlik ve eğlenme hali düşünemiyorlarmış gibi görünüyor” (Agamben 2019: 26). Gelgelelim, Agamben The Use of Bodies kitabının “Bir’in Bir Başına Sürgünü” başlıklı bölümünde sürgünün ya da “kendi kendini tecrit”in gönüllü biçimini açıkça teşvik etmektedir. Plotinos’un düşüncelerini ele alan Agamben şöyle der:

En önemlisi şudur: Plotinos, filozofun ilahi ve mutlu yaşamını hukuki-politik sözlükten çıkardığı bir sözcükle sınıflandırır: Sürgün. Bu sürgün, artık bireyin bir şehirden kovulup bir başkasına gitmesi değildir; aksine “birin yalnızca bir başına” olması ve -bir “saadet” ve “rahatlık” durumuna dönüşmüş gibi görünen-bir negatiflik ile men etme [abandonment] durumudur.

Plotinos’un “en yerli yerinde ve özgün katkısı”, yakınlığı ve beraber olmayı ifade eden bir dizilimi dışlanma ve sürgün manasına gelen hukuki-politik bir terimde bir araya getirmesidir. Filozofun ilahi yaşamı, paradoksal bir “yakınlık ayrılığıdır”** (ya da dışlamasıdır) (Agamben 2015: 235).

Sürgün, kendini sürgün etme, kendini tecrit altına alma… Tüm bunlar, Agamben tarafından artık “çıplak yaşama yol açan bir men etme” değil, aksine “yeni ve çok daha muammalı bir men etme figürü” olarak görülür: Bu figür, “üstün bir politikanın şifresi olarak ‘bir başına bir yalnızlık’ın, yeni ve mutlu bir yakınlığın figürü olarak konumlandırılmış, tersine çevrilerek olumlu bir şeye dönüştürülmüştür” (Agamben 2015: 236). Dolayısıyla, “kendi kendini tecrit altına alma”ya dair mevcut biyopolitik uyarı, diyalektik olarak dönüştürülebilir ya da daha olumlu bir politik çizgiye çekilebilir. “Kendi kendini tecrit etme”, cezalandırıcı bir asosyalik olmak zorunda değil. Yenilerde sürgünün yalnızlığı olarak görülen “kendi kendini tecrit”, Agamben’in sözleriyle “bir başına yalnızlık” formülünde ifade edildiği şekliyle “bir yakınlık ifadesi olabilir. Birlikte ve çok yakınız; ama aramızda bizi birleştiren bir mafsal ya da ilişki yok. Birbirimizle yalnız oluşumuz sayesinde birleşiyoruz. Geleneksel olarak mahrem alanı oluşturan öğeler, artık burada kamusal ve müşterek hale geliyor” (Agamben 2015: 237). Biyopolitikanın bu versiyonundaki “kendi kendini tecrit”, sosyalliğin ve topluluğun sonu değildir; aksine bunların yeni bir kullanımıdır, tekil ve müşterek olana dair yeni bir kavramsallaştırmadır. Bu kavramsallaştırmada özel ve kamusal artık birbirinin karşıtı ya da birbirine eklemlenmiş ve ilişkili şeyler olmasa dahi, her biri bir “kayıtsızlık” [indifference] durumu içerisinde kalmaya devam eder. (Buradaki manasıyla “kayıtsızlık”, ilgi ya endişe eksikliği değil, dışlama ya da içlemeye yol açan hiyerarşik açıdan zarar ayrımların önemsiz görülmesi anlamındadır.)

