Liberal Demokraside Ekonomi – Siyaset Ayrılığı Sorunu*

GİRİŞ

Liberal demokrasiye ilişkin kuramsal tartışmalarda ekonomi ile siyasetin ayrılığı en önemli başlıklardan biri olmaktadır. Ekonomi-siyaset ayrımına ilişkin tartışmalar son dönemde neoliberalizmin düşünsel temsilcilerince yeniden gündeme getirilmiş, ‘ekonomi ile siyasetin ayrılması gerektiği’ sloganı neoliberal reformların meşrulaştırılmasında en çok başvurulan ilkelerden biri olmuştur.

Bu çalışmada, liberal demokraside ekonomi ile siyasetin ve piyasa ile devletin ayrılığı sorununa, tarihsel bir perspektiften değerlendirmeler getirilmeye çalışılmaktadır. Bu amaçla çalışmanın ilk bölümünde, Batı dünyasında liberal demokrasinin kuruluş ve gelişim sürecinde ekonomi-siyaset ayrımının görünümleri üzerinde durulmaktadır. Çalışmanın ikinci bölümünde, II. Dünya Savaşı sonrasında Batılı ülkelerde gelişen çoğulcu demokrasi modelinin ekonomi-siyaset ayrımı açısından taşıdığı özellikler ele alınmaktadır. Çalışmanın üçüncü bölümünde de, 1970’lerin sonlarından itibaren egemenlik kuran neoliberal modelin ekonomi-siyaset ayrımına getirdiği değişiklikler incelenmektedir.

1. KAPİTALİZM VE LİBERAL DEMOKRASİ

Liberal demokrasinin temel tanımlayıcı niteliği, kapitalist üretim tarzı ile uyumlu yapısından kaynaklanmaktadır (Macpherson, 1984). Kapitalist üretim tarzının, devlet ile piyasanın ve ekonomi ile siyasetin kurumsal olarak ayrılığı üzerine kurulu yapısı, liberal demokrasinin temel niteliklerini de belirlemektedir.

Kapitalist üretim tarzında artığa el koyma süreci, piyasa alanında ve ‘ekonomik mekanizmalarla’ gerçekleşmektedir. Bu ilişki, üretim araçlarının sahipleri ile ‘özgür emeğin’ piyasa ilişkileri çerçevesinde ‘serbest sözleşme’ ve ücretli çalışma ilişkisi temelinde bir araya gelmesiyle kurulur. Sermaye sahiplerinin ücretli çalışanların ürettiği artı-değere el koyması da, böylece, ‘ekonomik mekanizmalarla’ ve ‘piyasa ilişkileri’ temelinde gerçekleşir. Bu süreçte, devletin ise daha dolaylı bir rol aldığı görülmektedir. Üretim sürecinden soyutlanan devlet, esasen, piyasa ilişkilerinin ‘dışarıdan’ korunması rolünü üstlenmektedir (Macpherson, 1984; Therborn, 1989; Gülalp, 1993). Devlet bu rolü, özel mülkiyet, teşebbüs hürriyeti, sözleşme serbestisi, çalışma hürriyeti gibi birey haklarının korunması yoluyla gerçekleştirmektedir.  Ancak, bu durum, kapitalist devletin sınıfsal anlamda ‘tarafsız’ (sınıflar üstü) olduğu anlamına gelmemektedir. Devletin, piyasa ilişkilerinin korunmasında vazgeçilmez bir rolü bulunmaktadır. Ancak, devlet bu rolü piyasa ilişkilerinin “dışından” gerçekleştirdiği için, devlet ile piyasa kurumsal olarak ayrılmaktadır. Dolayısıyla, devlet ile piyasanın ayrılığı ‘organik’ bir ayrılık olmayıp, aralarında ‘içsel bir ilişki’ (organik ilişki) bulunmaktadır. Bu nedenle, kapitalist devletin egemen sınıfla ilişkisi ‘nesnel’ bir ilişkidir (Gülalp, 1993). Kapitalist toplumda devlet, sınıf egemenliğinin siyasal biçimini oluşturur.

Kapitalizmde, artı-değere el koyma sürecinin piyasa ilişkileri çerçevesinde gerçekleşmesi, ekonomik ve toplumsal egemenlik ilişkilerinden ayrı bir siyasal alanın oluşumuna olanak sağlamıştır. Bu siyasal alanın temel özellikleri burjuva devrimleri sürecinde şekillenmiştir. Burjuvazinin, monarşiye ve aristokrasiye karşı yürüttüğü mücadelelerde ortaya konan ‘insan hakları’, ‘sınırlı devlet’, ‘kuvvetler ayrılığı’, ‘parlamentonun üstünlüğü’ gibi liberal ilkeler, modern liberal devletin de temel özelliklerini oluşturmuştur. Bu süreçte feodal ayrıcalıklar kaldırılırken, ‘hukuksal eşitlik’, ‘özel mülkiyet’, ‘girişim hürriyeti’, ‘sözleşme serbestisi’, ‘çalışma hürriyeti’ gibi birey hakları geçerli kılınarak, üretim, dağıtım, değişim ve bölüşümün piyasa mekanizmasıyla gerçekleştirilmesi sağlanmış oluyordu (Wood, 2003; Boron, 1985).

