Devrim Değil Karşı Devrim – İstismar Değil Tecavüz

(I.Bölüm)

“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre değil; kendi seçtikleri koşullar içinde değil, doğrudan karşı karşıya kaldıkları, belirlenmiş olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar.”(1)

Emekçi, üretici yoksullar için sömürgecilik trajedi, sömürü kara güldürü; (burjuva) devrim trajedi, karşı devrim kara güldürüdür. Tarihte her zaman her yerde, beylerin, ağaların ilk gece hakkını kullandığı, çetelerin dağa kaldırdığı, savaşta en yıkıcı silah ve kapitalizmde emekçi sınıfları yığınlar halinde çürüten, kanıksanan, direnişi olanaksız kılan tecavüzdür. Mülksüzleşme değil! Tecavüz, insanın insan olmaktan kaynaklanan haklarına, ürününe el koymakla başlayan, özgürlüğü, eşitliği, yaşamı ve nihayet bedeni üzerinde “rızası hilafına”, özcesi, iradesi olmaksızın, devlet, egemen sınıf ya da çoğunlukla erkek, karşı cins tarafından zor yoluyla egemenlik kurulmasıdır.

“Artık, bir tek şey eksikti: Yalnızca özel kişiler tarafından az zamandan beri edinilmiş bulunan zenginlikleri gentlice düzenin komünist geleneklerine karşı koruyan ve yalnızca eskiden o kadar hor görülen özel mülkiyeti kutsallaştıran ve bu kutsal şeyi bütün insan topluluğunun en yüce ereği olarak bildiren bir kurum değil, ayrıca mülkiyet edinmenin, başka bir deyişle zenginlikteki durmadan daha hızlı büyümenin ard arda gelişmiş biçimleri üzerine, genel olarak toplum tarafından yasaya uygunluk mührünü de basan bir kurum; yalnızca toplumda başlamış bulunan sınıflar halindeki bölünmeyi değil, ayrıca mülk sahibi sınıfın hiçbir şey sahibi olmayan sınıfı sömürme hakkını ve onun üzerindeki egemenliğini de sürdürüp götüren bir kurum.”(2) Bu kurum, devlettir.

16.Yüzyıldan itibaren, Ortaçağ’ın karanlığına doğan Reform ve Rönesans çocuğu Aydınlanma’nın beşiği, Avrupa coğrafyası kapitalizmin ebesi olacaktır. İcatlar ve keşiflerin dayattığı toplumsal işbölümü ve bölüşüm sorunu çerçevesinde yeni bir sınıf, üretim araçlarının sahibi burjuva ve emeğinden başka geçim aracı olmayan üretici sınıfların doğumuna ebelik edecektir. Ve tabii, iki sınıfın varoluşunu belirleyen karşıt çıkarlar arasındaki uzlaşmaz çelişki çatışmayı,  emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık savaşlarını, (işbirlikçi) ulusal burjuvaziye karşı iktidar savaşlarını kaçınılmaz kılacaktı.

Zira; “bölüşümdeki farklılıklarla birlikte sınıf farklılıkları da ortaya çıkar. Toplum ayrıcalıklı sınıflarla, yoksunlaşmış sınıflar, sömürücülerle sömürülenler, egemenlerle yönetilenler biçiminde bölünür ve aynı bir aşiretin doğal topluluk gruplarının evrimleri içinde başlangıçta yalnız ortak çıkarlarına göz kulak olmak ve dışa karşı savunmalarını sağlamak için ulaşmış bulundukları devlet, bundan böyle egemen sınıfın yaşama ve egemenlik koşullarının yönetilen sınıfa karşı zorla sürdürülmesi gibi bir ereğe sahip olur.”(3)