Mevcut koronavirüs salgını içerisinde “kendi kendini tecrit”in iki yorumuyla karşı karşıyayız. Negatif versiyonda yalnızca “kişinin kendisine”***, kendini başkalarından ayırarak ya da tecrit altına alarak güvenlik altına alan “bir”e odaklanan korku dolu ama haris bir liberal benlik buluyoruz karşımızda. Pozitif versiyonda ise daha iyi ve Agamben’in deyişiyle “herhangi bir temsil ya da mafsal aracılığıyla düşünülmeyen bir yakınlık” olarak yeni bir politikayı düşünmek için kendini tecrit altına alan bir benlikle karşılaşıyoruz (Agamben 2015: 237). Bu versiyonda “bir”, bizzatihi bir tam sayı olarak kalmaya devam ederken, diğer sayılarla kendisi arasında ne dışlayan ve ayıran ne de içleyen ve eklemleyen aracısız bir temas aracılığıyla yakınlık arar.

“Kendi kendini tecrit”in bu olumlu versiyonuna bağlı kalarak, içinden geçtiğimiz şu salgın günlerine dair sözlerimi bir umut jestiyle bitirmek istiyorum: Tıpkı Venedik’in turistlere ve yolcu gemilerine kapatılmasıyla “kendi kendini tecrit altına alması”nın suların ve kanalların temizlenmesiyle ve balıkların yeniden yaşama dönmesiyle sonuçlanmasında olduğu gibi; tıpkı Hubei eyaletinin fabrikaların kapatılması ve milyonlarca insanın karantinaya girmesiyle “kendi kendini tecrit altına alması”nın Çin o bölgesinde havanın temizlenmesi ve gökyüzünün daha mavi hale gelmesiyle sonuçlanması gibi, dünyanın dört bir yanındaki milyonlarca insanın “kendi kendine tecrit altına alması”nın da onlara kapitalizmin ve yönetimselliğin her türünün kırılganlığını ve sınırlarını daha açık bir biçimde kavramalarına ve topluluk, sosyallik, iş ya da işsizlik, refah ve çevre ile kendimize özen gösterme gibi önemli kavramların kullanımı ve yeni tanımları için acil bir ihtiyaç olduğunu anlamalarına kapı aralayacak bir vita contemplativa yaşamalarını sağlayacak zaman ve mekân sağlayacağını umut edelim.

Bu metin 21 Mart 2020 tarihinde University of Toronto Press tarafından yayımlanmıştır.


*İngilizcede “sayı” ve “rakam” sözcükleri arasında bir fark olmadığı için yazının bütünlüğünü bozmamak adına Türkçe açısından “rakam” karşılığını doğru olduğu yerlerde bile sayı ifadesini kullandım. (ç.n.)

**Agamben burada “ayrılık”, “ayrılma” ve hatta “tecrit” gibi anlamlara gelen “separation” sözcüğünün anlamlarıyla oynuyor. (ç.n.)

***Burada kullanılan ve “kişinin kendisine” diye çevirdiğim “number one” ifadesi kişinin kendisini, ihtiyaçlarını ve önceliklerini her şeyden ve herkesten önde görmesine gönderme yapar. (ç.n.)


Referanslar

Agamben, Giorgio.  2020.  “Clarifications,” translated by Adam Kotsko https://itself.blog/2020/03/17/giorgio-agamben-clarifications/

Agamben, Giorgio.  2019.  Creation and Anarchy: The Work of Art and the Religion of Capitalism translated by Adam Kotsko.  Stanford: Stanford UP.

Agamben, Giorgio.  2018.  What is Real? translated by Lorenzo Chiesa.  Stanford: Stanford UP.

Agamben, Giorgio.  2015.  The Use of Bodies, translated by Adam Kotsko.  Stanford: Stanford UP.

Appadurai, Arjun.  2006.  Fear of Numbers: An Essay on the Geography of Anger.  Durham: Duke UP.

Arendt, Hannah. 2005. The Promise of Politics, edited by Jerome Kohn.  New York: Schocken Books.

Arendt, Hannah.  1998.  The Human Condition. 2nd edition.  Chicago: U of Chicago P.

Foucault, Michel.  1979.  Discipline and Punish: The Birth of the Prison, translated by Alan Sheridan. Harmondsworth: Penguin Books.