Burjuva devrimlerinin ilk aşamasında, sivil haklar öne çıkarken, genel ve eşit oy hakkına dayalı demokrasi benimsenmiyordu. Burjuvazinin genel ve eşit oy ilkesine dayalı liberal demokrasiye karşı çıktığı bu dönemde, siyasal haklar sınıf esasına dayalı olarak kısıtlanırken, yalnızca üst sınıflar bu haklardan yararlanabiliyordu (Therborn, 1989).

Nitekim, 20. yüzyıl öncesinde, liberal düşünürler, genel ve eşit oy ilkesine dayalı liberal demokrasiyi ‘tehlikeli’ bulmuşlardır. Onlara göre, genel ve eşit oya dayalı demokrasinin tehlikesi ‘çoğunluğun zorbalığına’ olanak tanımasından kaynaklanıyordu. Bu argüman, liberalizmin eleştirmenlerine göre, toplumda çoğunluğu oluşturan çalışan sınıfların azınlıktaki mülk sahibi sınıfların mülkiyet, girişim vb. hürriyetlerini ihlal etmesi olasılığına göndermede bulunuyordu. Erken liberal düşünürler, bu tehlikeye karşı, siyasete katılıma olanak sağlayan seçme ve seçilme hakkının sınırlanması görüşünü savunmuşlardır. Bu doğrultuda, oy hakkı için, belli bir miktarın üzerinde mülkiyete sahip olmak, belli bir miktarın üzerinde vergi vermek ya da okuma-yazma bilmek (o dönemlerde alt sınıfların okula gitmek ve okuma-yazma öğrenmek olanakları bulunmuyordu) gibi ‘sınıfsal temelli’ kısıtlamaları savunuyorlardı. İki dereceli seçim de sıkça başvurulan bir yöntemdi. Kısacası, 19. yüzyıl sonlarına kadar, liberal düşünürler, siyasal hakların yalnızca üst sınıflara tanınmasını savunan ‘seçkinci’ bir demokrasi anlayışına sahipti (Touraine, 123-124).

Bu seçkinci demokrasi anlayışının değişerek modern liberal devletin demokratikleşmesi için, orta ve alt sınıfların 19. yüzyıl sonlarına kadar uzun mücadeleler vermeleri gerekmiştir. Ancak, genel ve eşit oy hakkının tanınmasını, yalnızca bu sınıfların mücadelelerinin kazanımının ürünü olarak değerlendirebilmek kolay görünmemektedir. Kanımızca, oy hakkının genişlemesi konusunda daha doyurucu bir açıklama için, egemen sınıf içi çelişkilerden kaynaklı mücadelelerde, alt ve orta sınıfların desteğini kazanmaya çalışan ve bu doğrultuda işbirliğine giren kesimlerinin belirleyici rolü göz ardı edilemez. Ancak, bu işbirliğinin en önemli koşulu, alt ve orta sınıfların sistem karşıtı hareketlerden uzaklaşıp, sistem içi kanallara çekilmesi olmuştur (Ergut, 1995). Gerçekten de, genel ve eşit oy hakkına dayalı liberal demokratik rejimlerin kurulabilmesi için, burjuvazinin toplum üzerindeki hegemonyasının kurulması koşulunun sağlanması gerekmiştir. Alt ve orta sınıfların sistem içi kanallara çekilemediği durumlar ise demokratikleşmeye değil, sınıf mücadelelerinin keskinleşmesine sahne olmuştur (Therborn, 1989).

1.1. LİBERAL DEMOKRASİ: HEGEMONİK İKTİDAR

Genel ve eşit oy ilkesine dayalı liberal demokratik rejim, esasen çelişkili bir sistemdir. Bunun temelinde, kapitalizmin sınıfsal eşitsizliklere dayalı bir iktidar ilişkisi olması yatmaktadır. Bu durum, liberal demokraside ‘biçimsel (hukuksal-siyasal) eşitlik’ ile sınıfsal eşitsizliğin bir arada varolmasına yol açar. Bir başka deyişle, kapitalist toplumda bireylerin iki varoluş biçimi vardır. Bireyler, bir yandan, ekonomi alanında sınıfsal açıdan eşitsiz ilişkiler içinde var olurken, diğer yandan siyasal alanda ‘eşit yuttaş’ olarak kabul edilir (Macpherson, 1984; Wood, 2003). Bu çelişkili durum, liberal demokrasinin üstesinden gelmesi gereken en temel sorunu teşkil eder. Siyasal alanda eşit birer yurttaş olarak konumlanan bireylerin, ekonomi alanında eşitsiz ilişkiler içinde oluşunun yarattığı çelişkili durumun kısmen uzlaştırıcı mekanizmalarla yumuşatılması, kısmen de ideolojik meşrulaştırma ile kabul edilebilir kılınması gerekir (Jessop, 2008). Bu durum, en iyi, Gramsci’nin ‘hegemonya’ kavramı çerçevesinde analiz edilmiştir.