Binlerce yıldır,  saraylarda yaşayan önce tanrıların sonra Sezarların, Napolyonların, Konstantinlerin, Philipelerin, Nikolaların, Yavuzların feodal beylerini ve rahiplerini doyurmak için çalışıp ölen yoksul üretici sınıflar, nihayet 1789’da Fransa’da, bu kez yeni sınıfı iktidara taşırlar. 18.Yüzyılda Fransa’da yakılan devrim ateşi, 19.yüzyılda, kapitalizmin beşiği kıta Avrupası’nda yeni sınıflar içinde yayılacak, uluslaşma ve kapitalistleşme süreci hız kazanacaktır. Üretim araçları sahibi sınıf iktidara yerleşir, ilkel birikim sürecinden emperyalist birikim sürecine ilerlerken toplumsallaşan kapitalist üretimin nesnesi haline gelen emekçi sınıfların sömürüye karşı, kendisi için, “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” talebi, iktidar arayışı da kendini dayatacaktır. Artık, yeni toplum, çıkarları uzlaşmaz sınıflı toplumdur. Marks’a göre zor, bağrında yeni bir toplum taşıyan eski toplumun ebesidir. Üretici sınıfların işçi sınıfı öncülüğünde kuracağı Prolaterya Diktatörlüğü’nün ebesi de zor olacaktır.

Engels, Dühring’e çatarken; “Ama zor, tarihte başka bir rol, devrimci bir rol de oynarmış; Marks’ın sözlerine göre, bağrında yeni bir toplum taşıyan eski toplumun ebesiymiş; toplumsal hareketin, sayesinde donmuş ve ölmüş siyasal biçimleri alt ettiği ve parçaladığı aletmiş –bütün bunlardan bay Dühring’de tek bir söz bile yok.”(4) Diyerek, yere çalar. “Zorun” devrimci rolü unutulmamalı.

Üretim araçları sahibi sınıf, bu araçları kullanmak, üretimi sürdürmek için üretici sınıfların emeğini satın almak zorundadır. Üretim toplumsallaştığı ölçüde, emekçi sınıfların kitleler halinde sadece yeni üretim biçiminin değil makinanın bir parçası haline gelmesi, nesneleşmesi zorunluluktur. Kapitalist üretim sürecinde insan, emeğine gereksinim azaldığı,  yerini teknoloji aldığı ölçüde üretim dışına itilerek, yedek işgücü ordusu haline gelecektir. Kapitalist devlet zoruyla. Kendiliğinden ya da işçi sınıfının iradesiyle değil.

“Yoval Noah Harari gibi kapitalizmin ideologlarının gelecek ütopyasında, hizmetinde olduğu sermaye sınıfı “süper elit insan” hatta, “insandan Tanrılara” yüceltilirken,  üretim dışına itilen mülksüzlerin “başıboş, aylak takımı” olarak tanımlanması şaşırtıcı değil. “Kapitalizmin tekelindeki bilim sermaye sınıfını ‘süper insan eliti(s.360)’, kapitalist üretim ilişkilerinin üzerinde yükseldiği emekçi sınıfları ‘işe yaramayan kitleler’ ve ‘başıboş aylaklar (s.340)” olarak yeniden biçimlendirmeye hazırlanmaktadır! Sermaye sınıfının üyelerine ‘süper insan eliti’, bu sınıfın işsiz bıraktığı, mülksüzleştirdiği emekçi çoğunluğa üretici, işçi sınıfına bugün olduğu gibi ‘işe yaramayan kitleler’ ve ‘başıboş aylaklar’ nitelendirmesi yeni bir şey değil! Emperyalizmin gelecek tasarımının hazırlık aşamasında, yeni bir olgu gibi sunulması amaçsız değil, kasıtlı ve bilinçlidir.”(5)

Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi de zoru, Proletarya Diktatörlüğünü  gerektirir. Üretici insanın, işçi sınıfının üretim süreçlerinin öznesi, planlayıcısı olarak teknolojik ilerlemeyle birlikte emek süresinin kısalarak, kendini yeniden yaratma sürecinin artması ise Sosyalist ütopyanın konusudur.