Gramsci’ye göre, liberal demokrasinin işlerlik kazanabilmesi için burjuvazinin alt ve orta sınıflar üzerinde hegemonyasının kurulması gerekir. Hegemonya kurma süreci, burjuvazinin kendi dar sınıf çıkarlarını aşarak, alt ve orta sınıflara bazı ekonomik ödünler vermek yoluyla, kendi uzun vadeli çıkarlarıyla onların kısmi çıkarlarını eklemlemesini gerektirir. Bu çıkarların eklemlenmesi süreci, belirli bir ‘toplumsal uzlaşma’ görünümü altında, burjuvazinin çıkarlarının ‘ulusal çıkar’ ya da ‘kamu yararı’ olarak topluma benimsetilmesini sağlar (Portelli, 1982; Savran, 1987). Böylece, yönetici sınıf olarak burjuvazi, alt ve orta sınıfların onayını kazanır.

Ancak, Gramsci’nin de dikkat çektiği önemli bir nokta, yönetici sınıfın hegemonyasının kurulması için yalnızca ekonomik ödünler verilmesi yeterli olmaz. Hegemonya süreci siyasal ve kültürel mekanizmalarla da desteklenmeli, toplumsal yaşamın bütün alanları burjuvazinin gereksinimleriyle uyum içine sokulmalıdır. Hegemonya sürecinde, eğitim, bilim, din, kültür, sanat, spor, dernekler, basın ve medya gibi sivil toplum kurumlarının, yönetici sınıfın dünya görüşünün topluma benimsetilmesi açısından büyük önemi bulunmaktadır. Diğer yandan, parlamento, hükümet ve yerel yönetimler gibi temsili kurumlar ve siyasal partiler de, alt ve orta sınıfların yönetici sınıfın hegemonyası altında birleştirilebilmesi açısından çok önemli rol oynayan kurumlardır. Liberal demokrasi ve parlamenter siyasal kurumlar, yönetici sınıfın toplum üzerindeki ideolojik hegemonyasının sürekli olarak yenilenmesini sağlar (Portelli, 1982).

Yönetici sınıfın hegemonyasının kuruluş sürecinde siyasal partilerin de özel bir yeri bulunmaktadır. Genel ve eşit oy ilkesinin kabulüyle doğan büyük kitle partileri, alt ve orta sınıfların istemlerinin içerilerek yönetici sınıfın çıkarlarıyla eklemlenmesini sağlar. Büyük kitle partileri, farklı sınıfların çıkarlarının eklemlenerek ‘ulusal çıkar’ görünümü altında birleştirilmesini sağlayarak, yönetici sınıfın hegemonik kapasitesini ortaya koyar. Burjuvazi, çalışan sınıfların siyasete katılımını, ancak büyük kitlesel popülist burjuva partileri kanalıyla olursa kabul eder. Çalışan sınıfların, burjuva partilerinden koparak, kendi sınıf partilerini kurarak iktidar mücadelesi vermesini (ya da bu amaçla kurulan partilerin çalışan sınıflarla bütünleşmesini) kendi egemenliği açısından tehdit olarak görür (Ergut, 1994).

1.2.  DEMOKRASİNİN DEĞERSİZLEŞTİRİLMESİ

Kapitalist toplumun ve liberal demokratik rejimin, ekonomi ve siyaset ayrımına dayanmasının bir başka önemli sonucu daha vardır. Liberal demokraside, bireylerin eşit yurttaşlık haklarıyla donatılarak birer özne olarak tanımlanması durumu, esasen, siyasal alanla sınırlıdır.  Bu durum, demokrasinin alanının da siyasal alana katılımla sınırlı olması anlamına gelir. Toplumsal ve ekonomik ilişkiler ise demokrasinin alanı dışında kalır. Özellikle mülkiyet ilişkilerine dayanan piyasa faaliyetleri yalıtılarak, demokrasiye karşı korunmuştur (Wood, 2003). Dolayısıyla, ‘piyasa ilişkilerinin demokratikleştirilmesi’ talebi, liberal demokrasinin kurucu ilkelerine aykırıdır. Bu nedenle, alt sınıfların, siyasal haklarını kullanarak sistem karşıtı bir iktidarı başa geçirmesi ve bu yolla piyasa ilişkilerini tehdit etmesi, sınıf çatışmalarını şiddetlendirecektir. Bu durum, liberal demokrasinin de en temel çelişkilerinden birini oluşturmaktadır.

Bu çelişkili durum, burjuvazinin ve erken liberal düşünürlerin, genel ve eşit oy ilkesine dayalı liberal demokrasiyi kabul etmemek için uzun süre direnmesinin de temelinde yatmaktadır. Bu direnişlerin kırılması ve genel ve eşit oy ilkesinin ‘tehlikeli’ sayılmaktan çıkmasında birkaç nokta dikkat çekmektedir.

İlk olarak, liberal demokrasinin ekonomi-siyaset ayrılığına dayandırılması ve demokrasinin siyasal alana katılımla sınırlanması ve piyasa ilişkilerinin demokrasinin müdahale alanı dışına çıkartılması önemli bir güvence niteliği taşımaktadır. Böylece, hukuksal-siyasal eşitlik ile sosyo-ekonomik eşitsizliklerin bir arada var olabilmesinin yolu açılmış olur. Bu durum, demokrasinin liberalleşmesi ve eşitlikçi özünün ortadan kaldırılması anlamına gelmiştir (Macpherson, 1984; Wood, 2003).

İkinci olarak, yurttaşlık hakkının siyasal alana katılımla sınırlanması, siyasetin de temsili demokrasiye dönüşmesi, liberal demokrasinin içinin boşaltılmasına ve niteliksizleşmesine yol açmıştır. Böylece, yurttaşların en önemli etkinliği dört-beş yılda bir sandığa giderek yöneticilerin seçimi için oy kullanmaktan ibaret kalmıştır. Temsili demokrasi nitelik olarak ‘oligarşik’ bir sistemdir. Büyük kitle partileri sistemin asli aktörleridir. Sistem karşıtı partiler ise çeşitli kısıtlayıcı yöntemler kullanılarak, adil olmayan bir rekabete zorlanırlar. Böylece, çalışan sınıfların taleplerinin siyasal alana yansıması engellenmeye çalışılır. Atomizasyon ve depolitizasyon yoluyla halkın pasifleştirilmesi ve böylece siyasal gücünün sınırlanması amaçlanır.

Sonuç olarak, genel ve eşit oy hakkının benimsenerek liberal demokrasinin kurulması süreci, bir yanıyla yeni kontrol biçimleri geliştirilerek halk sınıflarının siyasete katılımının kontrol altına alınması, bir yanıyla da demokrasinin içinin boşaltılıp biçimsel bir mekanizmaya indirgenmesi anlamına gelmiştir. Dolayısıyla, küçük bir azınlığın egemenliğine dayanan bir düzende, nasıl olup da demokratik bir yönetim biçiminin işleyebildiği sorusu (Therborn, 1989) karşılığını bulmuş olmaktadır.

2. ÇOĞULCULUK VE EKONOMİ-SİYASET AYRIMININ NİTELİK DEĞİŞTİRMESİ

Genel ve eşit oy ilkesine dayalı liberal demokrasinin kabulü öncelikle gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmiştir. Batı dünyasında bu gelişme, 1870’lerde başlayıp II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle tamamlanan bir süreçte gerçekleşmiştir (Therborn, 1989). Azgelişmiş ülkeler ise daha farklı bir süreçten geçmiştir (Bkz. Ataay, 2008, Bölüm 1).

Batı dünyasında liberal demokrasinin istikrar kazanarak yerleşik hale gelmesi, yönetici sınıfın hegemonik iktidarının gerçekleştirilmesi anlamına geliyordu. Bu süreçte, yönetici sınıfın hegemonyasının sağlamlaşması açısından birkaç gelişme üzerinde durulabilir. Bir kere, 19. yüzyıla yayılan sanayi devrimi ve emperyalist gelişme, gelişmiş kapitalist ülkelerde alt sınıflara kısmi bir refah artışı sağlanmasına olanak sağlamıştır. Bu gelişmeyi tamamlayan ise, üretkenlikte büyük artış sağlayan Fordist üretim rejiminin yaygınlaşmasıyla, kitlesel üretim ve kitlesel tüketimin giderek bir ‘refah toplumu’ ve ‘tüketim toplumu’ yaratması olmuştur. Fordizmin kitlesel üretim ve kitlesel tüketim özellikleri, 1930’lardan sonra Keynesçi ekonomi politikalarıyla desteklenmiş, 1945’ten sonra da ‘sosyal devlet’ Batı dünyasında yerleşik toplum modeli haline gelmiştir. Bu süreçte, liberal demokrasi de giderek ‘çoğulcu’ bir nitelik kazanmış, ‘örgütlü toplum’ ya da ‘demokratik korporatizm’ gibi nitelemeler yapılmaya başlanmıştır.

Birbirini tamamlayan Fordist üretim rejimi, Keynesci ekonomi politikaları, sosyal devlet uygulamaları ve çoğulcu demokrasi modeli, toplumsal ihtiyaçlara ve taleplere devletin kamu hizmetleri ve sosyal politikalar üreterek yanıt vermesi anlamına geliyordu. Böylece, kamu politikası oluşturma sürecinin, toplumun farklı kesimlerinin çıkarlarının uzlaştırıldığı bir süreç olarak kurgulanmasına olanak doğuyordu. Bu süreçte, toplumun farklı kesimlerini temsil eden sendikalar, meslek birlikleri vb. örgütlenmeler, toplumsal zenginliklerin adil paylaşımı, gelir dağılımında adaletin sağlanması, insanca bir yaşam için gerekli asgari yaşam standartlarının devlet tarafından bütün yurttaşlara garanti edilmesi gibi taleplerle ortaya çıkıyorlardı (Zabcı, 1999). Bu süreç, devlet aygıtını çıkar grupları arasında yürüyen ‘demokratik nitelikli’ sınıfsal mücadelelerin alanı haline getiriyordu. Sürece katılan bütün toplumsal gruplar, çeşitli talepler ortaya atarak, devletin işlevlerini ve biçimini belirleme mücadelesine girişiyorlar, kamu bütçesi de bölüşüm odaklı mücadelelerin alanı haline geliyordu (Jessop, 2008; Beckman, 1998). Bunun sonucunda, çeşitli toplumsal taleplere yanıt vermek üzere pek çok ekonomik ve sosyal hakkın tanındığı, pek çok kamu hizmetinin geliştirildiği, devletin giderek büyümesi sonucunda ‘özel sektör’ün (piyasa alanı) yanında giderek büyüyen bir ‘kamu sektörü’nün oluştuğu görülüyordu. Bu gelişme o kadar çarpıcıdır ki, Batılı ülkelerde devletin ulusal ekonomideki payı 1930’lara kadar yüzde 10’u geçmezken, 1945 sonrası dönemde yüzde 35 (ABD) ile yüzde 55 (İsveç) arasında değerlere ulaşmıştır.