“Gırtlağına kadar servet üretmeye ve barışçıl rekabet savaşına gömülen burjuva toplum… her ne kadar kahramanlara özgü bir toplum olmasa da onu dünyaya getirmek için kahramanlık, özveri, terör, iç savaş ve dış savaşlar gene de zorunlu olmuştu. Ve onun gladyatörleri, Roma cumhuriyetinin kaskatı klasik geleneklerinde kendi savaşımlarının burjuva niteliğini kendi kendilerinden gizlemek ve esrimelerini büyük trajedi düzeyinde tutabilmek için kendilerine gerekli olan ülküleri, sanat biçimlerini, yanılsamaları buldular… Cromwell ve İngiliz halkı kendi burjuva devrimlerine gerekli olan dili, tutkuları ve yanılsamaları Eski Ahit’ten almışlardı. Gerçek amaca varıldığı zaman, İngiliz toplumun burjuva dönüşümü tamamlandığı zaman Locke, Habakkuk’un ayağını kaydırıp onun yerini aldı. ”(6)

Avrupa’da İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya başta olmak üzere mülk sahibi sınıf burjuvaziye karşı,  emekçi sınıfların işçi sınıfı öncülüğünde sınıf savaşları ise 19.yüzyıla damgasını vuracaktır.  Avrupa’da, 1848 devrimleriyle proletaryanın yükselen iktidar arayışı her seferinde egemen sınıf tarafından acımasızca bastırılsa da, her iki taraf için öğretici olacaktır. İngiltere’de Engels, Almanya’da Marks, Rusya’da Lenin tarafından, bilimsel ve tarihsel olarak işçi sınıfının tarihsel materyalist ideolojisine, Sosyalist kuruluşa temel oluşturacaktır.  İşçi sınıfı nerede ayaktaysa, Marks ve Engels oradadır; Rus işçi sınıfı iktidara yürürken Lenin, Anayurt savunmasında Stalin kavganın içindedir. İçeriden yazmaktadır.

19.Yüzyıla Avrupa’da, özellikle Fransa’da işçi sınıfı tarih yazarken, Osmanlı coğrafyasında sermaye birikimi İstanbul’la sınırlı olarak “gayrimüslimlerin” elinde ve kontrolünde, üretim toprağa bağlı olduğundan işçi sınıfı henüz görünürde yoktur. Ancak, 1789’da Fransız burjuvazisinin iktidarı alışının tetiklediği uluslaşma süreci, çöküş sürecinde ilerleyen Osmanlı İmparatorluğu’nda, uluslaşma çabalarına karşı, 1839’da İstanbul’da Gülhane Hatt-ı Hümayunu, 1856’da “Islahat Fermanı” ilan edilir. Her ne kadar, “herkes” için geçerli olduğu ileri sürülse de, Ferman’da tanımlı hakların öznesi “herkes”, mülk sahibi “gayrimüslüm ve azınlıklar” ile sınırlıdır. Yurttaşlık ve bağlı mülkiyet, miras, yargılanma, savunma vb. haklar sadece onlar içindir. Zira, henüz “yerli ve milli” burjuvazi yoktur.

Yaşam ve geçim aracı olan toprak mülkiyeti, üzerinde yaşayan, üreticiye ait değildir. Saray’ındır. Zaten, üretici de yurttaş değildir. Yavuz’un Doğu seferlerini taçlandırdığı, son Memluk hanedanını yok edip, halife olarak döndüğü Saray’ın tebasıdır. Bağlı olduğu hukuk, şeriat hukukudur. Ferman padişahın, dağlar bizim olacaktır!

1848 Devrimleri İngiltere, Fransa, Almanya’da arka arkaya patlar, mülk sahibi sınıfları kendi işçi sınıfına karşı diğer ulusların burjuvazisi ile ittifaka zorlarken; 1871 Paris Komünü, iktidarı bir kez daha sarayla paylaşmak zorunda kalan Fransız burjuvazisi ve Almanya’nın ittifakı ile bastırılır. Çözülmekte olan Osmanlı coğrafyasında ise Saray, 23 Aralık 1876 Anayasası ile iktidarı, ilk kez, Paris ve İstanbul’da örgütlenen yeni sınıfın temsilcileri ile paylaşmak zorunda kalır. 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı bahanesiyle, II.Abdülhamit tarafından ilk Meclis-i Mebusan kapatılmış olsa da, önemli bir kırılma noktasıdır.