Batılı ülkelerde gelişkin bir sosyal devletin ortaya çıkması ve eğitim, sağlık, sosyal hizmetler, sosyal güvenlik, konut, istihdam vb. alanlarda devletin etkin rol alması, insan haklarının kapsamının genişlemesini ve pek çok ekonomik ve sosyal hakkın bu kapsama alınmasını sağlamıştır (Marshall ve Bottomore, 2000). Toplumsal konsensüs görünümü sağlayan ve alt sınıfların sisteme entegre edilerek uysallaştırılmasında önemli rol oynayan bu gelişmeler, kapitalist sistemin meşruiyetini ve istikrarını da sağlamlaştırmıştır (Wallerstein, 2005). Böylece, devletin, toplumun ortak çıkarlarını ve ortak ihtiyaçlarını gerçekleştirdiği, yurttaşların haklarını koruduğu algısı yerleşmiştir.

Bu süreç, aynı zamanda, ekonomi-siyaset ve devlet-piyasa ayrımının nitelik değiştirmesine yol açmış, devletin sivil toplumun içine, sivil toplumun da devletin içine sızmasına neden olmuştur. Devlet ile piyasa ve ekonomi ile siyaset arasındaki ayrımları silikleştiren bu gelişmeler, bölüşüm ilişkilerinde de ikili bir yapı oluşturmuştur. Bir yandan piyasa ilişkilerine dayanan birincil (temel) bölüşüm ilişkileri varlığını sürdürürken, devletin yeniden bölüşüm mekanizmaları da ikincil bölüşüm mekanizması olarak piyasa mekanizmasının yarattığı eşitsizlikleri dengeleme işlevi üstlenmeye başlamıştır.

Böylece, kamu sektörünün özel sektör (piyasa alanı) aleyhine, ekonomik ve sosyal hakların da piyasa özgürlükleri aleyhine genişlemesi durumu ortaya çıkmıştır. Bu durum, çoğulcu demokrasi ile serbest piyasanın çelişkili oluşumlar olduğunu göstermektedir. Demokrasinin çoğulcu ve katılımcı niteliği geliştikçe, ekonomik ve sosyal haklar genişledikçe piyasa alanı daralmakta, giderek büyüyen bir kamu sektörü ve genişleyen kamu hizmetleri ortaya çıkmaktadır (Macpherson, 1984).

Bu süreç 1970’lerde ortaya çıkan Dünya Ekonomik Bunalımı’na kadar devam etmiştir. 1973 Petrol Bunalımı ile zirveye çıkan ekonomik bunalım ise farklı bir sürecin başlangıcını oluşturmuştur.

3. NEOLİBERALİZM VE DEĞİŞEN DEMOKRASİ ANLAYIŞI

1970’lerde yaşanan ekonomik bunalıma karşı bir süre bocalayan Batı dünyasında, 1979’da İngiltere’de Thatcher’ın, 1980’de de ABD’de Reagan’ın iktidara gelişiyle birlikte neoliberal/neomuhafazakar politikalar egemenlik kurmuş oldu. Neoliberal politikaların ilk denemeleri 1973 darbesi sonrasında Şili’de yapılmıştı. Bu politikaların en önemli sonucu dünya ekonomisinde ‘küreselleşme’ olarak adlandırılan süreci başlatması oldu. Küreselleşme sürecinin en önemli özelliği, dünya genelinde ‘iç pazara dönük’ ve ‘korumacı’ politikalara son vererek, serbest ticarete dayalı yeni bir ekonomik modeli uygulamaya geçirmeye başlamasıydı.

Bu politikanın ülke ekonomileri açısından en önemli sonucu, küreselleşme sürecinin yarattığı rekabetçi ortama uyum sağlama gereğinin ortaya çıkmasıydı. Dolayısıyla, temel ekonomik ve sosyal politikalar ‘rekabet gücünü arttırmak’ amacı doğrultusunda şekillendiriliyordu. Bunun için de, emek piyasalarının esnekleştirilmesi, işgücü ve girdi maliyetlerinin kısılması, işçi, memur ve çiftçi kesimlerinin gelirlerinin azaltılması öngörülüyordu. Neoliberal politikaların ikinci önemli başlığı, vergilerin azaltılması, sosyal harcamaların kısılması ve sosyal devlet korumasının daraltılması oldu. Bunu tamamlayan üçüncü adım da, özelleştirme politikalarına girişilerek kamu hizmetlerinin tasfiyesi ve kamu sektörünün küçültülmesi yoluna gidilmesiydi (Went, 2001). Gerçekten de, sosyal devleti piyasa toplumuna yönelik en önemli tehdit olarak gören neoliberalizm, sosyal devletin tasfiyesini en öncelikli hedef olarak belirlemiştir. Küreselleşme sürecine uyum ve rekabet gücünün arttırılması adına geliştirilen bu politikalar, gelir dağılımında eşitsizliklerin artmasına yol açıyordu. Çalışan sınıfların yararlandığı ekonomik ve sosyal haklar gerilerken, çalışma ve yaşam koşulları da kötüleşiyordu.

Neoliberalizmin en temel özelliklerinden biri çalışan sınıflara yönelik ödün vermez bir tutuma sahip oluşudur. Sendikalar ve diğer örgütlü gruplar artık neoliberalizm tarafından ayakbağı olarak görülmeye başlanmıştır. Neoliberalizme göre, bu gruplar sürekli olarak hükümetten yeni taleplerde bulunan, sosyal devletin büyümesine ve vergilerin yükselmesine neden olan, böylece rekabet gücünü zayıflatan ‘zararlı’ oluşumlardır. Bu nedenle de sendikalar bilinçli çabalarla zayıflatılmış, eski çoğulcu/neo-korporatist düzendeki itibarlı konumlarını yitirmeye başlamıştır.

Neoliberalizmin sendikalara ve örgütlü gruplara yönelik olumsuz tavrı, sivil toplumun kontrol altına alınması çabasıyla desteklenmektedir. Neoliberalizmin en önemli hedeflerinden bir başkası çoğulculuk ve özgür sivil toplumu kısıtlamak olmuştur. Sendikaların ve örgütlü grupların pazarlık gücünün kısıtlanması için, katılım mekanizmalarının sınırlanması yoluna gidilmektedir. Neoliberalizmin bu yaklaşımının temelinde, çoğulcu demokrasinin çalışan sınıfların ekonomik ve sosyal haklarını savunabilmesi için uygun bir ortam yaratması gerçeği yatmaktadır. Çoğulcu demokrasi, kamu politikası belirleme sürecini, toplumsal grupların taleplerinin müzakere edildiği ve bu gruplar arasında asgari bir uzlaşmanın sağlandığı bir ortama kavuşturmaktadır. Bu süreçte, yurttaşların asgari insani gereksinimlerinin karşılanması talepleri de, sahip olduğu etik üstünlükle belirleyicilik kazanmaktadır. Giderek genişleyen ekonomik ve sosyal haklar, sosyal devlet ve kamu hizmetleri de, esasen bu sürecin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, neoliberalizmin sosyal devleti tasfiye etme hedefinin, sendikaları zayıflatma ve sivil toplumu kontrol altına alma ve giderek çoğulcu demokrasiyi geriletme hedefleriyle tamamlanması kaçınılmaz olmaktadır.

Neoliberalizmin çoğulculuk karşıtı tavrının en açık biçimde ortaya çıktığı noktalardan biri de ‘teknokrasi’ savunusudur. Ekonomik ve sosyal politikaların belirlenmesinde ‘popülizm’e sapılmasını en büyük ‘günah’ olarak gören neoliberal yaklaşım, açıkça siyasetin alanını daraltmayı hedefler. Neoliberalizme göre, ekonomik ve sosyal sorunlar ‘siyasal’ bir bakış açısıyla değil, ‘teknik’ bir bakış açısıyla ele alınmalıdır. Bu görüşü temellendirmek için de ‘ekonomi ile siyasetin ayrılması gerektiği’ savı ileri sürülür. Böylece minimal devlet ve serbest piyasaya dayalı bir toplum modeli kurulmaya çalışılır. Piyasaların toplumsal denetimden koparılmasını ve toplumun piyasanın denetimi altına sokulmasını hedefleyen bu yaklaşım, yeni vergiler, emeği koruyan yeni önlemler, çevre koruma düzenlemeleri gibi toplumsal amaçlı düzenlemelere de şiddetle direnmektedir (MacEwan, 2008: 282-292).

Neoliberalizmin ekonomi ile siyasetin ayrılması hedefi, devletin küçültülmesine yönelik reformlarda somutlaşır. Devletin küçültülmesine yönelik reformlar savunulurken, bir yandan ‘ekonomik rasyonalizasyon’ argümanına dayanılırken, diğer yandan da demokratikleşmenin amaçlandığı ileri sürülür. Ekonomik rasyonalizasyon argümanına göre, sosyal devlet hantal ve verimsizdir. Ekonomide rasyonalizasyona ulaşılabilmesi, verimliliğin yükseltilebilmesi ve rekabetçi bir ekonomiye ulaşılabilmesi için, sosyal devletin tasfiye edilerek serbest piyasa modeline geçilmesi gerektiği savunulur. Ancak, neoliberal reformların meşrulaştırılabilmesi için ekonomik rasyonalizm argümanı yeterli görülmez. Neoliberalizmin çoğulcu demokrasiye karşıt olduğuna yönelik eleştirilere de yanıt üretilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda, devletin büyümesinin bürokrasinin hakimiyetine yol açtığı ve bürokrasinin toplumun sırtında bir ‘asalak’ olduğu savı geliştirilir. Oysa, devletin küçültülmesi sivil toplumun güçlenmesine hizmet edeceğinden, demokratikleşme amacıyla da uyumlu olduğu ileri sürülür (Munck, 2008: 116). Neoliberalizmin serbest piyasa ile demokrasiyi özdeşleştiren bu argümantasyonu, devletin küçültülerek serbest piyasa ve minimal devlet modeline geçilmesinin, ekonomik liberalizm ile siyasal liberalizmin birlikteliğine dayalı liberal bir toplum modeline ulaşılmasını sağlayacağı savına dayanır.