Kırk yıl sürecek II.Abdülhamit İstibdadı,  çökmekte olan imparatorluğu yaşatma arzusuyla yanıp tutuşan asker ve aydınların İstanbul, Paris, Cenevre, Selanik ve Kahire’de Jöntürkler olarak örgütlenmelerine sebeptir. İşçi sınıfı çoktandır var olsa da denizde yaşayan balık misali, varlığının bilincinde değildir. Nihayet, 1906 Eylül’ünde Selanik’te, çoğunluğu 3.Ordu subayları olan on kişi Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’ni kurarlar. “Bu grubun en ilginç özelliği tüm üyelerinin tarikat mensubu ve –bir ikisi dışında- Mason olmalarıdır… Cemiyet silahlı kuvvetler çevresinde hızla yayılmış, asker ve sivil üyeleri artmış, gizli, ihtilalci bir güç olmuştur.”(7) Kısa süre sonra İttihat ve Terakki adını alacak bu örgüt, Osmanlı aleyhine, Çarlık Rusyası, İngiltere ve Almanya arasında varılan Mürszteg Anlaşması’na karşılık, 23 Temmuz 1908’de II.Meşrutiyeti ilan eder. Abdülhamit, zoru görünce tahttan vazgeçerek, Selanik’te gitmek zorunda kalır.

Tarık Zafer Tunaya’nın deyişiyle; “Yakın tarihimizde ‘İkinci Meşrutiyet’ olarak anılan dönem (1908-1918) Türkiye’nin demokratik gelişmelerinde ileri ve yürekli atılımlarla doludur. Bu dönem İkinci Abdülhamit’le özdeşleşmiş bir istibdat dönemini yıkmış, Jön Türkleri ülkedeki tüm özgürlük savaşçılarıyla birleştirmiş, iş başına getirmiştir.”(8)  Oysa, yine Tunaya’dan, 1912 yılında muhalefete düşecek olan İttihat ve Terakki’nin, Baba-ı Ali Baskınıyla iktidarı tekrar ele geçirdiğini; ideolojisinin “Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Garp medeniyetindenim”; “ülküsünün Turan” olduğunu;  1908’den, Birinci Paylaşım Savaşı ve Osmanlı’nın sonunu getiren, 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar ülkeyi Örfi İdare (Sıkıyönetim) ve istisnai olması gereken, (on yılda 1061) geçici kanunla idare ettiklerini; Meclis’in sık sık fesih edildiğini öğreniyoruz. Üstelik, Osmanlı’yı Almanya’nın yanında savaşa sokan,  “Enver paşa ve ekibi gece yarısı bindikleri bir Alman denizaltısıyla ülkeden kaçmışlardı.”(9)

1919-1930 arasında emperyalist işgale karşı Bağımsızlık ve Kurtuluş Savaşı’na, ardından ulus devletin kuruluşuna öncülük eden Mustafa Kemal’in trajedisi, emekçi sınıfları yanına alarak, burjuvaziyi iktidara taşımaktı. Ne var ki, emperyalizme karşı bağımsızlık savaşının öznesi, Mondros Mütarekesi ile başlayan işgalle birlikte silahlanan, örgütlenen yerel halktı. Kongrelerde öncülüğü ele geçiren Mustafa Kemal, emperyalist işgale karşı tek müttefik Sovyetler Birliği’nin desteğini almadan olmayacağının bilincindedir.

Öte yandan, burjuva sınıf bilinci öyle güçlüdür ki, Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmeden çok önce,  kaçak İstanbul Hükümetini tanıyan savaşın galibi emperyalist devletlerin çağrısına, Lozan’a, 23 Nisan 1920’de kurulan Ankara hükümetinin çağrılması koşulunu dayatan; 29 Ekim 1923’de kurulan Cumhuriyet’i ilk tanıyan, siyasi, askeri ve ekonomik desteğiyle kurtuluş ve kuruluşu olanaklı kılan, Sovyetler Birliği ile hiçbir zaman doğrudan ilişki kurmaz. Sınıf bilinci ve kini öyle açıktır ki, bugün bile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği anıldığında, Mustafa Kemal diye çemkiren cumhuriyetçiler vardır.

Kurtuluş Savaşı öncesinde, Anadolu’daki direniş örgütlenmek üzere 23 Temmuz- 7 Ağustos 1919 Erzurum Kongresi’nde bu göreve, Kazım Karabekir gönüllü olur. “Sovyetlerle bağlantı ve ilişki kurmak patentini bütün bu düşünceler ışığında sahiplenen Paşa, bir zaman önce ilk girişim olarak Erzurum Askeri Hastanesi başhekimi doktor Sabit beyi Sovyet ilgilileriyle bağlantı kurmak üzere tam yetki ile kuzeye göndermişti. Doktor, gidebilirse Lenin’le bile görüşebilecek, Türk Kuvayi Milliyesi’nin desteklenme koşullarını öğrenecekti. Fuat Sabit beyden gelecek önemli şifreleri uzun zaman bekleyen Kazım Karabekir, onun bir Rus kızıyla evlenerek bir Bolşevik olduğunu işitince şaşkına dönmüştü. Onun arkasından benzeri görevle giden kurmay subay İsmail Hakkı beyin  de komünist oluşu Paşa’yı çileden çıkarmıştı. Bu ne sihir ne kerametti. Tıpkı mitolojide olduğu gibi ejderhanın bakışıyla karşılaşan herkes nasıl taş kesiliyorsa, Bolşeviklerle karşılanıp da bir çift söz işitenler komünist olup çıkıyordu.”(10)

Sırasıyla, 23 Nisan 1920 Ankara’da ilk Meclis’in kuruluşu; 1 Kasım 1922 Saltanatın Kaldırılması; 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi; 23 Temmuz 1923 Lozan antlaşması; 29 Ekim 1923 Cumhuriyet’in ilanı; 3 Mart 1924 Halifeliğin Kaldırılması, Eğitimde Birlik; 8 Nisan 1924 Şer’iye Mahkemelerinin Kaldırılması; 20 Nisan 1924 Anayasa; 17 Şubat 1925 Aşarın Kaldırılması; 4 Ekim 1926 Medeni Kanun’un Kabulü; 30 Kasım 1925 Tekke ve Zaviyelerin Kapatılması; 28 Mayıs 1927 Sanayii Teşvik Kanunu ve diğerleri, burjuva Cumhuriyet’in üzerinde yükseleceği, üretim ilişkilerinin dönüştürüldüğü altyapıyı ve Türkiye kapitalizminin üst yapısını, yasama, yürütme ve yargı organını, ideolojisini, idari teşkilat ve devletin örgütlenmesini gerçek kılar.

“Burjuva cumhuriyetin yanında mali aristokrasi, sanayi burjuvazisi, orta sınıflar, küçük burjuvazi, ordu, seyyar muhafız olarak örgütlenmiş lümpen proletarya, adı bilinen aydınlar, rahipler ve kırsal nüfusun tümü vardı. Proletaryanın yanında kendisinden başka kimse yoktu.”(11) Olmayacaktır.

Mustafa Kemal’in burjuva devrimlerinin trajedisi, Türkiye kapitalizmini her geçen gün güçlenen, sermaye iktidarını tehdit eden Türkiye işçi sınıfının örgütlü, bilinçli öfkesini boğmak üzere, ABD ve mülk sahibi sınıfın açık desteğiyle** gerçekleşen 12 Eylül 1980 Askeri Darbesidir. Emekçi sınıfların egemen sınıfa karşı yükselen iktidar mücadelesi ve örgütlü öfkesinin üzerine demir bir yumruk gibi inen “Amerika’nın çocukları”, o gün Kenan Evren cuntasıyla cumhuriyetin yasama, yürütme, yargı organlarını, diğer deyişle, Cumhuriyet’in kurucu organlarını; yanı sıra, üretim ilişkilerinin tasfiyesine girişir. 1920’de Ankara’da kurulan Meclis ve yürürlükteki 1960 Anayasası, siyasi partiler, sendikalar ve dernekler yasalarıyla birlikte lağvedilir.

18 Ekim 1982 Tarih, 2709 Sayılı 1982  Anayasası Geçici maddesi gereğince, 7 Aralık 1983 tarihinde oluşacak ilk “sivil” hükümet kuruluncaya değin, Yasama, Yürütme ve Yargı yetkisi Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşan askeri cuntanın elinde toplanır.