Neoliberalizmin ortaya koyduğu bu demokrasi anlayışı, serbest piyasa ile demokrasiyi özdeşleştirir. Piyasayı ‘doğal’ bir düzen, sınıfsal eşitsizlikleri de ‘doğal’ sayan bu yaklaşımın dayandığı ekonomik ve sosyal haklardan yoksun ‘sınırlı yurttaşlık’ anlayışı, bireylerin girişimciğinin ve kendi kendine yeterliliğinin dinamik bir topluma ulaşması için zorunlu olduğu anlayışına dayanır. Serbest piyasa modelinin toplumdaki sınıfsal eşitsizlikleri arttırdığı, artan eşitsizliklerin özellikle dezavantajlı gruplar açısından büyük sosyal yoksunluklara yol açtığı, bunun da bireylerin kişisel gelişimi önünde engeller oluşturduğu ve sonuçta bireylerin güçsüzleşmesine ve özgürlükleri kullanma becerisinin zayıflamasına yol açtığı kabul edilmek istenmez. Bu anlayış, ekonomik ve sosyal hakları insan haklarının bir parçası olarak görmez. Yurttaşlık haklarının daraltılması savunulur (Marshall ve Bottomore, 2000).

Bu demokrasi anlayışı, ‘negatif (medeni) haklar’ ve ‘siyasal haklar’la sınırlı bir demokrasi anlayışına dayanır. Çoğulculuk ise, en iyi ihtimalle, kültürel haklar ve azınlık haklarıyla sınırlı kalır. Sosyal politikadan anlaşılan ise, etkisi sınırlı çevre, yoksulluk ve istihdam-meslek eğitimi vb. projelerden ibarettir (Zabcı, 2002). Örgütlü toplum ve güçlü sivil toplum, örgütlü grupların kamu politikalarının belirlenme süreçlerine katılması ve kamu politikalarının toplumsal uzlaşmaya dayanması istenmez. Buna karşı, ‘ekonomi ile siyasetin ayrılması gerektiği’, ‘ekonomik ve sosyal politikaların teknik bir bakış açısıyla ele alınması’, ‘popülizme sapılmaması’ gibi anti-sosyal görüşler savunulur. Bu yaklaşımda, demokrasi de biçimsel kurallara indirgenir. Çoğulculuk, katılımcılık, ‘gelişkin yurttaşlık hakları’, güçlü sivil toplum gibi demokratik değerler ise giderek zayıflatılır (Munck, 2008: 115-116).

Neoliberal demokrasi anlayışı, yukarıda ele alınan özellikleri dolayısıyla geniş bir toplumsal konsensüs yaratabilme olanağına sahip değildir. Bu yüzden, ekonomik büyüme sağlanabildiği ölçüde başarılı olabilir. Ekonomide durgunluk ve bunalım yaşanması durumunda ise, yönetici sınıfın hegemonyası zayıfladığından, artan toplumsal çelişkilerin üstesinden gelebilme olanakları zayıftır. Bu da, sık sık demokrasi ile ekonomi arasında seçim yapma durumuyla karşı karşıya kalınmasına yol açar. Ve bu durumlarda neoliberaller ekonomi için demokrasiden ödün vermekten kaçınmazlar. Yönetici sınıfın hakimiyetini korumak için, sivil toplumu denetim altına almak, kitle iletişim araçlarında kurulan ideolojik tekelle toplumun maniple edilmesi, alt sınıfların siyasete katılım kanallarının tıkanması gibi demokratik değerler açısından eleştiriye uğrayan yollara başvurmaktan geri durmazlar.

SONUÇ

Bu çalışmada, liberal demokrasinin gelişim süreci, ekonomi-siyaset ayrımı çerçevesinde değerlendirilmeye çalışıldı. Buna göre, liberal demokrasinin doğuşunu mümkün kılan temel koşulun, kapitalizmde devlet ile piyasanın ve ekonomi ile siyasetin biçimsel ayrımı olduğuna dikkat çekildi. Bu sayede, ekonomi alanında eşitsiz sınıfsal ilişkiler var olurken, siyaset alanında eşit yurttaşlığa dayalı ilişkilerin kurulabilmiştir. Ancak, ekonomik eşitsizlik ile siyasal eşitlik durumu arasındaki çelişkili durum, kapitalizmi sosyal devlet ve çoğulcu demokrasi temelinde daha uzlaşmacı bir düzene sürüklemiştir. Serbest piyasa modelinden uzaklaşmaya yol açan çoğulcu demokrasi ve sosyal devlet modeli, yurttaşlık haklarının genişleyerek ekonomik ve sosyal haklarla donatılmasını, kamu politikası belirleme sürecinin toplumsal grupların müzakeresine açılmasını, devletin asgari insani bir yaşam seviyesi ulaşılabilmesi için gerekli kamu hizmetlerini sunmasını sağlamıştır. Bu tablo, sistemin meşruiyeti ve toplumsal destek açısından oldukça olumludur. Fakat, 1970’lerin sonlarından başlayarak egemenliğini kuran neoliberalizm ise, tam tersi yönde bir eğilim başlatmış, yurttaşlık hakları daraltılmış, çoğulculuk ve katılımcılık giderek katlanılmak istenmeyen bir yük olarak görülmeye başlanmış, bu durumun sürdürülebilmesi için de siyaset giderek daha maniplatif bir hale sokulmuştur.