1982 Anayasası Geçici Madde 1; “ Anayasanın halkoylaması sonucu, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası olarak kabul edildiğinin usulünce ilanı ile birlikte, halkoylaması tarihindeki Milli Güvenlik Konseyi Başkanı ve Devlet Başkanı, Cumhurbaşkanı sıfatını kazanarak, yedi yıllık bir dönem için, Anayasa ile  Cumhurbaşkanına  tanınan görevleri yerine getirir ve yetkileri kullanır. 18 Eylül 1980 tarihinde Devlet Başkanı olarak içtiği and yürürlükte kalır. Yedi yıllık sürenin sonunda Cumhurbaşkanlığı seçimi Anayasanın öngördüğü biçimde yapılır.

Cumhurbaşkanı, ilk genel seçimler sonucu Türkiye Millet Meclis’i toplanıp; Başkanlık Divanı oluşuncaya kadar 12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla tekemmül etmiş Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığını da yürütür(…).”

Geçici Madde 2; “12 Aralık 1980 gün ve 2356 sayılı Kanunla kuruluşu gösterilen Milli Güvenlik Konseyi Anayasaya dayalı olarak hazırlanacak Siyasi Partilerin Kanunu ile Seçim Kanununa göre yapılacak ilk genel seçimler sonucu TCMM toplanıp, Başkanlık Divanı oluşturuncaya kadar 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun ve 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunlara göre görevlerini devam ettirir…

TBMM Göreve başladıktan sonra MGK altı yıllık bir süre için Cumhurbaşkanlığı Konseyi haline dönüşür ve üyeleri Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyesi sıfatını alırlar. MGK üyesi olarak 18 Eylül 1980 tarihinde içtikleri and yürürlükte kalır. Cumhurbaşkanlığı Konseyi üyeleri, Anayasa’da TBMM üyelerinin haiz bulundukları özlük hakları ile Dokunulmazlığına sahip olurlar. Altı yıllık sürenin sonunda Cumhurbaşkanlığı Konseyinin hukuki varlığı sona erer.”

Geçici Madde 15/son; “Bu dönem içinde çıkarılan kanunlar, Kanun Hükmünde Kararnameler ile 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığı iddia edilemez.”

Evren’le başlayıp, Turgut Özal, Tansu Çiller ve nihayet Türkiye kapitalizminin “ileri” dönük yüzünü, bumerang gibi yüz yıl geriye çeviren, emekçi sınıflara Yeni Osmanlı’nın değerlerini “demokrasi ve özgürlük” maskesiyle ikna eden, ikna edemediğinin tepesine balyoz olup inmeye hazırlanan Bilal’in babası, Albayrak’ın kayınbabası, Çirkin Emine’nin kocası Erdoğan.  (İşgale karşı yerel direnişleri birleştirerek, Kurtuluş savaşına çeviren) Mustafa Kemal öncülüğünde kurulan Cumhuriyet’in 100.yılında, 29 Ekim 2023’de ilan edilecek olan karşı devrimin adı, Yeni Osmanlı Cumhuriyeti. İlk kez, AB’den sorumlu bakan olduğu sırada Davutoğlu’ndan öğrendik.

Kendisine zaman zaman ideolojik olarak “Mustafa Kemal” ya da “Peygamberlik” sıfatı yakıştırılan, kuruluş sürecinin seçilmiş “öncüsü”, emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin sahibi sermaye sınıfının onayıyla, gericiliğin, dünya ve Türkiye’deki öznelerini yanına almış, onlara yeniden yaşama hakkı vermiştir. Devrim değil, karşı devrim; istismar değil, tecavüz. Tarihte her olay iki kez gerçekleşir. İlki trajedi, ikinci kez kara güldürü olarak.

“Bir devrimle güçlü bir hareket gücü kazandığına inanan bütün halk, birdenbire ortadan kalkmış bir çağa aktarılmış buluyor kendisini ve bu geri düşüşe ilişkin hiçbir kuruntunun olanaklı olmaması için uzun zamandan beri derin  bilginlerin ve antikacıların alanına girmiş bulunan eski tarihler, eski takvimler, eski adlar ve eski fermanlar ve çoktan beri bozulup dağılmış gibi görünen eski hizmetkarlar yeniden ortaya çıkıyorlar.”(12)

Türkiye işçi sınıfı ve müttefik beyaz yakalısı, mavi yakalısı, yoksul tarım üreticisi, toprağından koparılmış yığınlar halinde büyükşehirlere akan yedek işgücü ordusuna düşen ise “Fransız ulusunun Bonaparte ailesinin borçlarını ödemek için” yaptığı gibi, Erdoğan ailesinde cisimleşen Türkiye sermaye sınıfının karları için yapılan, Varlık Fonu garantili borçları ödemek; bunun için çalışmaktır!