Liberal demokrasinin tarihsel analizi bize göstermektedir ki, demokrasinin çoğulcu ve katılımcı niteliği geliştikçe piyasa alanı daralmakta, buna karşılık piyasa serbestleştikçe de demokrasinin içi boşalmaktadır (Macpherson, 1984). Bir başka deyişle, ekonomik eşitlik ile siyasal eşitlik paralel gitmekte, ekonomik eşitlik idealine yaklaşıldıkça siyasal özgürlükler de genişlemekte, buna karşılık ekonomide eşitsizlikler arttıkça demokrasinin içi boşaltılmaktadır.


[1] Makalenin yayınlandığı yer:   Ataay, Faruk, “Liberal Demokraside Ekonomi – Siyaset Ayrılığı Sorunu”, Dipnot – üç aylık sosyal bilim dergisi, Sayı: 13-14, Sayfa: 9-21, Nisan-2013.Doç. Dr. Faruk Ataay, Akdeniz Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü Öğretim Üyesi.Yazar ve çalışmaları hakkında bilgi için bkz. http://akdeniz.academia.edu/FarukAtaay


KAYNAKLAR

Ataay, Faruk (2008), Neoliberalizm ve Muhafazakar Demokrasi, Ankara: De ki.

Beckman, Björn (1998), “Demokratikleşmeyi Açıklamak: Sivil Toplum Kavramı Üzerine Notlar”, Editör: E. Özdalga ve S. Persson, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası içinde, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Sayfa: 1-10.
Boron, A. (1985), “Hobbes ile Friedman Arasında Latin Amerika’da Ekonomik Liberalizm ve Burjuva Despotizmi”, çev. G. Türk, Dünün ve Bugünün Defterleri, Dünya Sorunları Dizisi, Sayı: 2, Sayfa: 9-37
Ergut, F. (1994), “Demokrasi Tarihinin Öznesi”, Toplum ve Ekonomi, Sayı: 6, Sayfa: 205-222.
Ergut, F. (1995), “Demokrasi, Politik Toplum ve Parti”, Toplum ve Bilim, Sayı: 68, Sayfa: 87-103.
Gülalp, Haldun (1993), Kapitalizm, Sınıflar ve Devlet, çev. O. Akınhay, A. Yılmaz, İstanbul: Belge.
Jessop, Bob (2008), Devlet Teorisi: Kapitalist Devleti Yerine Oturtmak, Çeviri: Ahmet Özcan, Ankara: Epos.
Huntington, S. P. (1996), Üçüncü Dalga: Yirminci Yüzyıl Sonunda Demokratlaşma, çev. E. Özbudun, Ankara: Yetkin.
Keane, John (1994), Demokrasi ve Sivil Toplum, Çeviri: Necmi Erdoğan, İstanbul: Ayrıntı.
MacEwan, Arthur (2008), “Neoliberalizm ve Demokrasi”, Editör: A. Saad-Filho ve D. Johnston, Neoliberalizm: Muhafalif Bir Seçki içinde, Sayfa: 282-292, İstanbul: Yordam.
Macpherson, C. B. (1984), Demokrasinin Gerçek Dünyası, çev. L. Köker, Ankara: Birey ve Toplum.
Marshall, T. H. ve T. Bottomore (2000) Yurttaşlık ve Toplumsal Sınıflar, çev. A. Kaya, Ankara: Gündoğan.
Mouffe, C. (1985), “Demokrasi ve Yeni Sağ”, Dünün ve Bugünün Defterleri, Dünya Sorunları Dizisi içinde, Sayı: 1, Sayfa: 65-83.
Munck, Ronaldo (2008),  “Neoliberalizm ve Siyaset”, Editör: A. Saad-Filho ve D. Johnston, Neoliberalizm: Muhafalif Bir Seçki içinde, Sayfa: 106-122, İstanbul: Yordam.
Portelli, Hugues (1982), Gramsci ve Tarihsel Blok, Çeviri: Kenan Somer, Ankara, Savaş Yayınları.
Savran, G. (1987), “Marx’ın Düşüncesinde Demokrasi”, 11. Tez, Sayı: 6.
Thernborn, G. (1989), Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, çev. Ş. Tekeli, Ankara: Verso.
Touraine, Alain (2000), Demokrasi Nedir?, Çeviren: Olcay Kunal, 2. Baskı, İstanbul: YKY.
Wallerstein, Immanuel (2005), 21. YY’da Siyaset, Çeviri: T. Doğan ve E. Abadoğlu, İstanbul: Aram Yayınları.
Went, Robert (2001), Küreselleşme: Neoliberal İddialar Radikal Yanıtlar, Çev. Emrah Dinç, İstanbul: Yazın Yayıncılık.
Wood, E. M. (2003), Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev. Ş. Artan, İstanbul: İletişim.
Zabcı, Filiz (1999), “Liberalizm ve Siyasal Çoğulculuk: Klasik Çoğulculuğa Genel Bakış”, Mürekkep Teorik Politik Dergi, Sayı: 13, Sayfa: 215-233.
Zabcı, Filiz (2002), “Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, SBF Dergisi, Cilt: 57 (3), Sayfa: 151-179.