“Ve özgür bir Britanyalı olan ben” diye sızlanıyordu İngiliz deli, ‘bütün bunlara yaşlı firavunlar hesabına altın çıkarmak için katlanmak zorunda kalıyorum.’ Fransız ulusu da, Bonaparte ailesinin borçlarının ödemek için sızlanıyor.”(13)

Bir yandan servet birikirken, yağmanın adı projedir; konusunun, ne olduğunun önemi yoktur! Maden de olabilir baraj da; yol hatta havaalanı, köprü, şehir hastanesi olabilir. Zoralımın adı kamulaştırma, kentsel dönüşüm, HES, JES, Maden olur, acelesinden… Toprak ve suyun zor alımına, mülksüzleşmeye, üretimin dışına itilmeye çıkar girilen yol, emekçiler için… Bir yanda, yoksulluk birikir. Yoksulluk biriktikçe, kara güldürü devam eder. 21.Yüzyılda yaşanmakta olan, küreselleşen emperyalist yağma ve sömürü eşliğinde savaşa sürüklenen çevre kapitalist ülkelerde, mimarı emperyalizm olan karşı devrimler çağıdır.

Türkiye kapitalizmi, emekçi sınıfları en ağır çalışma koşullarında yaşamaya zorlarken, emek ürününe el koyulmasıyla başlayan sömürüyü, yaşam ve geçim aracı olarak toprak ve suyun yağmalanmasına, madenlere açılmasına son hızla devam etmektedir. Bir tarafta servet büyürken, diğer tarafta yoksulluk açlık sınırına dayanmıştır. Bu sırada, iktidar temsilcileri zor aracılığıyla emekçi sınıfları mülksüzleştirirken, karşılıksız para basıp maaş/zammı olarak dağıtmaya, seçim vaadiyle düzen içinde tutmaya, karşı devrimin zaferine, Yeni Osmanlı’nın kuruluşuna kadar zaman kazanmaya çalışıyor. Sonrası, altüst  oluştan zaferle çıkacak olan sınıf tarafından belirlenecektir.  Ya işçi emekçi sınıfların yadsınması sömürü ve yağmanın en uç noktasına varacak ya da içinde filizlenmekte olan emekçi sınıfların Türkiye işçi sınıfının sosyalist iktidarında yadsımanın yadsınması gerçekleşecektir. Ya sosyalizm ya barbarlık! 3.Yol yok! (28 Aralık 2022)


Kaynakça

MARKS, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev.Sevim BELLİ, Sol Yayınları, 3.Baskı, 2002.
ENGELS, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Çev.Kenan SOMER, Sol Yayınları, 12.Baskı, 2002.
ENGELS, Anti-Dühring, Çev.Kenan SOMER, Sol Yayınları, 4.Baskı, 2003.
ENGELS, age.
KIR, Arzu, Bir Eleştiri Denemesi-21.YY Feuerbach Ya Da Dühring’i Harari’nin Homo Deus’una, İtalik Yayınları, 1.Baskı, 2021.
MARKS, 18.Brumaire, age.
TUNAYA, Tarık Zafer, Türkiye’de Siyasi Partiler-İkinci Meşrutiyet Dönemi, Cilt I, Baskı 2, 1988.
TUNAYA, Tarık Zafer, age.
KARABAĞ, Kenan, Maria Suphi-Bir Direnişin Öyküsü, Tekin Yayınları, 2021.
DİNAMO, Hasan İzzettin, Kutsal İsyan, Cilt 3, Tekin Yayınları, 2012.
MARKS, 18.Brumaire, age.
MARKS, 18.Brumaire, age.
MARKS, 18.Brumaire, age.